Rahme geldiğinde taşlı yüzüğe benzeyen zigot, bir yandan buraya gömülürken bir yandan da insanı oluşturmak için zamanı geldikçe, bir önceki sayımızda bahsettiğimiz değişimleri geçirmeye başlar. Zigotun rahme yuvalanma işine, daha önce yumurtalıktan yumurtayı bırakan hücreler yardımcı olurlar. Onlar yumurtayı atınca, içine dolan yağ hücreleri yüzünden sarı cisim adını almışlardır. Bu sarı cisim, sade bir yağ bezesi değil, zigotun rahme tutunma ve gömülmesini sağlayan hormonu salgılayan aktif bir yapıdır. Bu yapının vazifesi, yaklaşık dört ay boyunca, yani plasentanın (bebeğin eşi) gelişimini tamamlayıp, hormon salgılama işini üstlenene kadar devam eder.
Dört ay sonra bebeğin eşi (plasenta), ürettiği hormonlarla hâmileliğin devam etmesini sağlar. Sarı cisim de vazifesini tamamlamanın huzuruyla sahneden sessizce çekilir. Bu dört aylık süre zarfında sarı cismin yapısında bir zaaf meydana gelirse, hâmilelik düşük ile neticelenir.
Sarı cisim, ayrıca diğer bir kimyevî formül üreterek yeni yumurta gelişimini de önler. Yeni yumurta gelişiminin önlenmesinin mevcut hâmileliğin devamında ne kadar hayatî olduğunu daha önceki yazılarımızda incelemiştik. Şuursuz hücreler tarafından üretilen, cansız ve akılsız kimyevî formüller sayesinde; hem hâmileliğin sağlıklı bir şekilde devamı sağlanır, hem de yeni hâmilelik oluşumu engellenmiş olur. Annenin bedeninde bütün bu işler olup biterken o, her şeyden habersiz, içindeki yavruyu taşımaktadır. Ancak annenin vücut sistemi, içerideki emânetten haberdardır ve bütün işleyişiyle ona kilitlenmiş durumdadır. Âdeta içinde kâinâtın gözbebeğini taşıdığının farkındadır.
Rahme yuvalanmayı sağlayan hücrelere, “besleyici hücreler” denilmektedir. Bunlar ismiyle müsemmâ olarak, bebeğin beslenme işini üstlenirler. Rahmin içine dalarak ilerleyen bu hücreler, zarlarını kaybederek süngerimsi bir yapı ortaya çıkarırlar ve ardından odacıklı bir hâle dönüşürler. Bu hücrelerin rahim içine yaptığı çıkıntılarla, rahmin iç tabakasını döşeyen özel yapıdaki hücreler birleşerek plasentayı (eşi) oluştururlar. Yani eşin (plasentanın), hem anneye, hem bebeğe bakan yüzü vardır. Eş (plasenta), rahim içinin dörtte birini kaplar ve dörtte üçü bebeğe ait, dörtte biri anne rahmine ait yapılardan meydana gelir.
Olgun şekliyle eş; 500 gr. ağırlığında, 2-4 cm. kalınlığında süngerimsi bir yapıdır. İçini kaplayan damar ağının uzunluğu 50 km. olup kıvrılan damarlar, toplam 12-20 metrekarelik bir emilim yüzeyi oluştururlar. Hâmilelikte rahme dakikada 500-700 ml. kan gelir. Bunun 400-500 mililitresi, bebeğin eşine akar. Eş; bebek için hayatî bir organdır, doğumla beraber vazifesi sona erer ve rahimden atılır.
Dakikada 400-500 ml. kanın aktığı eş, anne ile bebek arasında oksijen-karbondioksit alışverişini sağlarken tıpkı bir akciğer gibi çalışır.
Bebekte oluşan üreyi, anne kanına ulaştırdığı için böbrekler gibi çalışır.
Bebek için gerekli hormonları üretirken salgı sistemi gibi çalışır. Hâmileliğin 12. haftadan sonra devamı, eş tarafından sağlanır. Bebek için gerekli olan anne sütünün yapımı için göğüsleri hazırlar.
Hamileliğin tespitinde kullanılan hormonu salgılar. Bu hormon, yumurtalıktaki sarı cismi uyararak ömrünü uzatır ve 12. haftaya kadar hâmileliğin devamı, bu sayede mümkün olur. Eşin oluşumu kemâle erince de bu vazifeyi o üstlenir.
Anne kanından gelen, yağda eriyen vitaminler, protein oluşturmak için kullanılan aminoasitler, şeker ve mineraller gibi gıdaları emip bebeğe aktarılmasını sağlarken ince bağırsaklar gibi çalışır.
Anne kanıyla gelen hücrelerden demiri açığa çıkarıp bebeğe aktarmakla karaciğerin vazifesini yapar.
Anneden gelen koruyucu maddeleri geçirirken, bir kısım koruyucu maddeleri salgılayarak savunma sistemi gibi vazife yapar.
Anne mikrobik bir hastalığa yakalansa bile, eş, bu mikropların bebeğe geçişine izin vermez.
Bebeğin anne rahmindeki ısısını kontrol edip, termo-regülasyon vazifesi yapar.
Bebek büyürken, ayına göre ihtiyacı da farklılaşmaktadır. Eş bu durumdan haberdardır ve bebeğe ayına göre ne ihtiyacı varsa onu gönderir.
Bebeğin anne rahmine tutunması, orada emniyetle büyümesi, beslenmesi, zararlı maddelerden korunması; ortamın ısı, nem ve oksijeninin ayarlanması, suyun içinde boğulmadan sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişmesi ve daha aklımıza gelmeyen nice sırlar saklıdır döllenmiş yumurta hücresinde… Bu sebeple o; anne rahmine ilerlerken bilinmeze doğru yolculuk yapmadığının farkındadır. Son derece şuurlu bir şekilde buraya seyahat eder, rahme gelince iniş takımlarını açar ve günler süren bir emekle, kopmayacak şekilde buraya bağlanır. Bünyesinde depolanmış bilgileri sırayla işleme koyar.
Eş de bu bilgilerin bir parçası olarak, zigotun rahme gelmesiyle ortaya çıkıp gelişen, kalifiye elemanlarla dolu bir bilgi işlem merkezi gibidir. En donanımlı hayat destek ünitesinden daha fazla gelişmiş düzeydedir. Bebeğin ne zaman neye ihtiyacı varsa, ona göre yapılanır. Hangi maddeye ne kadar ihtiyacı varsa, o kadar gönderir. Hangi maddelerin geçişi zararlı olacaksa, onları da filtre eder. Anne rahmine kan damarlarını açarak ilerleyen ve sıkı sıkıya oraya tutunan “eş” sayesinde, bebek burada güvenli bir 40 hafta geçirmektedir.
Yarım kiloluk bir et parçası, içinde 50 kilometrelik bir damar ağı taşımakta, bu yumak sayesinde 20 metrekarelik bir emilim yüzeyi oluşturulmaktadır! Yukarıda saydığımız pek çok organın vazifesini üstlenen bu mükemmel gelişimli muhteşem yapının işi, doğumla beraber sona ermekte ve sıkı sıkı bağlandığı rahimden ayrıldığında, diğer atıklarla beraber ortamdan uzaklaştırılmaktadır.
Yani onun vazifesi, sadece sanat harikası insana oluşum ve gelişim aşamasında hizmet etmek, doğumdan sonra onu besleyecek olan yapıları geliştirmektir. Bunu da layıkıyla yerine getirdikten sonra vazifesini yerine getirmenin huzuruyla tevâzû ile gündemden düşer. Yaptığı işlerin bereketi kendisinden sonra da görülür.
“-Ben olmasaydım başına ne işler gelirdi?”
“-Neler neler yaptım ben senin için, ne fedakârlıklara katlandım?” diye söylenmeden, sessiz sedâsız, bir hiç gibi gider…
Nice ibretlik manzaraların cümbüşü hâlinde olan kâinatta, her şey insanın emrine âmâde kılınmış iken, hiçbiri “varlık ve benlik” iddiasında bulunmaz. Bir yudum su içirdiğimiz birinden teşekkür bekleyen, belki bazen bir tebessümümüzle bile çevremizi minnet altında bırakan bizlere, aslında en mühim dersi haykırır, bu sessiz sedâsız duruş… En güzel kulluk dersini verir insana; emrine musahhar kılınan varlık… Zira “kulluk; hiçlik ve tevâzu hâlidir. «Ben!» değil, dâimâ «Sen yâ Rabbi!» diyebilmektir!”
Âlemler, O’nu hamd ile tesbih ve tenzih ederken bu zikre katılabilmeyi, lâyıkıyla kulluk edebilmeyi, kâinâta gönül gözüyle bakıp, gözbebeği olan insandaki sır ve hikmetleri okuyabilmeyi Rabbimiz cümlemize nasîb eylesin! Âmin.
YORUMLAR