İnsanın yaratılışını ve bu sırada hücrelerin yaptıklarını incelerken her satırda şunları düşünmeden edemedim:
Bu işleri yapanlar, sanki atom ve hücreler değildi!.. Bu işleri, alanında son derece uzman kişiler yürütüyordu. Bütün birimler, birbiri ile koordineli çalışıyor, en alt birimden en üst birime kadar herkes işini en ince teferruatına kadar hakkıyla biliyor; hatalı adımların nelere yol açabileceği çok önceden çözümlenmiş, bu sebeple bir yanlışa meydan verilmiyor. Herkesin birbirinin işinden haberi olduğu gibi, kimse kimsenin işine karışmıyor. Herkes sınırını ve haddini biliyor. Anarşiye ve kargaşaya yol açılmıyor. Raporlar son derece titiz bir şekilde hazırlanıyor, dokümanlarla ortalık kirletilmiyor. Çevreyle son derece dost olarak çalışılıyor. Sunumlar yapılarak, kimsenin başı ağrıtılmıyor. Kimse:
“-En çok benim sözüm dinlensin! Ben çok iyi bilirim bu işleri, sizi ben yöneteyim.” demiyor, başkanlık sevdasına kapılmıyor, meydana hâkim olmak için diğerlerini ortadan kaldırmıyor…
Her bir zerre, hâdisenin uzmanı ve yöneticisi gibi, işine vâkıf, ama birer köle gibi tevâzuyla ve fedakârca çalışıyor… Hârikulade bir iş yap ve bir hiç gibi ortalıkta gözükme!.. Hem var ol, hem varlık iddiasında bulunma!.. İşini son derece hassas, titiz ve tâbiri câizse eşsiz bir şekilde yap, ama hiçbir ücret, karşılık ve pohpohlama bekleme!..
Bu hücrelerden alacağım çok ders var diye düşündüm, bu yazıları yazarken... Bazen bir cümle üzerinde saatler değil, günlerce düşündüğüm oldu. Hayretle ve haşyetle ürpertiyor yüreğimi Rabbimin beni yoktan var edişi…
Acaba kâinâtın hangi bir yerinde “demir atomu”ydum da sonra “Ol!” deyince Allah, o “demir” kanım oldu benim… Kalsiyum atomları emri alınca, kemiklerimin inşâsına koştular. Hidrojen ve oksijen, dost oldular da, sodyumu yanlarına alıp benim gözyaşım oldular!..
Her biri, bir bilginin şifresi oldu, kromozomlarımda… Kimi proteinlerimi yaptı, kimi kaşımı, kimi kasımı, kimi elimi, kimi dilimdeki tat tomurcuğunu… Bazısı rûhumun dünyaya açılan penceresi olan gözüm oldu; gökyüzündeki yıldızlara, heybetli dağlara onlarla baktım. Bazısı kulağımdaki sesi ileten titrek tüycükler oldu; annemin ninnisini onlarla dinledim. Bazısı beynime kokuyu götüren yol oldu; gülün mest eden kokusunu onlarla aldım. Kimisi karpuzun tadını aldırdı bana, kimisi elmanın, kimisi de muzun…
Sanki bütün atomlar benim var oluşum için emir bekliyordu… Sanki bütün lezzetli yiyecekler beni bekliyordu, onların tadına bakmam için... Sanki bütün bülbüller en güzel bestelerini benim için hazırlamıştı. Mevsimler, en güzel kıyafetlerini benim için giymiş, sırayla geçit yapmak için bekliyordu. Güneş, ay ve yıldızlar, beni incitmeden ısıtıp aydınlatmak, gece olunca dinlenmemi sağlamak için en uygun koordinatlarını almış bekliyorlardı.
Toprağın üstünde bir âlem, altında ayrı bir âlem; suların üstünde ayrı, dibinde apayrı bir âlem, bitkiler ayrı, hayvanlar ayrı, gözle görülmeyen canlıların âlemi apayrı… Mikrodan makroya kadar bütün âlemler, sanki bana hizmet etmek için var olmuş, beni bekliyorlardı.
Kendimi çok özel hissettirdi bana, bütün âlemler içinde “insan” olarak var edilişim… Zira etinden, sütünden istifade edilen bir hayvan olarak değil, o hayvanlardan istifade edecek kişi olarak yaratılmışım… Bakılarak yüreklere ferahlık verecek bir manzara olarak değil, o manzaraya nazar edecek gözlerle yaratılmışım.
Kuru bir dal parçası, üzerine basılan bir haşere, sırtına semer vurulan bir binit de olabilirdim; onlar da aynı atomlardan meydana gelmişler! Ancak benim atomlarıma bir sır üflenmiş. Bu sırlı nefese mazhar atomlar, kâinatın neresinde olurlarsa olsunlar beni inşâ etmek için bir araya gelmişler ve bir çiçeği, böceği, ağacı değil; bir insanı inşâ etmek için çalışmışlar.
Bu tefekkür, çok özel hissettirdi bana, kendimi… Gerçekten de âlemlerin içinde özelim ben, “insan özel, insan değerli”, her insan değerlidir. Rabbim bize değer vererek, en güzel kıvamda “ahsen-i takvîm” üzere yaratmış, âlemleri emrimize âmâde kılmış. (Bkz: Lokman, 20; el-Câsiye, 13)
Rabbim!.. Sen bütün noksan sıfatlardan pâk ve uzaksın. Seni dâima böyle anar ve överim. Senin adın yücedir. Azamet ve celâlin pek yüksektir. Senden başka ilâh yoktur!
Gerçek şu ki, biz Sana kul olamadık. Sana lâyıkıyla şükredememenin ıztırabıyla yüreği titreyen, seherlerde gözyaşları secde yerini yıkayan gül Nebî’ne lâyık ümmet olamadık. Sen üzerimize bunca lütuflarını cömertçe yağdırırken, bize değer verip bizi “kulun” olmak üzere yaratmışken, biz bilemedik; âciz, zavallı, gâfil olarak kalakaldık bu asırda…
Ortaokula giden çocuklarımızın gönüllerine bile, “Allah seni yaratırken sana sordu mu ki senden kul olmanı istiyor?!” zehirleri serpildi. Bu soru, sorumluluktan kaçmaları için gençlerimize bir can simidiymiş gibi sunuluyor. Derslerde öğrenciler, bu soruyla rehberlerinin karşısına geliyor, kendi inanmasa bile zihni bulanıyor.
İnsanın nasıl yaratıldığını tefekkür etmesi, bu tür soruları olan gençlere bir kapı aralayacaktır. Bu akıl, bu idrâk insana niçin verildi?!
Kilometrelerce uzunluktaki damarlarımız, metrelerce uzunluktaki kromozomlarımız, nasıl oluyor da ufacık alanlara sığdırılabiliyor? Yumruk kadar kalbimiz, bir ömür durup dinlenmeden nasıl atıyor? Sadece 40-50 gr. ağırlığı olan anne rahmi, 4-5 kg. ağırlığı nasıl taşıyor? Her gün 1.5 ton kanın uğradığı böbreklerimiz, bunun filtrasyonunu yaparak, sadece 1.5 litresini itrah edip geriye kalanını vücuda nasıl emiyor? Milyarlarca nöron (sinir hücresi), niçin trilyonlarca sinaps (bağlantı) yapabilme kabiliyetiyle donatıldı?
İstisnâsız bütün insanlar, zekâ geriliği ile dünyaya gelebilecekken, niçin tam tersi oluyor da zekâ gerilikleri birer istisnâî durum olarak karşımıza çıkıyor? Herkesin beyinsiz, gözsüz ya da tek gözlü, kulaksız ya da çift başlı şekilde dünyaya gelme ihtimali yüksekken, bu ihtimaller azın da azı olarak vukû buluyor da niçin çoğunluk olarak iki gözlü, iki kulaklı, tek kafalı insanlar dünyaya geliyor? Nasıl ve niçin? Hiç düşündük mü?
Özürlü bebeğe sahip olma ihtimali olan annelerin tahlillerine baktığımızda, sadece ufacık bir ihtimalin bile onları ne kadar dehşete düşürüp uykularını kaçırdığını; hastalıklı bebek doğduğunda, dünyanın başlarına yıkıldığını görürüz. Peki, bir önceki bebeğimiz sağlıklı bir şekilde dünyaya geldiğinde dünyalar bizim oldu mu? Veya kendi sağlığımız için gerekli şükrü yaptık mı ya da yapıyor muyuz?
Hâsılı, kulun tefekkürü büyük bir nîmet olarak bilmesi gerekir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de mükerrer âyet-i kerîmelerde bizi tefekküre davet etmektedir. İnsan, akl-ı selîm ile düşünse, hakikat şu ki kolay kolay isyan edemez.
Rabbim bize milyarlarca sene ömür verseydi de biz de bütün ömrümüzü secdede geçirseydik; bu secde Rabbimizin bize “Kkulum!” demesinin, bizi insan olarak yaratmasının bir şükrânesi olamazdı. Nerede kaldı, “Niçin kul olduk sanki?!” sorusu.
Bu sebeple insana yaraşan, üzerindeki lütufları görerek hâline şükretmek, kâinata ve kendine ibret nazarlarıyla bakarak tefekkür etmek, kulluk yolunda bir ömür gayret göstermektir. Bu sebeple Rabbim, ilk inen âyetlerle bize okumayı emretmiş; her şeyi ibretle, tefekkürde derinleşerek okumayı… Dînimizde tefekkür, nâfile ibadetten üstün görülmüş. Çünkü bu, bizi Allâh’a ulaştıracak. Çünkü bu, kalbimizi “haşyetullah” ile ürpertecek!.. Çünkü bu bizi ibadete yönlendirerek kullukta bir kıvam kazandıracak. Bize secde ettirecek olan sır, geceleri bizi yatağımızda rahat uyutmayıp sehere kaldıracak olan sır burada…
Tabiîn’in ileri gelen âlimlerinden Atâ bin Ebî Rebâh -rahmetullahi aleyh- anlatıyor:
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya:
“-Allah Rasûlü’nde gördüğün en hayranlık verici hâli bana anlatır mısın?” dedim.
Âişe -radıyallâhu anhâ- validemiz:
“-O’nun hangi hâli hayranlık vermezdi ki!” dedi ve şöyle devam etti:
“Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi bir müddet sonra:
“-Müsâade edersen kalkıp Rabbime ibadet edeyim.” dedi. Ben de:
“-Vallâhi Sen’in sevdiğin şeyi, Seninle berâber olmaya tercih ederim.” dedim.
Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, gözyaşları göğsünü ıslattı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı. Sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı. Sonra secdeden başını kaldırdı, yine ağladı. Bu durum tâ Bilâl -radıyallâhu anh- gelip de sabah ezanını okuyuncaya kadar devam etti.
Hazret-i Bilâl, Habîb-i Ekrem Efendimiz’in ağladığını görünce:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü, geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği hâlde Sizi bu kadar ağlatan nedir?” diye sordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-(Yâ Bilâl!) Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!..” dedi ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, bizi Cehennem azâbından koru!» (diye yalvarırlar.)” (Âl-i İmrân, 190-191)
Rabbimiz! Bizlere de âyet-i kerîmeleri okuyunca ya da işitince titreyen, ürperen, îmanı kuvvetlenen bir yürek ihsân eyle! Kâinata, kendimize, yaratılan her şeye tefekkür ve ibret nazarlarıyla bakabilmeyi, Sana halife olmamızın gerektirdiği bir kulluk kıvamını cümlemize nasîb eyle!
İnsanın yaratılışını konu edinen bu yazılarımızın, okuyucularının gönül dünyasında bir akis bulmasının ve tefekkür deryasına dalmalarının vesilesi eyleyip bu dergiye gönül ve emek veren herkesi, bu vesîleden hissedâr eyle. Âmîn…
YORUMLAR