“Ümidin de, korkunun da naif ayarı, gözyaşı imiş.
Bir de; su sıkıntısı, kuraklık çok gündemde mâlum. Susuzluğun zararları, sebepleri üzerinde konuşurken... Yeryüzünün değil, gönlümüzün sularıdır çekilen... Gönlümüz sularını çekip de gözlerimizi kuruttukça, yeryüzünde de pınarlar akmaz oldu. İnsan, dünyanın minyatür bir hâli ise, kâinâtta var olan her şeyin tecellisi, kendi içinde meknûz ise nasıl olmasın?”
(solma’z elif)
“Ağla ey dîde hemân gayrı ne kârın vardır
Giryeden gayrı bu âlemde ne varın vardır
...
Künc-i hasrette enîsin kederindir ancak
Sana hem-derd olan eşk-i terindir ancak”1
Soğanın kabuğunu soyunca, hemen doğramayıp birkaç dakika derin dondurucuda bekletirseniz, doğrarken gözleriniz yanmaz kesinlikle…
“Böylece” dedi, aldı eline sazı İblis; “Gözyaşı dökebildiğiniz tek noktayı da, son noktayı da köreltmiş oluruz.”
“Böylece” dedi, gönlümde ince bir yer, “Gözyaşı dökebildiğimiz son yeri de kaybetmiş oluruz. Gözyaşı çıkar hayatımızdan tamamen…”
“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım!
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!”2
demişti, “Safahat” sahibi... Nasıl acıklıydı o, “Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslâm’ın garibliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım.” sözleri... “Umar mıydın?”3 dedikçe şâir, nasıl gözyaşına bürünürdü yüzümüz... Geçti…
Bir vaaz kaseti vardı, sadece “ağlamak” üzerine… Kur’ân-ı Kerîm’deki “bükâ” âyetlerini kalbime sokan, o sözler olmuştu. “Ağlayarak çeneleri üstüne (yüzükoyun) kapanıyorlar ve bu (Kur’ân okumak), onların huşû hâlini artırıyor.”4 âyetleri… Ulvî bir manzaraydı secdede ağlamak... Geçti.
Yıllar sonra keşfedecektim, bu sürekli ağlayarak konuşan hocaefendinin kim olduğunu… Bana: “Her suâlin cevabı: Lâ ilâhe İllallâh” diyen…
“Mü’minlerin kalplerinin, Allâh’ın zikri ile yumuşaması vakti gelmedi mi?..”5
İlâhî hüzün... “Allâh’ı hakkıyla takdir edemediler…”6 buyuruyor, “Bilinmemi sevdim”7 buyuran, “...Ancak kulluk etsinler diye yarattım.”8 buyuran!..
Bir çoraklık mârifet sahrasında, ubûdiyet sahrasında… İlâhî neş’eyi hâsıl edecek ilâhî kederden mahrumuz nicedir?
Bir kitap vardı, ismine vurulup aldığım: “Gözyaşı...” O vaaz kasetindeki tadı vermemişti, inkisâr olarak kaldı.
Fuzûlî’yi, “Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlâre su” diye başlayan naati ile sevmişiz biz. Peygamber Efendimiz’i övmeye başlarken gözyaşlarından yardım alan şâiri, eskimez şiirimizin baş tacı bilmişiz...
Gayr-i irâdî (istem dışı), isterik ağlamalar var. Büyük acısı olanların, meselâ bir yakınını kaybedenlerin ağlamaları… Ellerinde olmadan gözyaşları sele dönüşür onların… Ergenlik sıkıntıları; bunaldıkça gözyaşlarına sığınır yürek. Derin kırgınlıklar bir de… Beklemediğimiz, ummadığımız; beklesek, umsak bile hiç karşı karşıya kalmak istemediğimiz tavır ve sözlerle karşılaşmış olmak da ağlatır insanı… Aklımıza geldikçe kanar acı, dökülür gözlerimizden…
“Ey yâr, sen gittin bir hüzün kaldı bana
Beni benden geçiren bir sözün kaldı bana”
Ben, “gözyaşını çağırmak”tan bahsediyorum. Bilinçli, şuurlu ağlamaktan… Ne diyordu, Karen’in bağrı yanık çobanı Üveys:
“-Yâ Rabbî, beni göz pınarları kurumuş merhamet fukarâlarından etme!”
Öfke almış, oysa ağlamanın yerini... Haksızlık karşısında bizi güçlendirecek içli gözyaşları yerine, iyice zaafa düşüren bir öfkeye kapılıyoruz. Bağırıp çağırınca hakkımızı vermiyor kimse…
“Ağlayın su yükselsin, belki kurtulur gemi
Anne seccâden gelsin, bize dua et e mi?”9
Karaya oturmuş varlığımız çünkü. Çürümeye bırakmışız çaresiz, ümitsiz. Gayreti besleyen gözyaşından nasibimiz yok!
“Bu Kur’ân, hüzünle inmiştir, okurken ağlayın, ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapın!”10 diyor ya, riyayı yasaklayan dinin Peygamberi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...
Gözyaşını çağırın, istinbat edin derin kuyularınızdan, çekin çıkarın; bırakmayın elden ki, gözleriniz kurumasın!.. Unutmayın ağlamayı…
“Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu.
Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki onlardan ırmaklar fışkırır...”11
Kendi irâde ve ihtiyarı ile, bilerek isteyerek ağlamanın yollarını aramak her gün… Teheccüdde istiğfar, niyaz… Çocukluğumun güzel insanları sohbette ağlamaya başlayanları “Seherde! Seherde!” diyerek hayra kanalize ederlerdi. Yönlendirilecek gözyaşları varmış o vakitler…
Ağlamaya vakit yok, öyle ya, ortam yok! Ne zaman ve nerede sesimizi koyuverip ağlayabiliriz?
Çok sevdiğim dost câmilerden birinde, hanımlar bölümünde, sessizliğin devâsında iken bir amca gelmişti câmiye. Namaz için hazırlanırken bir ara, kubbeye bakmış ve benim de kısa bir şaşkınlıktan sonra kendisine uyduğum şeyi yapmıştı. Ne görmüştü kubbede? O renk cümbüşünün ötesinde ne vardı, onu bu derece duygulandıran? Hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamıştı bir müddet; öyle, elleri önünde bağlı.
Bir hoşça niyâz ile ince ince gözyaşı dökmek yakışıyor Hakk’ın âşıklarına…
“durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım”12
Düşünecek vakitler üretmek… Namazı yavaş yavaş kılmak, secdeye gözyaşını çağırmak... Namaz tesbihâtını yavaşça yapmak:
“Sen Sübhânsın, eksiksiz, kusursuz. Ben ise pür-kusurum! Hamdolsun ki, hâlâ fırsat veriyorsun, düzelmem için… Çünkü Sen, tüm kemâl sıfatlarıyla muttasıfsın, sıfatları güzel olan ve kullarının ahlâkını da güzelleştiren Allah’sın. Beni de güzelleştir!”
Elleri duâya açıp gözyaşını çağırmak, dakikalar boyu… İçli sözler bulmak kulca, kula yaraşır sözler etmek Allâh’a…
Bizimle arasına hiçbir engel koymamış olana “söz” köprüsünden ulaşmak… “Affet beni!..” demek, “Sana layık kulluk edemiyorum...”, “Bize yardım et” demek…
“Sosyal hayatımızı da kâlbî hayatımızı da talan ediyor çalılar, dikenler…”
“Edelveys” diye bir çiçek varmış, Orta Asya’da. Uçurum kenarlarında yetişirmiş. Çok gösterişli, güzel bir çiçekmiş. Karanlıkta açarmış bir de... Gözyaşı çiçeği gibi... Uçurumun kenarına kadar gelip kollarını açmak, ağlamak… Aşağısı ümitsizlik! Şeytan, hep orada ayaklarımızı kaydıra kaydıra gözümüzü korkutmuş. Ağlarsak ye’se düşüyoruz.
Kalb-i selîm, akl-ı selîm gibi eşk-i selîm de lûtfetsin, Hak Teâlâ bize… Temiz gözyaşları dökebilmek; temizleyen, arındıran, güçlendiren…
“Bu zaman hengâmesi bana ağır geldi; pılımı pırtımı toplayarak bu dünyadan göçtüm. Hayatımı, akşam ve seher sınırlarında geçirdim. Ama dünyanın eski düzenini öğrenemedim. Melekler beni, Hazret-i Peygamber’in huzuruna götürdüler; rahmet âyetinin sahibinin önüne çıkardılar. Hazret-i Peygamber buyurdu: «Ey Hicaz bahçesinin bülbülü.. Senin her goncan, senin terennümünün ateşiyle ısındı; senin gönlün aşk şarabıyla coşkundur. Senin coşkunluğun, Allâh’a secde ve niyazda bulunmaktır. Senin, dünyanın alçaklığından göklere doğru uçtuğun zaman, melekler sana yüksekliğin sırrını öğrettiler; cihan bahçesinden çıkıp bana bir koku gibi yaklaştın. Söyle bana, ne gibi bir hediye getirdin?» dedi.
Dedim: «Ya Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... Dünyada yok rahatlık, bütün hasretlerimden ümidi kestim. Varlık âleminde binlerce gül, lâle var; ama ne renk, ne koku; hepsi vefâsızdır. Yalnız bir şey getirdim kutlanmış tekbirle bir şişe kan ki, eşi yoktur cennette bile… Bu, senin ümmetinin nâmusu, vicdânıdır. Bu, Trablusgarp şehidi, Mehmetçiğin kanıdır...”
Muhammed İkbal’in şiirindeki gibi... “Bana ne getirdin?” buyuran Peygamberimiz’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gözyaşlarımızı sunabilmek. Bir ümmetin kurtuluşuna vesîle olacak, bereketli gözyaşları dökmek… Alın teri ile gözyaşını karıştırıp hazırlanan iksirden dökmek kuruyan kaynaklarımıza, sürmek yaralarımıza…
Kâbe İmâmı, Nuh -aleyhisselâm- ile ilgili bir bölümü okuyordu. Oğlunu gemiye çağırdığı âyetleri okurken, ağlamaktan okuyamamış, tekrar tekrar baştan almıştı. Evlâdının avuçlarından kayıp gittiğini gören, çabalasa da ona ulaşamayan bir babanın târifsiz acısıydı paylaştığı... “Ateşler içindesiniz, ama yanmıyorsunuz.”13 denilen gençler varken “Dağlara kaçarım!..” (Hûd, 43) diyen bir evlâda sahip olmak… Dedim ya, öfkeye sarılıyoruz hemen, kolay o. Oysa geceler boyu, sürekli ağlayarak duâ ve niyaz etmenin hayır ve berekete açılan bir kapı olduğunu unutturan, Şeytan!.. Ve şu âyeti: “Nihayet olgunluk çağına gelip kırk yaşına varınca, insan şöyle der: (Ey Rabbim!) Bana ve anne-babama verdiğin nîmetlere şükretmemi, Senin râzı olacağın sâlih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de sâlih kimseler yap. Şüphesiz ben Sana döndüm. Muhakkak ki, ben Sana teslim olanlardanım.”14
Gözyaşını yardıma çağırmak… Gerçekten ciğeri yananın, bahanesi olamaz uyku!
Yüzü gülmemiş bir milletiz, evet! Bir nebze ferahlayalım, evet! Ağlamamız, ye’se bulanmış kara bir ağlamaydı; kurtulalım ondan, evet! Fakat gülmemiz de aydınlık bir gülüş değil, bu hâli ile…
Tanrılardan ateşi kaçıran Promete küstahlığında şeytânî bir gülüş bu! Kahkahamızdan huzur ve sükûn neş’et etmiyor çünkü... Doyumsuzuz hâlâ. Görmemişlik alâmeti şımarıklık gülüşümüzde; ıslâha muhtaç… Dînimizin “korku ve ümit dengesi” üzerinde kurulu yapısına dinamit koyacak elbet İblis (Ümitsiz)… İfsâd edecek elbet, sevincimizi de, kederimizi de… Biz şoka girip direksiyonu bırakacak mıyız, hiç duymamışız gibi imtihanda olduğumuzu?! Dengeyi bozmadan sevinmek, dengeyi bozmadan üzülmek… Yapman gerekeni yapmak, olman gereken yerde olmak… Denge alâmeti bu! Coşkuyla için kıpır kıpır olmuşken, sükûnetle kaldığın yerden devam etmek işe… Gözyaşlarını silip çıkmak câmiden… Karışmak hayata…
Çocuklarımız, gözlerimizi yaşlı görsün, silsinler ufacık elleriyle… Gözyaşının kötü bir şey olmadığını öğretelim hâl dili ile. Coşkuyla ağlayalım, ağladıkça coşalım! Yağmur sonrası nasıl pırıl pırıl olursa gök, yer, ağaçlar, evler aydınlansın yüzlerimiz, fiillerimiz, sözlerimiz. Ağladık ya, rahatlamış olalım. Yarasın bize... Şifa olsun.
Yaşlılarımız ağlasın ne olur!.. Allâh’ın merhameti, yaşlıların ağlamasına meclub... Bıraksınlar dünyanın eteğini, ağlasınlar. Tevâzû ile, niyaz ile.
Kadınlarımız ağlasın ne olur!.. Cins-i latîf denilmiş onlara... Onlar anlamazsa, letâfetin dilinden, zâyî olmaz mı bunca letâfet. Kadının silâhı derlerdi, gözyaşına... Ne oldu da öfkeden medet umar olduk?
Erkeklerimiz ağlasın ne olur! Ehl-i insaf olmak nasip olsun. Yırtıcı ticârî hayatın dehşetinden sığınak olsun. Peygamber’e benzemek mümkün olsun ki, O, “Benim bildiklerimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz.”15 buyuruyor. “Ben de çok zaman bir ağaç olmayı diledim.” diyor sahâbe, “Dağ başında, yalnız bir ağaç olmayı…” Varlık ıztırâbı çekmek; mertlik alâmeti, erlik alâmeti… Gözyaşıyla kutlamak her himmeti, her keremi… Gözyaşıyla şükretmek…
Çocuklar ağlamasın ama!.. Onlara ümit yakışıyor. Kendi dersini başkasına yükler gibi, kendi korkularımızı bulaştırmayalım yavrumuza... Ümitle ışıldasın onların gözleri… Sevgiye, merhamete, fedâkârlığa doyuralım ki, sevgi, merhamet ve fedakârlıkla yaklaşsınlar hayata, insanlara... Olmayan ne verecek?
Allah soğana muhtaç etmesin gayri… Sâlih gözyaşları lutfetsin bize, kendi katından. Sevinç gözyaşları içinde Hakk’a mülâkî olana dek, ayaklarımızı dîni üzere sâbit kılsın. Âmin…
1 Esrar Dede.
2 “Ey Yolcu”, Mehmed Âkif Ersoy.
3 “Umar mıydın”, Sebîlürreşâd. Şimal müslümanlarından Atâullah Behâeddin’in sözleri, Mehmed Âkif Ersoy.
4 el-İsrâ, 109.
5 el-Hadid, 16.
6 el-En’âm, 91.
7 Hadîs-i Kudsî: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi sevdim ve bilinmem için mahlûkâtı yarattım.”
8 ez-Zâriyât , 56.
9 Necip Fazıl Kısakürek.
10 Kenzü’l-Ummal, I, 609.
11 el-Bakara, 74.
12 “Göğe Bakma Durağı”, Turgut Uyar.
13 Ali Ulvi Kurucu, Hâtıralar.
14 el-Ahkaf, 15.
15 Buhârî, Rekâik, 27; Müslim, Fezâil, 134.
YORUMLAR