Sanat Harikası İnsanın Var Oluşu -21- Vücuttaki Kimlik Kontrolü

Her şeyden habersizmiş gibi bölünerek çoğalan ve süratle rahme doğru ilerleyen zigotun yaptığı işlere baktığımızda harikulâde bir plân, incelikli ve sanatlı bir tasarım, hiçbir tesadüfe havâle edilemeyecek kadar mükemmel olan bir işleyiş görmekteyiz. Bunlardan biri de zigotun rahme gömülmesi esnasında yaşanmakta olup, akıl sahibi hiç kimse bunu düşünmeden geçmemelidir.

İnsan vücuduna değil bir hücre topluluğu, kendine ait olmayan tek bir zerre bile girse; vücudun tarama ve tanıma sistemi tarafından ânında algılanıp, yabancı olduğuna karar verildiği takdirde savunma sistemi tarafından o yabancı madde tahrip edilip bir an önce vücuttan tahliye edilir. En basitinden bir yakınınıza kan lâzım olduğunda, belli gruplardan başka kanın hastaya verilemeyeceğini, hattâ bazen aynı grup kanda bile problemler yaşandığını duymuşsunuzdur. Bir organ nakli yapılacağı zaman kan ve doku uyuşması var mı diye nice tahliller yapılır da ona rağmen nakilden sonra bir süre hasta takibe alınarak, vücudun bu yeni organı kabul edip etmediğine bakılır. Her insanın vücudu kendine özeldir ve yeni bir hücre, kan, doku, organ geldiğinde dâima bunun savunma sistemi tarafından nasıl algılanacağı önem taşır.

Annenin vücudunda devam eden hamilelik, ne bir tek hücreden, ne bir tek dokudan, ne de bir tek organdan oluşmaktadır. Bu; birbirinden habersiz ancak birbirini tamamlamak üzere yaratılmış iki ayrı hücrenin birleşimiyle meydana gelen yepyeni bir oluşumdur. Farklı kan grubuna, saç, ten, göz rengine, farklı organ ve sistem işleyişine, kendine has gen yapısına sahip yeni bir insandır. Hâl böyleyken sistemden beklenen daha ilk başta bu yeni oluşumu reddetmesi ve tahliye sürecini başlatmasıdır.

 Annenin vücudundaki “savunma sistemi” gelen misafiri tanımlama ve gerekirse tahliye maksadıyla elemanlarını rahme gönderse de, zigotun olanlara hiç aldırmadan rahmin iç tabakasına doğru iyice yerleşmenin derdinde olduğunu görürüz. Zira halkanın dış tabakasını çeviren hücreler, rahmin iç tabakasını kemirerek ilerlerken aynı zamanda bir filtrasyon tabakası meydana getirmişlerdir. Bununla; hem kendisini tahrip etme amacıyla gelen savunma proteinlerini, hem annenin kanından, bebeğe zarar verebilecek yabancı ve zararlı madde geçişini engelleyen; hassasiyeti ve koruyuculuğu yüksek bir bariyer oluşturmuşlardır. Yani misafir daha hücresel aşamadayken kendini korumaya almıştır. Ayrıca kendini savunma hücrelerinden koruyan ve onları içeri almayan bu sistem, gelişmekte olan embriyo için gerekli olan sıvı ve mineralleri tanır ve onları seçerek içeri alır. Şuursuz atomların meydana getirdiği hücreler, filtrasyon vazifesi yaparken şuurlu bir varlık gibi davranmakta, âdeta bir kimlik kontrolü yaparak gelen maddeleri tanımlamakta ve ona göre kimine geçiş yasağı koyarken kimine vizeyi vermektedir.

Bölünerek hücre sayısını artıran ve rahme ilerleyen zigot, oraya yerleştiğinde kendisini yok etmek için bir dizi reaksiyonun başlatılacağını bilmekte midir? Bu sebeple hücrelerin bir kısmına, damarları kemirip kan emerek rahme asılırken, aynı zamanda koruyucu bir sistem de inşa etmelerini ne zaman fısıldamıştır? Hücreler, bu emri farklılaşmadan önce mi, sonra mı almışlardır? Hangi aşamada hangi işlemin devreye konulacağını nasıl hesap etmektedirler? Filtrenin gözeneklerini, hangi hassasiyet ve büyüklükte yapmaları gerektiğini, hangi maddenin yok etmeye, hangisinin can suyu olmaya geldiğini, neye göre tanımlamaktadırlar?

Rahme tutunup asılan ve 40 haftayı burada geçirecek olan insan yavrusunun, kaçıncı günde ve haftada, hangi molekülden kaç mikrogram kullanması gerektiğini nasıl bilmektedirler? Kuyumcu terazisinden bile hassas olan bu teraziyi nereye ve nasıl kurmaktadırlar? Saniyenin milyonda biri kadar kısacık bir gecikmenin veya atılacak en ufak bir yanlış adımın, bütün işlemleri boşa çıkarabilecek kadar birbiriyle iç içe çalışan bir sistemde bu kadar intizamlı ve koordineli bir çalışma nasıl yürütülmektedir? Akılları hayret ve acziyet içinde bırakacak bu bütünlük nasıl sağlanmaktadır?!

Sorular ne kadar çok olsa da cevapları birdir: Bu harikulade sistem, er-Rahman, er-Rahîm olan yüce Rabbimizin insan vücuduna yerleştirdiği ilahî bir koruma sistemi olup, O’nun yüce lütfundan başka bir şey değildir. Zira bundan sonraki gelişmeler de bunu gözler önüne sermektedir.

İlahî lütfun bir eseri olarak; filtrasyon sürecinin başarıyla tamamlanmasını müteâkip, anne bedeni, zigotu dost olarak algılamakta, güvenliğini temin ve sağlıklı bir şekilde büyüyebilmesi için bütün vücut sistemi haberdar edilmektedir. Gelen misafir öyle kıymetlidir ki; onun anneye uyum sağlaması için değil, anne vücudunun ona adapte olması için bir dizi reaksiyon süreci başlatılmaktadır. Bu süreçte anneye düşen ise, “40 haftalık sabır”dır. Zira gelen misafir varlığıyla; annenin yeme-içmesinden tuvalet alışkanlığına, uyku düzeninden seyahatine varana kadar her şeyine tesir edip değiştirecektir.

Rabbimiz, insanı yaratırken, daha gözle görülemeyecek kadar minicik bir mikro hücreler topluluğu iken, kana pompalattığı miligramın milyarda biri ağırlığındaki “hormon” dediğimiz moleküllerle annenin duygu dünyasını değiştirir. Sabır, fedakârlık, muhabbet yönünden onu pekiştirerek evlât yetiştirmeye hazırlar. Daha hâmilelik safhasında; 40 hafta boyunca, sabır ve çile çemberinden geçirip olgunlaştırır. Hâmilelik, nice zorlukları barındıran bir dönem olmasına rağmen, “el-Vedûd” olan Rabbimiz, öyle bir muhabbet yerleştirir ki anne kalbine; sanki bütün bu meşakkatli süreci anneye yaşatan o değilmiş gibi, doğumla beraber, şefkatle basar bağrına yavrusunu... Yemez yedirir, giymez giydirir analar… Evlâdı için uykusuz kalır, nice yorulur da o geniş gönlüne en ufak bir fütur gelmez. Anneler dâima sabırla, metânetle, fedakârlık, ferâgat ve muhabbetle evlâtlarını yetiştirebilme gayretindedirler.

 Annenin beden ve ruh dünyasını değiştirip duygusal olarak pekiştiren bu hormonun; zigotun rahme gömülmeye başlamasıyla, bizzat onun hücreleri tarafından üretilip anne kanına enjekte edilen, haftalar içinde giderek kanda yükselen ve daha önce mevcut olmayan annelik hormonu olması, akıl sahipleri için nice ibret dersleriyle doludur.

 Gerek yazının başında kısaca aktarmaya çalıştığımız filtrasyon mekanizması, gerekse aklı şuuru olmayan mikro hücrelerden salgılanan, pikogramlarla ağırlığı ölçülen, gözle görülemeyen, beşerî terazilerle ölçülemeyen bu kimyevî formüllerin, gözle görülebilen, gönülle hissedilebilen, aklın kavramakta hayrete ve acze düştüğü, böylesine mükemmel işleri gerçekleştirmesi; şânı da, ilmi de en yüce olan, kudreti sonsuz, her işinde nice sır ve hikmetler bulunan azametli Rabbimizin varlığını ve birliğini haykırmaktadır.

Hakîkaten görmek isteyen, gözsüz de seyreder kâinâtı… Görmek istemeyen ise; Hazret-i Mevlânâ’nın tâbiriyle, “baştan ayağa göz kesilse” ne olur, anlamak istemeyince “baştan ayağa zekâ kesilse” ne?! İnsan ümmî de olsa; kalemsiz, mürekkepsiz de olsa okuyabilir, en yüce hakikati… Yeter ki nefesiyle ölüleri dirilten, körleri iyileştiren, çorak toprağı yeşerten Hazret-i Îsâ Rûhullâh’ın bile kaçtığı “ahmak” gibi olmasın.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle