Bir varmış, bir yokmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, nice beyefendilerin, nice hanımefendilerin yetiştiği, heybetli mi heybetli, güzel mi güzel, dört bir yanı güllerle bezenmiş, ahşap, sarı bir konak varmış.
Dilden dile hikâyesi dolaşırken bir zamanlar, elden ele miras kalmış sarı konak. Bir zamanlar salonları, terasları, akın akın misafirle doluyorken artık sessiz sakin, tâlihiyle, bir de yaşlı bekçisiyle baş başaymış sarı konak.
Soğuk buz gibi bir gece geç vakitlerde, yaşlı bekçi her zaman yaptığı gibi konağın bütün kapılarını kilitlemiş, ışıkları söndürmüş, “Bismillâh” demiş kendi kendine. “Pencereyi zorluyorlar.” Tam uykuya dalacakmış; ses iyice yakınlaşmış. “Bu gece zor geçecek anlaşılan.” demiş bekçi. Yatağından kımıldamadan sese kulak vermiş. Büyük salonda geziliyor, merdivenler çıkılıyor, kıymetli eşyaların olduğu dolaplar açılıyor, tıkırtılar, çıtırtılar hiç durmuyormuş.
Gecenin bu vaktinde konağa gelen bir misafir değil elbette, bir hırsızmış.
Hırsız, acele acele ne var ne yok toparlayıp bir an önce kaçmayı düşünürken birden ışık yanmış.
“–Buyur evlât.” demiş adam. Ardından:
“–Hoş geldin.” diye eklemiş.
Derince aldığı nefesi sakince vermiş hırsız: “Bu adam deli; herhâlde beni misafir sandı…” diye düşünmüş. Eve gelmesi beklenen bir davetliymiş gibi rol yapmaya başlamış:
“–Hoş bulduk bey amca.” demiş; “Kusura bakma beklettim. Daha erken gelecektim, başka bir yalıda azıcık işim vardı.”
Yaşlı adam da:
“–Kıyafetimi hoş gör, gece hâli. Buyur otur. Ne içersin?” demiş.
Evde ne içecek ne yiyecek bir şey yokmuş hâlbuki. Fakirlik… Bir bekçi bir konakta oturuyor diye zengin mi olur ki? Ne boğazdan geçecek bir şey varmış, ne yakacak odun.
Hâl hatır sorulmuş, oradan buradan konuşulmuş. Yıllardan beri tek bir insanla karşılaşmayan bekçi, hazır dinleyen birini bulmuşken başlamış anlatmaya. Yenilerden, eskilerden anlattıkça açılmış uykusu, açıldıkça anlatmış.
Onu dinliyor gibi görünen hırsız, aslında plânlar yapıyormuş kafasından. “Şu kristal avize, sonra aynalar, gümüş vazo, yerdeki halı… Acaba bir araba mı tutsam? Şu adam bir uyumadı gitti. Bu oturduğum ceviz koltuk takımı amma para eder ha!..” Bir yandan da kafasını sallıyormuş bekçiyi dinliyor gibi.
Vakit geçmiş, dışarıda hava iyice soğumuş. Hiçbirini dinlemese de, yaşlı adamın anlattıkları ninni gibi gelmiş hırsıza. Koltuğun bir kenarına büzüşmüş, uykuya dalmış. “Keşke…” demiş bekçi. “Keşke gerçekten misafirim olsaydın. Sana bal börek yedirseydim; şerbetler içirseydim; karnını doyursaydım. Odun olsaydı da bir güzel ısıtsaydım seni. Hey gidi fakirlik iki aydır bir çeki odun alamadım.”
Derken koltuk takımı ilişmiş bekçinin gözüne. Hiç düşünmemiş gerisini. Bir güzel yakmış şömineyi. Çıtır çıtır ceviz kaplama, içerisini hamam gibi ısıtmış.
Gün ağarmış, sabah olmuş. Hırsız gözlerini açtığında yaşlı adam hâla anlatıyormuş. Şöminede yükselen alevi görmüş hırsız. Sonra bir tek uyukladığı koltuğun kaldığını fark etmiş. Sabaha kadar ne varsa yakmış bekçi.
“–Ne yaptın amca sen?” diye çıkışmış hırsız; “–Hiç bu kadar kıymetli eşyalar yakılır mı? Deliymişsin gerçekten de!..”
“–Söylenme oğul!” demiş bekçi; “Evimize yolun düşmüş. Bu soğukta misafirimizi rahat ettirmenin yanında üç beş tahta parçasının lâfı mı olur…”
YORUMLAR