Sanat Harikası İnsanın Var Oluşu -10- Cinsiyetlerin Korunması Mucizesi

Bir önceki yazımızda kromozomların birbiri arasında yaptığı parça/bilgi alışverişiyle sayısız yeni bilgi açığa çıktığını ve bu sayede dünyaya gelen hiçbir kimsenin diğerine benzemediğini yazmıştık. Doğan her bebekte yeni bir yüz seyretmekteyiz. Yüce bir kudreti, azameti ve sınırsız bir ilmi temâşâ etmekteyiz…

Bu yazımızda ise, bu alışverişin sınırlandığı yeri göreceğiz.

Kromozomlar arasında yapılan parça/bilgi alışverişinin vücut yapısının özelliklerini ihtivâ edenler arasında olurken, cinsiyet kromozomlarının arasında olmaması başka bir mûcizedir. Bu; erkek ve dişi cinsiyetin birbirinden kesin hatlarla ayrılmasını sağlayan mükemmel bir tedbirdir. Yumurta hücresi, mayoz bölünme yaptığında, dâimâ dişilik karakteri taşıyan X kromozomlu 2 hücre oluşturur. Erkek üreme hücresi ise, mayoz bölünmeyle, biri erkeklik (Y kromozomlu), diğeri dişilik karakteri taşıyan (X kromozomlu) iki hücre oluşturur.

Hücre bölünmesi sırasında 22 kromozom birbirini arayıp bulur, tanıyıp eşleşir ve aralarında parça alışverişi yaparlar. Cinsiyeti belirleyen kromozomlar (yani X ve Y olarak tarif edilenler) ise, bu alışverişe katılmazlar. Yani birbirleri arasında değiş tokuş yapmazlar. Eğer katılsalardı, erkeklik ve dişilik karakterleri birbirine karışacak, ne erkek ne kız diyebileceğimiz bebekler dünyaya gelecekti. Bu bize cinsiyetin korunması için özel bir tedbir alındığını, kromozomların kendilerini ve birbirlerini tanıdıklarını, hangi parçaların değişim için izinli, hangilerinin yasaklı olduğunu ve değiş-tokuş yapıldığında neler olabileceğini bildiklerini göstermektedir. Aklı-şuuru olmayan bu hücrelerin, böylesine teferruatlı ve mükemmel işleyişlerin üstesinden tek başlarına gelmeleri nasıl mümkün olabilir?

Yukarıda basitleştirerek anlatmaya çalıştığımız bu hâdisenin ilmî açıklamaları, moleküler düzeyde anlatımları ve daha fazla karmaşık detayları barındırmaktadır. Bu hücrelerin ve genetik yapının, ilk insandan itibaren vâkıf olduğu bu bilgilere, bilim dünyası yakın tarihlerde ancak ulaşabildi, pek çok bilgi ise hâlâ sır niteliğinde… İnsan ne kadar çok araştırmalar yapıp yeni şeyler keşfetse, bakıyor ki, hâlâ öğrenemediği nice sırlar var. Âdeta içine girip yüzdükçe büyüyen bir deryayla karşı karşıya… Susadıkça içen, içtikçe susayan kimseler gibi araştırma ve buluşların sonu gelmiyor!.. İnsan denen muammânın pek çok sırrı çözülmüş gibi görünse de, keşfedilmemiş yönleri çok daha fazla…

Aylardır, vücudumuzda yer alan iki hücrenin yapısını kabataslak anlamaya çalışıyoruz. İnsanda daha pek çok hücre çeşidi ve bu hücrelerin kendilerine has özellikli yapıları var. Bu hücrelerin bir araya gelerek oluşturduğu dokular, dokuların oluşturduğu organlar, organların oluşturduğu sistemler var. Her bir organın ve sistemin mûcizevî işleyişleri var. Bugün altı yıllık bir tıp tahsiliyle insanı kabaca tanıyabiliyoruz. Herhangi bir sistemle ilgili uzmanlaşmak istediğimizde dört-altı yıl arasında değişen bir tahsil daha görmemiz gerekiyor. Sonra daha özele inmek istediğimizde yan dallarda ihtisas yapmamız gerekiyor. Yani insanın herhangi bir organıyla ve sistemiyle ilgili olarak uzmanlaşabilmesi için liseden sonra yaklaşık onbeş-yirmi yıl daha okuması gerekiyor. Bununla da “Haydi kitabı, kalemi bırakalım; biz filan konuda uzmanız!” denilemiyor. Zira her gün yeni bir şeyler keşfediliyor.

 İnsanın türâbî yapısı, yani maddî yapısı bu… Ancak insan sadece maddeden ibâret değil. Onun bir de mânâsı var. Emir âleminden gelen bir yönü, onu “halîfetullah” kılan bir sırrı var. Ona üflenen bir ruh var. Akıl, idrâk, iz’an, kalp vs. kendisine emanet edilen cevherler var.

Hâsılı, insanın kendini tahsil etmesine ömrü yetmez. Büyüklerimizin buyurduğu gibi, “İnsanın her bir zerresi için bir kitap yazılsa yeridir.”

İnsan, zerre kadar bir hücreye ait ilmi öğrenene “âlim” diyor, hücreyle ilgili bir sır keşfedildiğinde, bütün takdirini bunu ortaya çıkarana yöneltiyor. Hâlbuki bütün ilimler Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koyduğu kâidelerin keşfinden ibârettir. Bize yakışan da yapılan buluşlardan ilmin gerçek sahibine varabilmek ve O’nun -celle celâlühû- gücünü, kudretini, azametini takdir ederken, acziyetimizi de fark edebilmektir.

 Bir yerde sanat varsa, o bize sanatçıyı anlatır; eserler müessire, sebepler müsebbibe götürür. Hiçbir arabanın, hiçbir uçağın bir mühendis olmadan yapılamayacağını peşînen kabul eden idrakler, kendinden bile haberi olmayan bir hücrenin içinde, metrenin milyarda biri kadar alana sıkıştırılmış bir zincirdeki şuursuz (!) atomların, bunca akıl almaz ve muhteşem detaylar ihtivâ eden işleri “kendi kendine” ya da “tesadüfen” veyahut da “evrimleşerek” yaptığını nasıl kabul edebilirler?!

Bu kadar detayı şuursuz (!) hücrelere ilham ederek onları birer dâhî gibi çalıştıran, onları dilediği gibi çekip çeviren, bütün kâinatı yoktan var eden, her şeyi bir nizam ve ölçü içinde yaratan, mahlûkat arasından insanı seçerek, her şeyi onun emrine âmâde kılan ve rûhundan üfleyerek insanı halîfetullah yapan Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz’dir.

 O -celle celâlühû-, biricik ve benzersiz olan, her işi hikmetle yapan “el-Hakîm”, olmuş olacak her şeyi bilen “el-Alîm”, her şeyde büyüklüğünü gösteren “el-Mütekebbir”, her şeyi bir model olmaksızın kusursuzca var eden “el-Bârî”, dilediğince ve en mükemmeliyle şekil ve sûret veren “el-Musavvir”…

Hâsılı, bütün esmâsıyla zikredilmeye lâyık olan bizim kendisini senâ etmekten âciz olduğumuz, ama Kendini nasıl senâ ettiyse, işte öyle olan, cinlerin ve insanların gâfil olanlarının dışındaki bütün mahlûkâtın tesbih ettiği, noksan sıfatlardan tenzih ettiği müteâl ve münezzeh olan Allah’tır.

“O öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur! Gaybı ve şehâdeti (gizli olanı ve görüleni) hakkıyla bilendir. O Rahmân (bütün mahlûkâta rahmet eden), Rahîm (mü’minlere çok merhamet eden)dir. O öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur! O, Melik (mülkünde istediği gibi tasarruf eden)dir; Kuddûs (her noksanlıktan münezzeh olan)dır; Selâm (selamete erdiren); Mü’min (çokça emniyet veren)dir; Müheymin (her zaman gözetip, koruyan)dır; Aziz (kudreti dâima üstün gelen)dir; Cebbâr (dilediğini yaptıran)dır; Mütekebbir (büyüklük ve yücelikte eşi olmayan)dır. Allah (onların) ortak koşmakta oldukları şeylerden pek münezzehtir. O Allah ki, Hâlık (her şeyi yaratan)dır; Bârî (en güzel biçimde, kusursuzca yoktan var eden)dir; Musavvir (her mahlûka şekil ve sûret veren)dir. Esmâ-i Hüsnâ (en güzel isimler) O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nu tesbih etmektedir. O, Azîz (kudreti dâima üstün gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.”  (el-Haşr, 22-24)

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle