Bir insanın yarı programını taşıyan erkek üreme hücresinin gelişimini tamamladığı yer, erkek cinsiyet organlarıdır. Anne karnında altı haftalıkken oluşmaya başlayan bu organlarda üreme hücreleri, mitoz bölünme ile çoğalırken, (yani kromozom sayıları değişmeden bölünürlerken) bir yandan da hacimce büyürler. Bu faaliyet, büluğ çağına kadar devam ederek milyarlarca hücre oluşturulur.
Bu hücreler, iki adet minyatür fabrika olan husyelerin içinde yer alan ve sayıları 1.000’i bulan, toplam 500 metrelik kıvrımlı kanalcık yapılarında birikirler. Kanalın bu kadar çok sayıda ve uzun olmasının sebebi, imalathânenin geniş olması ve çok sayıda üretim yapılabilmesi içindir. Hücreleri bekleyen zorlu yolculuk, üretimin fazla olmasını zarurî kılmaktadır.
Bu büyük fabrika, yumruk kadar bir alana sıkıştırılmıştır. İnsan vücudunda küçük alanlara sıkıştırılan geniş yüzeylerin misalleri pek çoktur. Meselâ sinir sistemimizdeki 100 milyar nöronun her biri, avuç içi kadar alanda 10 bin bağlantı kurmaktadır. (Toplam 1.000.000.000.000.000 -bir katrilyon- bağlantı mânâsına gelmektedir.) İki avucumuzu dolduracak bir alandaki, 6-8 metre uzunluğundaki ince bağırsaklarımızda yer alan yaklaşık 5 katrilyon civarındaki mikro uzantılarla emilim yüzeyi, 250 metrekarelik bir alana çıkarılır. 11 cm. uzunluğundaki böbreklerimizin emilim birimi olan nefronların toplam uzunluğu, 100 kilometreyi bulmaktadır. Damarlarımız, dünyanın çevresini iki buçuk kez dönecek uzunluktadır. Güneşe 2.000 defa gidebilen kromozomlarımızın kapladığı hacim, milimetre küpün üç milyarda biri kadardır.
Eğer bir kimse 150 bin metrelik bir ipliği yumak yapıp hiç dolaştırmadan, milimetre küpün onda biri kadar bir hacme bile sığdırabilseydi biz onu, bu başarısından ötürü tebrik eder, önünde saygıyla eğilir, ondan ve yaptığı bu akıl almaz işten övgüyle bahsederdik. Hâlbuki yeryüzünde yaşayan bütün insanların hücrelerinde yer alan yüz-yüz elli trilyon metre uzunluğundaki kromozomları bir araya getirdiğimizde, terzi yüksüğünü bile doldurmadığını hayretle görürüz.
Vücudumuzda minicik alanlara sığdırılmış bu ve benzeri dev yapılarsa, basit birer iplik değil, her zerresi fonksiyonel olan mükemmel parçacıklardır. İnsanın içinde âdeta bir kâinat dürülüdür. Hâl böyleyken kulun yaratıcısını tanımaması ve O’nun yerine bu kanunları tespit edenlere hayranlık duyup onların önünde eğilmesi ne kadar büyük bir gaflet, nankörlük ve hamâkattir? Rabbimiz, yüce kelâmında mükerrer âyet-i kerîmelerinde bizleri tefekküre, ibret almaya ve şükre dâvet etmektedir. Bunlara kulak verip gereğince davranmak, insanı iki cihan saadetine kavuşturacaktır.
Husyeler, anne karnındaki bebekte ilk defa eğe kemikleri ile bel kemikleri arasında oluşur. Daha sonra göç ederek ilkin leğen kemikleri boşluğuna, hâmileliğin sonunda da vücut dışındaki torbalara yerleşirler. Bu göçün olması, insan neslinin devamı için son derece önemli ve zarurîdir. Çünkü üreme hücrelerinin gelişip olgunlaşmaları için ortam ısısı, vücut ısısından 2 derece daha düşük olmalıdır. Torbalar; yapısında yer alan çok sayıda ter bezi ve düz kas sayesinde, sıcakta gevşeyerek ve terleme yoluyla, soğukta ise büzüşme metoduyla ortamın ısısını dâimâ 34,5 derecede sabit tutarlar. Öyle ki, insanın ateşi 39 derece bile olsa, buradaki ısı değişmez. Vücut dışına göç tamamlanamadığı takdirde üreme hücreleri tahrip olur ve bu kişiler ileride baba olamazlar.
Bu hâdise, insanın hiçbir müdahalesi olmadan ustalıkla yürütülür. Bırakın müdahaleyi, insanın kendi vücudunda meydana gelen bu mükemmel hadiseden ve tedbirden yakın tarihe kadar haberi bile yoktu. Bu ince tedbir, anne ve babadan gelen hücreler birleşerek erkek bebeğin temeli atıldığında, kromozomlarına yüklenmiştir.
Bebek, anne rahminde oluşmaya başladığında, henüz şeklen insana bile benzemediği dönemde cinsiyet ayırımı yapılmış ve organlar ona göre gelişmeye başlamıştır. Bu oluşum, kız çocuklarında karın içinde kalırken, erkek çocuklarında vücut dışına göç ettirilmek üzere programlanmıştır. Yirmi-otuz sene sonra meydana gelebilecek bir hâdise için en baştan plân yapılması, bu hücrelerin çok ileri görüşlü olduğunu göstermektedir.
Eğer husyeler karın içinde kalıp göçü vücut dışına tamamlayamazlarsa, 37 derece olan vücut ısısında üreme hücreleri tahrip olacak ve yok olup gidecekti. Husyelerin içinde ısıyı regüle edebilen bir mekanizma var edilmeseydi, göçün tamamlanıp tamamlanamaması da bir işe yaramayacaktı. Üstelik bu regülasyon sistemi, yedi gün yirmi dört saat hem insanın vücut ısısını, hem husyelerinkini, hem de atmosferin ısısını taramaktadır. Zira sıcak havalarda ve insanın ateşi çıktığında gevşeyerek, soğukta büzüşerek, anlık değişimlere karşı bile mükemmel bir sabitleme sağlamaktadır.
Şayet bu korunma, insanın kendi insiyatifine bırakılmış olsaydı, yeryüzünde insan nesli diye bir şey kalmayacaktı. Zira şefkatli bir kudret elinin, neslin devamı için insanın yaratılış programına koymuş olduğu muhteşem mekanizmayı, bilim dünyası, yakın tarihlerde ancak keşfedebilmiştir. Yani insanoğlu bu korunmayı öğrenene kadar nesil devam edemeyecekti. Öğrendiği anda kontrolün ona bırakıldığını varsayarsak; 7/24 bu kontrol için nöbette olması gerekecekti. Bu hâdise, insan vücudunda, kişinin herhangi bir müdahalesi ve katkısı olmadan yürütülen, yüzlerce mükemmel mekanizmadan sadece biridir.
Meselâ; sindirim hâdisesine baktığımızda, insanın yaptığı tek iş, lokmayı ağzına atıp çiğnemektir; bundan sonrasına ise karışamaz. O lokma tükürük bezlerinin faaliyetleriyle ıslatılıp yumuşatılır, dişlerce öğütülür, dil ile yuvarlanır ve boğaza doğru itilir. Buradan aşağı kayarken soluk borusuna ve burna kaçmaması için veya ağıza geri gelmemesi için bir sürü işlem devreye girer. Sindirim sistemine giren lokma, en minik yapı taşına kadar aşama aşama ayrılıp, en sonunda su ve karbondioksite kadar parçalanır. Yani gıda, kendini meydana getiren atomlarına ayrılır. Sindirim sistemi, atom ayrıştıran kimyasal bir fabrika gibidir. Hangi atom, vücudun hangi faaliyetine lâzımsa oraya gider. Bu işlemlere âciz insanın bir dahli olabilseydi, her işi bırakıp bütün hayatını yediği bir lokmanın ayrıştırılmasına harcaması gerekirdi. Böylece insanın en sevdiği yeme olayı, hayatını mahveden bir kâbus olur, her lokmayı yediğinde âdeta zehirlenirdi.
Sadece bahsettiğimiz bu iki hâdiseyi anlayabilmek için yıllarca tahsil görmemiz gerekir. Bir de bunları idâre etme zorunluluğumuz olsaydı, hâlimiz nice olurdu? Bu ve benzeri pek çok hummâlı çalışma, vücudumuzda hiç durmadan yürütülürken, işler her şeyin sahibi tarafından kusursuzca çekip çevrilirken bize düşen nedir?
Bizi yaratan, hayatı bize nimet olarak lûtfetmiş olan, bizden bu işleri yapmamızı değil; sadece nimeti vereni ve bu işleri gördüreni bilmemizi istiyor. O’nu tanımamızı ve şükür hâlinde olmamızı istiyor. Âmâ bir kimseye yol gösterene minnettarlık duyan, bir bardak su ikrâm edene teşekkür eden bizler, üzerimizde sayısız lütufları bulunan Yaratıcı’mıza karşı şükür hâlinde değilsek bundan büyük bir nankörlük olabilir mi?
Cenâb-ı Hakk’ın hepimize, O’nun üzerimizdeki lütuflarını fark edebilecek rikkati, basîreti, firâseti, âgâhlığı nasip etmesi niyazıyla, bu ayki yazımızı da konuyla alâkalı âyet-i kerîmelerle noktalayalım.
“Şüphesiz Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir; fakat insanların çoğu şükretmezler.” (en-Neml, 73)
“Hâlbuki Allâh’ın nîmetlerini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nahl, 18)
“O, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Allâh’ın nîmetini saymak isterseniz sayamazsınız! Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.” (İbrahim, 34)
“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür. Ve kendisi de buna şahittir.” (el-Âdiyât, 6)
YORUMLAR