Sâlihlerle Ülfet Ve Dostluk

İnsanın kalbi, durmadan renkten renge giren bir bukalemun gibidir. Bulunduğu hâle, etrafındaki insanlara, çevre ve zamana göre şekilden şekle girer. Zaten Arapça “kalp” kelimesi de “kalıptan kalıba girme, şekil ve renk değiştirme, bir şeyi zıddına çevirme” mânâsındadır. Peygamber Efendimiz şöyle bu­yu­rmuştur:

“Kalb, bom­boş bir ara­zi­de rüz­gâr­la­rın ora­ya bu­ra­ya sa­vur­du­ğu bir kuş tü­yü­ne benzer.” (İbn-i Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 10; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, IV, 408)

Mü’minler, vücut saraylarının en büyük hazinesi olan “kalb”lerini korumakla mükelleftirler. Çünkü kalbini kaybeden, bütün hazinesini kaybetmiş; kalbine kavuşan da bütün hazineye sahip olmuş demektir.

İnsanın kalbini koruması, sadece kendi istek ve gayreti ile olmaz. Çünkü insanın kalbi, irade ile çalışan bir mekanizma değildir. Bu yüzden insanın, kendi iradesi ile, kalbin çevresini belirlemesi, yani sâlih ve sâdıklarla beraber olması gerekir. İnsan, çevresindeki insanları seçebilir, ve böylece onlar vasıtasıyla kalbini ıslah edebilir. Yoksa sadece kendi iradesiyle kalbini şekillendirmek, insanın gücünü aşar. Allah Teâlâ da insanları buna teşvik etmiştir:

“Ey îmân eden­ler! Al­lâh’tan kor­kun ve sâ­dık­lar­la be­ra­ber olun.” (et-Tev­be, 119)

Başka âyet-i kerîmelerde ise, insanların gaflet ve dalâlet içindeki topluluklardan uzak durmaları, onların menfî tesirlerinden kalplerini korumaları istenmiştir.

(Ey Ra­sû­lüm!) Âyet­le­ri­miz hak­kın­da ile­ri-ge­ri ko­nuş­ma­ya da­lan­la­rı gördüğünde, on­lar baş­ka bir sö­ze ge­çin­ce­ye ka­dar on­lar­dan uzak dur. Eğer şey­tan sa­na unutturur­sa, ha­tır­la­dık­tan son­ra ar­tık o zâ­lim­ler top­lu­lu­ğuy­la otur­ma.” (el-En’am, 68)

“… Al­lâh’ın âyet­le­ri­nin in­kâr edildiğini ya da on­lar­la alay edil­di­ği­ni işit­ti­ği­niz zaman, on­lar bun­dan baş­ka bir sö­ze da­lın­ca­ya (ko­nu­yu de­ğiş­ti­rin­ce­ye) ka­dar kâ­fir­ler­le berâ­ber otur­ma­yın; yok­sa siz­ler de on­lar gi­bi olur­su­nuz.” (en-Ni­sâ, 140)

Asr-ı sa­âdet­te ce­re­yân eden şu hâ­di­se, kalb­de­ki bu “de­ğiş­me” hu­sû­si­ye­ti­ni gâ­yet açık bir sû­ret­te ifâ­de eder: Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, bir­ gün Han­za­la -ra­dı­yal­lâ­hu anh-’a rast­la­dı. Hâl ve ha­tı­rı­nı sor­du. Han­za­la -ra­dı­yal­lâ­hu anh- bü­yük bir te­es­sür ve en­dî­şe için­de:

“-Han­za­la mü­nâ­fık ol­du, ey Sıd­dîk!” de­di. Haz­ret-i Ebû Be­kir:

“-Süb­hâ­nal­lâh! Bu na­sıl söz böy­le?” de­yin­ce, Han­za­la -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le de­vâm et­ti:

“-Biz, Haz­ret-i Pey­gam­ber’in soh­be­tin­de iken, O bi­ze cen­net ve ce­hen­ne­mi hatırlatıyor, hat­tâ on­la­rı göz­le gö­rü­yor­muş gi­bi bir hâ­le bü­rü­nü­yo­ruz. Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’in hu­zû­run­dan çı­kıp ço­luk-ço­cu­ğu­muz ve dün­ye­vî ma­îşe­ti­miz­le meş­gûl olma­ya da­lın­ca da, duy­duk­la­rı­mı­zın pek ço­ğu­nu unu­tu­yo­ruz. (O’nun soh­be­tin­de­ki feyz ve rûhâ­ni­ye­ti­mi­zi kay­be­di­yo­ruz.)” de­di.

Haz­ret-i Ebû Be­kir -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“-Val­lâ­hi, bu­na ben­zer hâl­ler biz­de de olu­yor.” de­di.

Bu­nun üze­ri­ne iki­miz kal­kıp doğ­ru Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efendimiz’in hu­zû­ru­na var­dık ve du­ru­mu ken­di­si­ne arz et­tik. Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz de:

“– Ca­nım kud­ret elin­de olan Al­lâh’a ye­mîn ede­rim ki, be­nim ya­nım­da­ki hâ­li­ni­zi devâm­lı mu­hâ­fa­za edip, zikr-i dâ­imî üze­re ola­bil­sey­di­niz, ya­tak­ta ya­tar­ken de, yol­lar­da yürürken de me­lek­ler si­zin­le mu­sâ­fa­ha eder­ler­di. (Üç de­fâ tek­rar­la­ya­rak):

«– Yâ Han­za­la! Bâ­zen öy­le, bâ­zen de böy­le olur!» bu­yur­du.” (Müs­lim, Tev­be, 12) Yâ­ni hem âhi­re­tin ha­kî­kat ve sır­la­rıy­la do­la­rak kul­luk, hem de ha­ya­tın de­vâ­mı için dün­ye­vî meş­ga­le bir ara­da yü­rü­me­li­dir.

Rabbimiz, kalbini istikamet ve kulluk üzere tutan, sâlih ve sâdıklarla dost olup zâlim ve fâsıklardan uzaklaşan kimseler arasına bizleri de dâhil eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Zahide Topcu

Zahide Topcu

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle