Anne rahmine doğru dut küresine benzer şekilde ilerleyen bir et parçasından, haftalar içinde sanat harikası bir insan inşâ edilir. Bu inşaatta çalışanlar; vazifelerine son derece sâdık, son derece çalışkan, son derece kabiliyetli varlıklardır. Hepsi de ilk defa böyle bir işte yer almalarına rağmen kendilerine öğretilen bilgiyle muhteşem işler başarırlar. Câlib-i dikkat olan, bu işleri becerenlerin; aklı şuuru olmayan cansız atomlardan müteşekkil olmalarıdır.
Bir önceki yazımızda; tek bir hücreden yüzlerce çeşit hücre oluşması ve bunların da milyarlarcasının birbirini tanıyarak eşleşmesi sonucunda kalbimiz, böbreğimiz, beynimiz… hâsılı, bütün vücut sistemimizin nasıl meydana geldiği hususunda tefekkürde bulunmuştuk. Bu yazımızda, başladığımız bu tefekkürü derinleştirerek sürdürelim. Rabbim bizlere, kendisine yaklaştıracak bir tefekkür ufku nasip eylesin.
Anne rahmine iki farklı hücre yapısıyla gelen tohum, bir yandan burada dal-budak salarken, bir yandan da insanın inşâsıyla ilgili akıl almaz değişim süreçlerinden geçmektedir. Rahmin iç tabakasına ilerleyen hücreler, bir bitkinin toprağa kök salması gibi, embriyonun sıkı sıkıya rahme tutunmasını sağlar. Tıpkı bitkiyi besleyen kökler gibi, bebeğin beslenmesinden sorumlu olan temel yapıyı oluştururlar.
Diğer tarafta, toprağa ekilen bir tohumun fidana, ardından çiçeğe ve meyveye dönüşmesi gibi, hücrelerin insan meyvesini vermek üzere hummalı bir şekilde çalıştıklarını görürüz. Her bir hücre, hangi organa dönüşme emrini aldıysa, o organın yerleşeceği bölgeye göç eder, sayısını milyonlara kadar çoğaltır, birbirleriyle bağlantılar kurar ve 40 haftanın sonunda olgunlaşmış olarak dış dünyaya adım atmaya hazırlanır. İlginç olan ise, bu hücrelerin, inşâ ettikleri organın, bir zaman sonra hangi vazifeyi icrâ edeceğini bilmesi ve tamamen ona göre yapılanmasıdır. Yani organı yapan hücreler, vazifeye göre şekil almaktadırlar. Ancak bu değişimi geçiren hücreler de bu organı tanımamaktadır. Hepsi kendilerine verilen emir doğrultusunda, hiç durmadan çalışıp büyük başarılara imza atmaktadır.
Gerçekte bütün bu süreç, göründüğünden daha karmaşık ve esrarengizdir. Çünkü bölünme sürecinin bir aşamasında, kopyalanan hücrelerden bazıları, nereden ve nasıl geldiği anlaşılamayan bir emirle, diğer kardeşlerinden farklılaşmaya ve bütünüyle değişik bir yapı kazanmaya başlar. Aslı aynı olan bu hücrelerin, bölünme süreci içinde zamanla farklı doku, organ ve sistemleri meydana getirmeleri, DNA’larında kodlanmış farklı bilgileri kullanarak farklı protein üretmeleriyle gerçekleşir.
Meselâ; deri hücreleri, “keratin” denilen özel bir protein yönünden zengindir. Keratin, deriye özel bir elâstikiyet verir. Derinin sardığı organlar, meselâ elimiz ya da parmaklarımız, milyonlarca kez hareket etse bile, cildimiz çatlayıp kırılmaz. Ayrıca anne rahminde bebek büyürken onu sarmalayan deri de hiçbir organı açıkta bırakmayacak şekilde aynı anda esnek olarak büyür. Bu büyüme, sistemin gerisinde kalsaydı, bazı organlar açıkta kalacaktı. Gecikmeli bir üretim yapılsaydı veya organlar büyüdükten sonra üzerlerine deri eklenseydi, kırk yamalı bohça gibi bir cilt yapısıyla dünyaya gelecektik ki bu, hiçbir zaman böyle gerçekleşmez.
Kas hücreleri ise, “myosin” denilen özel bir proteinle sarılmıştır. Bu protein, diğer bir eş proteinle irtibata geçip uzunluğunu değiştirebilir. Böylece kas liflerinin uzayıp kısalması, yani hareket mümkün olur.
Beyin hücreleri ise, elektrik iletmeye yardımcı proteinler ihtiva eder. Bir hücre, beyin hücresi olmak üzere değişirken; sinir sistemi içinde hangi parçayı oluşturacağını ve diğer sinirlerle nasıl bağlantı kuracağını, bütün sistemden gelen bilgilerin burada toplanacağını, beyin içinde görme, işitme, hissetme, hâfıza, problem çözme gibi husûsî vazifeli kısımların olacağını, beynin beslenmesini, oksijen alıp vermesini ve daha yazmakla bitiremeyeceğimiz nice işleri, hatta bilemediğimiz nicelerini, hayretlerimizi mûcip bir şekilde hesaba katmaktadır. Belli hücreler, beynin zarar görme ihtimalini göz önünde bulundurup onu çevrelemekte, haftalar sonra gerçekleşecek doğum sırasında oluşabilecek olumsuz şartları değerlendirip ona göre bir yapı oluşturmaktadır. Bugün bile sırrını koruyan beyin, bu hücreler için muammâ değildir ve hiçbir detay atlanmadan yapılanma tamamlanır.
Her organın vazifesi neyse, şekli nasıl olacaksa, hücreler, ona has proteinler üretir. Yani tamamen aynı olan hücreler, DNA’larından dönüşecekleri organla ilgili bilgiyi bulur, okur, onunla ilgili proteini üretmeye başlar ve kopyası olan hücreden farklı bir yapıya bürünür. Bu hücrelerin DNA’larını okuyup değerlendirebilme kapasiteleri vardır.
Bu süreçte, hücrelerin şekilleri de ilerde üstlenecekleri vazifeye uygun olarak değişip farklılaşır. Şöyle ki; sinir hücresi olacak hücreler, elektrik sinyallerini iletebilmelerine imkân verecek şekilde, uzantılı bir yapı kazanırlar. Eklem hücreleri ise, basınca dayanıklı olan küresel şekli seçerler. Kemik hücreleri oluşurken, sıradan bir görünüme sahip bazı hücrelerde, birden kalsiyum birikmeye başlar ve son derece sert bir doku gelişir. Bu sert doku, olağanüstü güçlüdür, kilolarca ağırlığı ömür boyu taşıyabilecek vasıfta yapılmıştır. Kırıldığı zaman kendini yeniden onarabilir. Kendisine denk dayanıklılıktaki bir maddeye göre, çok daha hafiftir. İçindeki boşluklar, hem hafif, hem de esnek ve dayanıklı olmasını sağlar.
Kalbi oluşturacak hücreler, diğerlerinden farklı olarak kasılıp gevşemeye, ritmik hareketler yapmaya başlar. Bu hücreler, hareket startını aldıktan sonra, son nefese kadar durmazlar. Yani bunlar, bütün vücut sistemine hayat pompalayacaklarının farkındaymış gibi çalışmaktadırlar.
Bütün bu oluşumların bilgileri, hücre DNA’sında toplu hâlde bulunur. Organlara ait hücreler, yalnız vazifeleriyle ilgili bilgileri kullanırlar, diğerlerini atlarlar. Böylece her hücre uzmanlaşacağı dalda üretime başlayarak, ihtiyacı olan proteinleri elde eder. Ve anne rahmine tek bir hücrenin aşılanmasıyla gelen zigot; yüzlerce çeşit hücre yığınlarının bir araya gelmesiyle bir insana dönüşür.
Bu dönüşümü sağlayan akılları hayrette bırakan bir değişim sürecidir. Eğer bu esrarengiz değişim süreci olmasaydı, anne karnında gelişimini tamamlayan yapı, bir insan yavrusu olarak değil, üzüm salkımı gibi bir et yığını olarak karşımıza çıkacaktı. Hâlbuki buna fırsat verilmez ve hücrelerden kimi ışığa karşı duyarlı göz hücrelerini, kimi vücudun kimyevî bir fabrikası olan karaciğer hücrelerini; kimi sıcağı, soğuğu ya da acıyı algılayan sinir hücrelerini veya ses titreşimlerini hissedecek hücreleri oluştururlar. Bu çeşitlilik, iki yüzü bulmaktadır.
Materyalist bakış açısıyla ve filozofik yaklaşımlarla kâinata depolanmış bilgileri okuyup anlayabilmek mümkün olsaydı, bizler şimdi geçmiş filozofların izinden hayranlıkla gidip huzur bulan insanlar olurduk. Yıllarca bu kadar akıl almaz hâdiseleri, cansız bir “tabiat ana” felsefesiyle ya da uyduruk, kasıtlı “evrim teorisi”yle okuduk da ne oldu? Mutlak hakikat değişti mi?
Milimetre kübün milyarda birinden daha küçük bir hacme yerleşmiş, ancak hücre bölünürken özel mikroskoplar sayesinde görülür hâle gelebilen ve tamamıyla cansız atomlardan meydana gelmiş bu yapıya (hücre DNA’sına) sırlanan bilginin; adetâ hayatı idare etmesi, ancak ve ancak kudreti sonsuz bir irâde, sınırsız bir ilim, eşi benzeri olmayan bir azamet sayesinde mümkün olabilir.
O daracık alanda hapsolan bilgiyi hayata dönüştüren güç, kendisi de hayat sahibi, dâimâ diri olan, evveli de, âhiri de olmayan, el-Hayy ve el-Kayyum olan Allah’tır. Bizler de O’nun bildirip öğretmesiyle bilen, göstermesiyle gören, başlangıcı tek bir hücre olan âciz kullarız.
O, “Ol!” deyince; o hücre, elimiz, kolumuz, ayağımız, gözümüz, kulağımız, beynimiz… oldu bizim...
O, “Ol!” deyince varlık âlemine çıktık biz, toprağa karıştıktan sonra da yine “Ol!” deyince oradan çıkıp huzuruna toplanacağız…
Ve “o gün” bize hiçbir bedel ödemeden ihsan edilen nimetlere karşılık, ne yaptığımız sorulacak?
Aklı, insafı, vicdanı olan; bir fincan kahveye bile 40 yıl müteşekkir kalırken, üzerimizdeki bunca lutfun sahibini görmezden gelmeye kalkışmak, nasıl bir psikolojik yapıyla eşleşir?!
Kulluğun esası, aczini itiraf edip boyun bükmek, nîmetlere nankörlük etmemek, lütufları görmezden gelmemektir. Her zerreye nakış nakış işlenmiş sanatın sahibini tanımak ve O’nun istediği doğrultuda bir ömür sürmektir. Bu kadar değişim süreci geçirerek “en güzel bir sûretle” bize ikram olunmuş organlarımızı, hâsılı bedenimizi yaratılış gayesine uygun kullanmaktır. Aksi takdirde mahşerde ilk önce kendi zerrelerimiz bizden davacı olacaktır.
YORUMLAR