İnsanın yaratılışıyla alâkalı olarak Târık Sûresi’nde:
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. (O su), sırt (sulb) ile göğüs kafesi (terâib) arasından çıkar. İşte Allah (başlangıçta bu şekilde yarattığı) insanı tekrar yaratmaya da kâdirdir.” (et-Târık 5-8) buyrulmaktadır.
Cenin, anne rahminde 6-7 haftalık olunca, bel kemiğinin her iki yanında “Wolf” denilen bir kabartı ve kanalları belirir. Bunun bir parçasından böbrekler ve idrar boşaltım sistemi, diğer parçasından ise, erkek çocukta husye; kız çocuğunda yumurtalık meydana gelir. Yani husye ve yumurtalıktan her biri, ilk defa böbreklere yakın oluşmaktadır ki, bu bölge yaklaşık olarak bel kemiği ile eğe kemikleri arasına düşer. Daha sonra buradan görevlerini yapacakları yere göç ederler.
Bir önceki yazımızda, bu oluşum ve gelişimi teferruatıyla açıkladık. Aynı zamanda bu organlar gelişebilmeleri için gerekli kanı da bu bölgedeki damarlar aracılığıyla alırlar, fonksiyonlarını gördürecek olan sinirler de bu bölgeden gelmektedir.
İnsanın yaratılışında kullanılan üreme hücrelerinin, içinde oluşup geliştiği husye ve yumurtalıkların menşei, gıdalanması kan ve sinirler yoluyla; beslenmesi bel kemiği ile eğe kemikleri arasından olmaktadır. Yani insanın üreme organları, ilk defa “sulb” ve “terâib” arasında oluşmakta, görevlerini gördüren damar ve sinirler bu bölgeden gelmektedir. Ayrıca anne ve baba bedeninde, üreme hücresinin ilgili organdan çıkışı da belli miktarda su ile olmaktadır. Âyet-i kerîme’de buyrulduğu gibi, insan; “sulb” ve “terâib” arasından çıkan, atılan bir sudan yaratılmıştır. Bilim adamlarının yakın tarihte ulaştığı bu bilgiye, Kur’ân-ı Kerîm 14 asır önce temas etmiştir.[1]
Bütün ilmî çalışmalar, doğru bir şekilde noktalandığında ve kâmilen nihayete erdirildiğinde ortaya çıkan bu hakikat, Kur’ân’ın tasdîkinden başka bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerîm, gittikçe tekâmül eden biyolojik bir mûcize sırrı içinde, henüz öğrenebildiğimiz ilmî hakikatleri ve tanzîm-i ilâhîyi, hiçbir biyoloji gerçeğinin bilinmediği on dört asır öncesinden haber vermiştir. Bu, Kur’ân’ın azamet ve ihtişâmını gösteren delillerden sadece biridir.[2]
Şimdi bu hücrelerin oluşumunu daha yakından görelim:
Doğumundan ölümüne yumurta hücresinin mâcerâsı:
Yumurta; yumurtalık adı verilen organlarda üretilir. Yumurtalıklar leğen boşluğunda, kendilerine uzanan saçakların ucunda duran, badem şeklinde, ceviz büyüklüğünde iki adet minyatür fabrikadır. Kısa bir bağla karın içi zarına, bir bağla da rahme bağlıdırlar. Dış kısmı, özel ve sağlam bir zar tabakasıyla çevrili olup, yumurtalığı besleyen; sinir, kan ve lenf damarlarının girip çıkacağı kadar boşluk bulunur. Bu muhafazalı yapı içinde kan bakımından zengin lif dokuları ve çeşitli boylarda irili ufaklı küre şeklinde cisimcikler yer alır. Yumurta hücresinin içinde bulunduğu bu keseciklerin sayısı, anne karnında milyonları bulurken ergenliğe gelindiğinde 200-400 bine düşmüştür. Bu kesecikler, yumurta hücresinin gelişimini ve korunmasını sağlarlar. Büluğ çağıyla beraber, her ay bu keseciklerden bir tanesindeki yumurta hücresi olgunlaşarak yumurtalığın dışına bırakılır. Yani bir kadının ömrü boyunca yumurtalıktan bıraktığı yumurta hücresi sayısı, yaklaşık dört yüz civarındadır. Yüzbinlerce kesecikten her ay, hangisinin seçilip olgunlaşacağının kararını kim vermektedir?
Yumurta hücresi, kadın bedenindeki en büyük hücredir. (Diğer vücut hücreleri 4-5 mikron iken, yumurta hücresi 200 mikrondur. Mikron ise, milimetrenin binde biridir.) Bunun özel bir sebebi vardır: Daha anne karnında iken kız çocuklarının yumurtalıklarında altı milyon ibtidâî yumurta bulunur. Bunların çoğu, bebek dünyaya gelmeden körelip ölür. Bu körelme, çocukluk yıllarında da devam eder. Nihayet ergenlikle birlikte, kalan yumurtalar beynin tabanında bulunan bir bezden salgılanan hormonların tesiriyle, uykudan uyanıp gelişimlerini tamamlamaya başlarlar.
Bu salgı bezi, “hipofiz”dir ve iki çeşit hormonu kana bırakır. Birincisi, yumurtalıkta mevcut olan üreme hücrelerini harekete geçiren ve geliştiren hormondur. Yumurtalıklarda, yumurtanın etrafını saran özel bir hücre grubu vardır ve yumurta, daima bu hücrelerin içinde olgunlaştırılır. “Folikül hücreleri” adı verilen bu grup, yumurta hücresi ile birlikte gelişerek şekilden şekle girerken pek çok fonksiyonu da icrâ eder.
Yumurta hücresinin olgunlaşıp üreme hücresi hâline gelmesi, bir dizi reaksiyon sonucunda olur. “Bir mitoz, iki mayoz bölünme” yapan hücredeki bu bölünme sırası, hiçbir zaman değişmez. Bu bölünmeler, son derece önemlidir. Zira insanın vücut hücrelerindeki 46 olan kromozom sayısı, mitoz bölünmelerle daima sabit tutulurken; üreme hücrelerindeki sayı mayoz bölünmeyle yarıya indirilir. Bunun sebebi, babadan gelen hücre, anneden gelenle birleşerek insanın temeli olan ilk hücreyi oluşturduklarında kromozom sayısını 46’da sabitlemektir.
İnsanın sahip olduğu kromozomların yarısı anadan, yarısı babadan gelir. Şayet üreme hücreleri, özel bir bölünme yaparak sayılarını yarıya indirmeselerdi, her birleşmeden sonra kromozom sayısı iki katına çıkacak 46, 92, 184 şeklinde artarak devam edecekti. İnsanın tek bir kromozomunun eksikliği ya da fazlalığında bile çok ciddî hastalıklar ortaya çıkmakta olduğuna göre, bu şekilde bir artışla nasıl bir yaratık oluşacaktı, Allah bilir!..
Ancak hayranlık verici bir düzenle bu bölünmeler, dâimâ normal bir insanı oluşturacak özellikte meydana gelir. Gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir hücrenin içinde yer alan, özel mikroskoplar sayesinde ancak görülebilen kromozomlarımız, hangi hücrede yer aldıklarını bilirler ve o hücreye özel bölünme geçirirler. Anne ve babanın vücudunda yer alan eşey hücreleri, ileride bir insanı oluşturmada kullanılacaklarını bilmekte ve hazırlıklarını ona göre yapmaktadır.
Şuursuz atomlardan oluşan kromozomlarımız, metrenin milyarda biri gibi ölçmekten âciz olduğumuz bir alana paketlenmiş olmalarına rağmen, bulundukları yerin koordinatlarını çözmekte son derece ustadırlar. Cinsiyet hücresi ve vücut hücresi farkını bu ufacık alandan mahâretle yapmakta, sayılarını da buna göre ya sabit tutmakta ya da yarıya indirmektedirler!.. Bilim adamları bunları öğrenip ezberleyebilmek için yıllarca fakülteye gider, saatlerce ders çalışır. Çoğu kez de kitaba bakmadan birçok şeyi anlatamaz, yazamaz. Yani azıcık bir şey öğrenince ilmine mağrur olan insanoğlu, aslında kromozomlarımız kadar bu konuya vâkıf değildir!. Peki ya onlar tahsillerini hangi fakültede yaptılar ki, hiçbir kitaba bakmadan, her defasında ustaca hücre bölünmesini yönetebiliyorlar, toz zerresinden daha küçük bir hücrenin içinde, yaklaşık iki metre uzunluğundaki DNA zincirini açıp, birbirine dolaştırıp kör düğüm yapmadan, üzerindeki milyarlarca harfi hiç şaşırmadan okuyup bir kopyasını çıkarabiliyorlar? İşlem tamamlanınca, kendi uzunluğunun milyarda biri kadar olan bir alana tekrar bu ipliği nasıl sıkıştırabiliyorlar?
Hücre bölünürken DNA zinciri açılıp okunur, bir kopyası çıkarılır ve yeni oluşturulan hücrenin çekirdeğine düzgünce paketlenir. Ayrıca bu harfler rastgele sıralanmaz, her birine hayatî mânâlar yüklenmiştir.
Mikro âlem, karşımızda böylesine derin mânâlar yüklenmiş dururken, bize düşen, sonsuz kudret ve saltanat sahibi olan Rabbimizi bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederken, acziyetimizi itiraf etmekten başka bir şey değildir.
Tashih: Dergimizin 108. sayısında (Ocak, 2014) yayınlanmış “Sanat Harikası İnsanın Var Oluşu-1” başlıklı makalede, “Kromozomlarımın uzunluğu, kâinatı dolaşacak cinstendi. (Güneş’e 20.000 defa gidebilir.)” şeklinde yer alan ifade, (Güneş’e 2.000 defa gidebilir.) şeklinde olmalıydı. Düzeltir, değerli yazarımızdan ve muhterem okuyucularımızdan özür dileriz.
[1] Bkz: Dr. M. Ali Bar, Kur’ân-ı Kerîm ve Modern Tıbba Göre İnsanın Yaratılışı, TDV Yayınları, Ankara, 1991, sh: 41-44.
[2] Osman Nûri Topbaş, Rahmet Peygamberi’nden Rahmet Esintileri ve Kur’ân Mûcizesi, İstanbul, 2008, sh: 300.
YORUMLAR