“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden alekayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti, kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)
Bir önceki yazımızda babadan gelen üreme hücresini, baş kısmının özellikli yapısını, burada genetik kargonun ve hemen önünde koruyucu bir zar içinde paketlenmiş eritici salgıların bulunduğunu anlatmıştık. Bu salgıların niçin burada paketlenerek taşındığını, yumurta hücresiyle karşılaşınca anlayacağız. Şimdi kaldığımız yerden hücreyi tanıtmaya devam edelim.
2- Üreme hücresinin gövde kısmı:
Bu kısımda enerji üretecek bol sayıda hücre yapısı vardır. Bu üretim, üreme hücresine eklenen sıvıdaki şeker moleküllerini yakarak yapılmakta, elde edilen enerji, kuyruğa aktarılmaktadır. Kuyruğa hareket kabiliyetini kazandıracak enerji buradan gelmektedir.
Gözle görülmeyen bir hücrede, hareket için enerji gerekeceğini bilen ve bu enerjinin hangi şekilde temin edileceğini tespit ederek milyarlarca hücrenin gövdesini, enerji üretim merkezi hâlinde inşâ eden, yıllarca biyoloji derslerinde beyinlerimize yerleştirilmeye çalışılan evrim safsatası mıdır?
3- Üreme hücresinin kuyruk kısmı:
Kuyruk, üreme hücresinin en ince ve en uzun kısmıdır. Baş kısmının yaklaşık 10-12 katı olup, kuyruğa elastikiyet, esneklik ve hareket kabiliyeti veren, boyuna uzanmış özel liflerden oluşan kompleks bir yapıdır. Bu yapı sayesinde kuyruk hareket ederek başı ileriye taşır. Gövdedeki fonksiyonel yapılarca üretilip kuyruğa aktarılan enerji, tıpkı gaza basılan bir arabada, tekerleklerin aracı ileriye taşıması gibi, baş kısmını ileriye taşımaktadır. Böylece genetik kargo, insanın var oluşu için hareket ettirilmiş olur.
Bu mühim hareket, insan neslinin devamı için son derece zarurîdir. Zira genetik kargonun yarısını taşıyan yumurta hücresi hareketsizdir. Diğer yarının taşındığı bu parça, ileriye doğru hareketleriyle temel atma faaliyeti için gerekli malzemeyi koruyarak ve zorlu yolları aşarak getirir. Bazı özel kimyevî reaksiyonlardan sonra taşıdığı değerli parçayı aktarır. Bu şekilde bir insanın inşası için en mühim safha gerçekleştirilmiş olur.
İnsanın temelini oluşturacak bu kargoyu, biz şayet son derece donanımlı ve üstün zekâlı bir insana emanet etseydik, o dahî bunu korumaktan âciz kalır, zorlu yolları aşmaya güç yetiremez ve hiçbir zaman hedefe ulaşamazdı. Hal böyleyken en ufak bir başarısı karşısında övgü ve alkış bekleyen, hatta gurura kapılan insanoğlunun durumu, bu hücreleri bile kendisine güldürecek, hazin bir gafletin göstergesidir. İki heceden mürekkep âciz “insan”a yakışan; kibirle başkaldırmak değil, tevâzuyla secdeye kapanmaktır.
Görüldüğü gibi hücre, son derece karmaşık maksatlara hizmet eden, çok yönlü ve hassas yapılardan meydana gelmektedir. Hücrenin baş kısmı olmasa, genetik materyal korunamaz ve anne bedenindeki hücre engelleri aşılamaz. Gövde kısmı olmasa, enerji üretimi olmaz ve yakıtı olmayan araç gibi hücre hareketsiz kalır. Kuyruk kısmı olmasa, her şeyi tamam olan hücre, bir milimetre bile ilerleyemez. Yani her bir parça, diğeri olmadan işe yaramayacak derecede birbiriyle irtibatlı ve vazgeçilmez yapılardır. Gereksiz bir detay ve fazlalık bulunmadığı gibi eksiklik de yoktur.
Şunu da belirtmekte fayda var ki, üç farklı ve fonksiyonel özel bölümden oluşan, başında metrelerce uzunlukta genetik materyal taşıyan, bunun önünde pek çok kimyasal salgı maddesiyle yola çıkan ve akla hayale gelmez bir sürü engeli aşmaya ve hedefe ulaşmaya kilitlenmiş bu hücrenin büyüklüğü, milimetrenin sadece binde biri kadardır. Özel mikroskoplarla ancak görebildiğimiz bu minik yapının içinde âdeta dev bir fabrika çalışmaktadır.
Daha sayfalarca yazsak bitiremeyeceğimiz detayları ihtivâ eden hücredeki bu mükemmel yapılanma, hangi tasarımcıya aittir? Kör bir tesadüf, uydurulmuş bir “tabiat ana felsefesi” ya da kasıtlı “evrim teorisi” vb. bu mikro âlemin sırlarını açıklayabilir mi?! Âciz insanın neden yaratıldığını görmezden gelerek sanatkârını yanlış adreslerde aramasından büyük bir hamâkat ve nankörlük olabilir mi?
İnsanın her zerresi, ibretle bakabilenlere bir derya sunmaktadır. Bizim aylardır idraklere biraz olsun yakınlaştırmaya çalıştığımız, insanın temelini oluşturan orijin/başlangıç hücresine okyanustan bir damla misali bakma çabasıdır. Bu başlangıçta görev alan iki temel hücrenin yapısına kabaca bir göz atmaktan ibarettir.
Bir hücrenin üretimi ve koordinasyonu, bütün vücut sistemini ilgilendirecek şekilde, daha pek çok mûcizevî tafsîlâtı ihtiva ederek gerçekleşir. İnsandaki mükemmel tasarım, eşi benzeri olmayan, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh, “el-Bârî” ve “el-Musavvir” olan yüce Rabbimize âittir. O -celle celâlühû- insanı yoktan var edip, türlü merhalelerden geçirerek en güzel sûrette[1] yaratıyor. Mahlûkâtın arasından onu kendine kul ve halife[2] olarak seçiyor. Onu “dârü’s-selâm”a[3], yani saâdet ve selâmet yurdu olan Cennet’e dâvet ediyor.
O hâlde bize düşen, ilâhî çağrıya kulak verip; ilk nâzil olan âyet-i kerîmelerde buyrulduğu gibi, Allah -celle celâlühû-’nun adıyla okumaktır. Hem kendimize hem bütün kâinâta; tefekkür penceresinden, gönül gözüyle, ibret nazarlarıyla bakabilmektir. Bu bakışın ilmini öğrenmeye çalışmak ve gereğini yapmaktır. Bizi iki cihan saadetine ve selâmet yurduna kavuşturacak olan da şüphesiz budur.
[1] “Size ne oluyor ki, Allâh’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz? Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.” (Nuh, 13-14)
[2] “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyat, 56)
“Hatırla ki, Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım» dedi…” (el-Bakara, 30)
[3] “Allah, kullarını esenlik yurduna (dârü’s-selâm’a) çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus, 25)
YORUMLAR