Sanat Harikası İnsanın Var Oluşu -22- Şekilden Şekile Geçiş

İlkahtan sonra saatler içinde başlayan bölünme işlemleriyle zigotun hücre sayısı artmaktadır. Bu sırada meydana gelen bölünmede, hücreler kendi kopyalarını çıkararak sayılarını ikiye katlarlar. 40 saatte dörde, 80 saatte 32’ye bölünür. 3-4 gün içinde dut meyvesi kadar olur ki, buna “morula” adı verilir. Latince “morus: dut” kelimesinden türetilmiş olup, gelişiminin çok erken safhasındaki embriyoyu ifade eder. Hücreler yığın şeklinde ve dut görünümündedir. Sayıca artan hücrelerin büyüklüğü giderek azalmış, zigotun toplam hacmi ise değişmemiştir. Yumurta içindeki gıdalar kullanıldığından ağırlık azalmıştır.

Dut küresi, tüplerden rahme doğru inerken hücreler kenara doğru itilerek bir boşluk etrafında toplanırlar. Ortaya biriken sıvıyı çevreleyen hücreler, yaklaşık 107 tanedir ve taşlı yüzüğe benzer bir şekil oluştururlar. Bu safha, hücrelere farklı vazife taksiminin de başlangıç safhasıdır. Yüzüğün halkasındaki hücreler rahme tutunma, yerleşme, eşle embriyoyu besleme vazifesini üstlenirken; yüzüğün taş kısmındaki hücreler ise sayıları trilyonlara ulaşarak bir insanı inşâ edeceklerdir.

Zigottaki bölünmenin basit bir kopyalama olmadığını söylemiştik. Ama nasıl oluyor da ilk başta tıpatıp aynı olan hücreler; birden, bir daire etrafına diziliyor, sonra taşlı yüzüğe benzer bir görünüm alıyor ve her bir yapıya farklı bir misyon yükleniyor? Yani orijini tamamen aynı olan hücrelerden bir kısmı insanı inşâ etmek üzere, bir kısmı hayat destek ünitesini oluşturmak üzere birbirlerinden ayrılıyorlar? Yine bir araya toplanan bu kopya, aynı hücrelerden nasıl oluyor da kimi kaşımızı yaparken, kimi gözümüzü, kimi beynimizi, kimi kalbimizi, kimi damarlarımızı, kimisi de damarların içindeki kanımızı, kimi tükürük bezlerimizi, kimi midemizi vb. yapıyor? Aslında beyin hücrelerimizin de, bağırsak hücrelerimizin de orijini aynı, dilimizdeki tat tomurcuğunun da… Kulağımızdaki örs ve üzengiyi yapan hücrelerin de hepsi; ilk başta birbirinin tıpatıp aynısı olan hücrelerden meydana gelmişlerdi.

Nasıl bir değişim oldu ki tek bir hücre; insan vücudundaki yüzlerce çeşit hücreye dönüştü? Benzer hücreler, birbirini nasıl tanıdılar ve inşâ edecekleri organ için bağlantı kurmaları gerektiğini nasıl bildiler? Göğüs kafesi içinde bazı hücreler kalbimizi, bazıları akciğerlerimizi yapmak üzere bir araya geldiler. Milyonlarca hücre birbirini tanıdı, aynı organı yapacak olanlar eşleşti ve bu karanlık ortamda kalbimiz akciğerimize karışmadan gelişimini tamamladı. Sorularını sorarken bile bağlantı kurmakta zorlandığımız bu mükemmel tasarım nasıl gerçekleşti?

 Hem bu değişim ve dönüşümde her bir hücre, diğerine, “neye dönüştüğünü” nasıl haber verdi? Zira görüyoruz ki, hücrelerin hepsi böbrek, ayak, yemek borusu ya da kafatası yapmak için çalışmıyor. Hepsi ne ile görevlendirildilerse onun inşaatını yapıp bırakıyor. Kimse birbirinin sınırına dalmıyor, işine karışmıyor, anarşiye fırsat verilmiyor, hepsi haddini biliyor.

Meselâ gözü yapan hücrelerin kimisi lense, kimisi retinaya kimisi göz kaslarına, kimisi kirpik ve kaşlara dönüşür. Her hücre, ilgili kısmı inşâ ettikten sonra enteresan bir şekilde durur. Lens retinayı, kaşlar kirpikleri görüp tanırlar ve birbirlerinin sınırlarını ihlâl etmezler. Simetrik iki adet göz yapılır; aynı renkte, aynı büyüklükte… Yüzün ölçümü çoktan yapılmış ve gözler olması gereken yerlere yuvalanmıştır. Tâbir-i câizse, kaş yaparken göz çıkarılmadan işlemler tamamlanmıştır.

Sâhi, karanlık bir ortamda ve ortada daha hiçbir doku ve organ taslağı yokken bütün sistem birbiriyle bu koordineli çalışmayı nasıl yürütmektedir? Hücreler birbirleriyle nasıl haberleşmektedir? Her organdan kaç adet olması gerektiğine nasıl karar verilmektedir? Milyarlarca farklı hücre, DNA’sında yer alan milyonlarca sayfalık bilgi bankasından, kendini ilgilendiren kısmı bulup ona uygun olarak yapısını nasıl değiştirmektedir? Bu hücrelerin DNA’larında bulunan plânın hangi bölümü, ne zaman ve nasıl devreye girmektedir? Farklılaşma sürecinde bir organa ait dosyaların, tam da gerektiği yerde ve zamanda engellenmesi nasıl sağlanmaktadır? Bilgilerin depolandığı dosyaların kimi mühürlenip açılmamak üzere rafa kaldırılırken, kiminin üzerindeki kilitler nasıl kalkmaktadır? Bu emir-komuta zinciri nereden başlayıp nasıl yürütülmektedir? Hücreler bunca ileri görüşlü ve dâhiyane hareketleri, plân ve projeleri nasıl gerçekleştirmektedir?

 Genlerin vazife ve işleyiş düzeni, hangi hücrenin hangi geni, ne zaman, ne miktarda çalıştıracağı, bu genlerin hangi kritik noktalarda susması gerektiği ile ilgili olarak, birtakım bilimsel mekanizmalar tanımlanmaktaysa da, bunlar bilim adamlarına göre, karanlıkta cevap bekleyen sorulardır. Zaten şuuru olmayan mekanizmaların böylesine plânlı işleri başarabilmesi mümkün değildir. Asıl olan; bu plânları bir murâd edenin ve yoluna koyanın olduğudur. İnsanın her hücresi, bize bunu haykırmaktadır. Fakat bunu görebilmek için göze değil, basîrete gerek vardır.

Allâh’ın (c.c.) isimlerinin tecellî mekânı olan kâinat da, insan da sır ve hikmetler deryası olan, ilâhî birer kitaptır. Sır ve hikmetler deryası olan bu kitapları okuyup anlayabilmek için önce acziyetimizi bilmemiz gerekmektedir. İnsan ne kadar ilim öğrense, ezberlese, Rabbimiz’in sonsuz ilmi karşısında deryada damla bile değildir. Üstelik ilmi öğreten de O’dur. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…O’nun bildirdikleri dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler….” (el-Bakara, 255)

Yani insan denilen muammâ, baştan sona acziyettir. Ancak mühim olan, bu acziyetine rağmen onun “halîfe” kılınmasıyla, kendisine ne kadar büyük bir değer katıldığının ve mesûliyet yüklendiğinin farkında olabilmesidir.

Kâinatı da, Kur’ân’ı da, kendini de okuyacak olan, insandır. O, tefekkür penceresinden bakarak, ardı arkası kesilmeyecek bu ve benzeri suâlleri yeryüzünün ve hattâ kâinâtın her bir zerresi için sormalı, kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hakk’ın her zerreye nakşettiği sanatı üzerinde düşünüp ibret almalıdır. Allah -celle celâlühû- Kur’ân-ı Kerîm’de mükerrer âyet-i kerîmelerde:

“Akletmez misiniz, düşünmez misiniz?!” buyurarak, bizleri tefekküre davet etmektedir. Kul olana yaraşan da bu dâvetlere karşı duyarsız kalmamaktır.

Rabbimiz, gönül gözümüzü açsın da; gelip geçici dünya hayatında, deryayı damlaya değişme ahmaklığından bizleri muhafaza eylesin! Kendisine yaklaştıracak olan ilmi öğrenebilmeyi cümlemize nasîb eylesin! Âmîn.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle