İnsanı meydana getiren 46 kromozomlu ilk hücrede, bütün vücut sistemini meydana getirecek bilgi depoludur. Tıpkı minik bir tohumda dev bir çınar ağacının saklı olması gibi… Hücreler çoğalırken sakladıkları bu öz bilgiyi diğer hücreye aktarırlar. Yani oluşan her hücrede bir insan inşâ edecek potansiyel bilgi mevcuttur. Her bir dokuyu ve organı inşâ eden hücrede, diğer organ ve dokuları yapacak bilgi vardır. Yani göz hücremiz, beyin hücresini yapmayı bilir. Kalp hücremizde bağırsak hücrelerine dönüşme bilgisi vardır. El ve ayaklarımızı yapan hücreler, isteselerdi dile dönüşebilirlerdi. Ancak bu dünya hayatına doğan insanoğlunun hücrelerinin her biri, hangi organa dönüşecekse, kromozomlardaki bilginin sadece o kısmını kullanır, diğerlerini baskı altına alır. Bu sebeple dilimiz burna, kulağımız göze dönüşmez. Bilgiler, bir gâyeye, “ahsen-i takvîm” olan insanı var etme gâyesine hizmet ederler.
Aslında bu kadar kompleks bir işi, şuursuz hücrelerin kararlaştırıp yapması, gerçekten de çok zor. Ancak biz âcizler bu işleri yapıp yaratan yüce bir kudretin varlığını kabul etmezsek, o zaman bu şuursuz atomların oluşturduğu hücrelerden meydana gelen zigotun bizden daha akıllı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zira o tıp fakültesini bitirip ihtisas yaptıktan sonra, yan dal uzmanlığını da tamamlayan, hattâ akademisyen, doçent ve profesör olanların cümlesinden daha bilgilidir. Çünkü pek çok farklı uzmanlık, bugün insanın var oluş safhalarını inceliyor, her gün yeni bir buluş ve ilerleme oluyor, ancak yine de insanın sırrı hâlâ tam olarak çözülemiyor. Daha öğrenecek neler var kim bilir?!
Allah -celle celâlühû-; akılsız hücreleri, dâhi gibi çalıştıran, metrelerce uzunluktaki bir zincirden sadece o iş için gerekli bilgileri okutturan, diğer bilgileri ise geçici bir süre rafa kaldıran; sınırsız bir ilme, yüce bir kudrete sahip, eşsiz ve benzersiz bir yaratıcıdır. Böyle olmasaydı; hücreler tam bir anarşiye düşer, hiçbiri milyonlarca sayfalık bir ansiklopediden hangi bilgiyi çıkarıp okuyacağını, hangisini kullanarak sanatını ortaya çıkaracağını bilemezdi. Çünkü ne dilimizi yapan hücreler, ne de beynimizi yapanlar, bu organları tanımıyorlar. Daha önce de böyle bir organ inşaatında çalışmamışlar. Hepsi işini ilk defa yapıyor. Ellerinde o doku ve organla ilgili ne bir proje var, ne de bir taslak… Üstelik çalıştıkları ortam karanlık, yaptıklarını seyredebilecekleri bir mum alevi kadar bile ışıkları yok! Ayrıca suyun içinde çalışıyorlar, yani yapılan her şeyin akıntıya kapılıp gitmesi işten bile değil… Ancak ne yaptığını, neyi yaptığını, nasıl yaptığını bilmeden, bu kadar karmaşık işleri tereyağından kıl çeker gibi, anarşiye düşmeden becerebiliyorlar!
Bizler, bin kişilik bir organizasyonu düzgün bir şekilde başarabilen insanları “Ne kadar da kabiliyetliler!” diye alkışlar, takdir ederiz. Vücut sistemimizde trilyonlarca hücre, en mükemmel organizasyonlara parmak ısırtacak kadar düzgün ve koordineli çalışmaktadır. Onların bu işleri nasıl becerdiğini ya da ne kadar kabiliyetli olduklarını hiç düşündük mü?!
Bu iş, şuursuz atomların değil; o atomların da, hücrelerin de, organların da, insanın da hâsılı bütün kâinatın sahibi olan, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, azametli bir Sultân’ın işidir. O öylesine kudretlidir ki, daha sayfalarca yazsak bitiremeyeceğimiz, aklımızın almayacağı daha nice işleri sadece “ol” demekle yapıverir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı «Ol!» demekten ibârettir. Hemen oluverir.” (Yâsîn, 82)
“Göklerin ve yerin mübdii/eşsiz yaratıcısıdır (onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır). Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece «ol» der, o da oluverir.” (el-Bakara, 117)
Milyonlarca sayfalık bilginin içinden sadece gözü okutturan ilim, gün gelecek dili de okutturacak, dünyada kulak görevini yapan, el, ayak görevini yapan hücreler… zamanı gelince bülbül gibi konuşacaklar ve hepsi ne yaptığını haber verecek; üstelik biz istemesek bile… Zira gözümüzdeki, kulağımızdaki, elimiz-ayağımızdaki hücreler, dil olma ile ilgili bilgileri zaten taşıyor.
Hard disklerin bilgisayara takılıp içinde ne var ne yok okutturulması gibi, âhirette zerrelerimizin içine saklanmış bilgiler dahî açığa çıkarılacak. Hoş, her şeye gücü yeten Rabbimizin organlarımızı konuşturmak için hiçbir artı bilgiye ihtiyacı yoktur. Ancak bunlar bizlerin ibret almamız için yaratılışımıza konmuş ilâhî kanunlardır. Dileseydi, hiçbir kural olmaksızın var edebilirdi her şeyi... Ancak o zaman kâinata sırlanmış ilim karşısında biz âcizlerin durumu ne olurdu; sadece Allah bilir!
Âhirette herkesin başına gelecek olan bu hâdise, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmaktadır:
“O gün ağızlarını mühürleriz. Bizimle elleri konuşur ve ayakları da yaptıklarına şâhitlik eder.” (Yâsîn, 65)
“Nihayet Allâh’ın düşmanları oraya vardıklarında dünyada iken yapageldiklerinden dolayı kulakları, gözleri, derileri aleyhlerinde şâhitlik edeceklerdir. Derilerine: «Bizim aleyhimize niçin şahitlik ettiniz?» diyecekler. Onlar da: «Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Zaten sizi ilk defa O yaratmıştır. Yine ancak Ona döndürülüyorsunuz.» diyecekler. Siz, gözlerinizin, kulaklarınızın ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötü iş işlemekten çekinmiyordunuz! Bilâkis Allâh’ın, yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanmıştınız! İşte Rabbinizi böyle sanmanız sizi mahvetti! Bu yüzden hüsrâna düştünüz.” (Fussilet, 20-23)[1]
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu manzarayı şöyle tasvir etmiştir:
“Bir suçlu kıyamet gününde yaptıklarını inkâr ettiğinde, Allah onun uzuvlarına emir verecek ve onlar onun yaptıklarına karşı şâhitlik edecekler.” (Bkz: İbn-i Kesîr, IV, 95)
* * *
Öldükten sonra diriliş hâdisesi, her dönemde insanların muhayyilesini zorlamış, âhiretin varlığı ve hesaba çekilme mevzuu, inkârcıların keyfini kaçırmıştır. Hattâ İslâm’ın ilk yıllarında dirilişi, âhireti, hesâbı haber veren âyet-i kerîmeler nâzil olduğunda, bu işe Mekkeli müşriklerin canı sıkılmış ve Kur’ân’ın bize bildirdiğine göre, buna “Büyük haber” demişlerdi:
“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi?” (en-Nebe’, 1-2)
Zira âhiretsiz bir dünya hayatı anlayışı, onlara sınırsız bir “hürriyet” sağlıyor, kimseye hesap vermeden istedikleri zulmü ve ahlâksızlığı rahatça gerçekleştirebiliyorlardı.
“Çürüyüp toz-toprak olduktan sonra mı tekrar ilk hâlimize döndürüleceğiz?” hezeyanlarıyla dirilişi muhal görüyorlardı.
“«Öldükten sonra biz, (dünyadaki) ilk hâlimize mi döndürüleceğiz?! (Hem de) çürümüş kemikler olduktan sonra mı?» derler.” (en-Nâziât, 10-11)
Rabbimiz de onların bu birbirini tutmayan görüş ve düşüncelerine şöyle cevap vermiştir:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize misal getirmeye kalkışıyor ve «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: «Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.» Çünkü O her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsîn, 77-79)
* * *
Bizleri ilk başta, örneksiz ve tek bir hücremiz bile yokken var eden Allâh’ın gücü, biz ölüp gittikten, çürüyüp toz olduktan sonra da yaratmaya yeter. Gâfil insan ise hem dirilişi inkâr ediyor, hem de Allâh’ın yaratmasını... Hem de:
“-Bir hücrenin içindeki bilgiyi tamamıyla okuduğumuz gün, bir hücreden insanı biz yaratacağız!..” diyor.
Hamâkate bakın ki, körlüğünden, ahmaklığından, âcizliğinden dahî haberi yok da kendini görür, bilir, her şeye gücü yeter sanıyor.
Dirilişimiz, ilâhî huzurda toplanışımız ve âzâlarımızın bir insan gibi konuşması… Gerçekten dehşet verici, fakat imkânsız değil… Çünkü her bir hücrede bir diğerinin bilgisi var. Tek bir hücre, bir insanın bilgisini taşıyor. Bizi ilk başta hiçbir hücremiz yokken; yoktan yaratan Allah, bütün organlarımız, dokularımız parçalanıp toz olmuşken, toprağa karışmışken; belirli bir günün muayyen bir vaktinde bizi oradan çıkaracak ve yeniden yaratacaktır. Âzâlarımızın bize düşman kesilip, her birinin aleyhimize şahitlik yapacağı o gün gelmeden; onları yaratılış gayesine uygun kullanmak îcâb eder.
Rabbimizin mükerrer âyet-i kerîmelerle:
“O gün (hakikatleri) yalan sayanların vay hâline!” (Bkz: el-Mürselat, 15, 19 vd.) buyurarak ikaz ettiği, mücrimlerin:
“…Vay hâlimize! Bu nasıl kitapmış, küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın yaptıklarımızın hepsini sayıp dökmüş!..” (el-Kehf, 49) diyerek kaçacak delik aradığı, inkârcının:
“Eyvah bana, keşke toprak olsaydım!” (en-Nebe’, 40) diyerek feryat edeceği “yevmü’l-fasl: ayrım günü” (el-Mürselât, 13) gelmeden; Rabbimiz, en yüce ve en mutlak hakikati gönül gözüyle görebilmeyi, gereğince amel edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.
İnsanın sadece ana-babasından, evlâdından, kardeş ve arkadaşından değil, kendisinden bile kaçmak isteyeceği; ancak, kaçış değil; ilâhî huzurda dünya hayatında yaptıklarımızın ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın hesabını verme günü olan, “o dehşetli gün” gelmeden bizleri gafletten uyandırsın! Merhametiyle bağışlayıp, meccânen affetsin. Âmin!
[1] Bu konuda ayrıca şu âyet-i kerîmelere bakılabilir: el-İsra, 49-51, 98; el-Mü’minûn, 35-38, 82-83; en-Nûr, 24; es-Secde, 10; Yâsîn, 78, 79; es-Sâffât, 16-18; el-Vâkıa, 47-50; en-Nâziât, 10-14.
YORUMLAR