Şâhidim arz u semâdır bütün ecrâmile
Âşıkım sıdk ile ben Hazret-i Şâh-ı Rusüle
Yaksa da âh-ü derûnum beni bu hasret ile
Tâkâti yok dilimin hâlimi takrîre bile
Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun semt-i harameyne
Selamımı arz eyle Râsulü’s-Sekaleyn’e
İbni Mes’ûd -radıyallahu anh-’ten rivayet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.” (Tirmizî, Vitir 21)
“Salât” kelimesi, duâ mânâsına gelir. Salavât ise, onun çoğuludur. Biz Efendimize salavât getirdiğimiz zaman hem O’nun şahs-ı mânevîsine duâ etmiş oluyoruz, hem de, Rabbimizden O’nun için en hayırlısını niyaz ediyoruz. Aynı zamanda “salâvat”ın sonuna “şerîf” yani “şerefli, kıymetli” mânâsına gelen kelimeyi ekleyerek, Peygamber Efendimize olan hürmetimizi arz etmiş oluyoruz.
Kendimize şu soruları soralım:
Dünya tarihinde başka bir insan var mı ki, kendisine Allah, melekleri ve bütün müminler selâm ediyor?
Dünyada başka bir insan var mı ki, kendisinin adı anıldığı zaman bütün inananlar ona salât ve selam ediyor. Ve “bundan imtinâ edenin burnu yerde sürtünsün” diye bedduâ ediliyor?
Dünyada başka bir insan var mı ki, bedenen dünyadan göçüp gittiği hâlde mâneviyât âleminde kendisine gönderilen selâmlara karşılık vermesi için ruhu bedenine iâde ediliyor ve o da o selâma mukabele ediyor?
Rasûlullah’ın şahs-ı mânevîsi, sınırsız, sonsuz, hadsiz bir kıymeti hâizdi. O’nun hem bedeni, hem de rûhu yaratılmışların en üstünü, en faziletlisi idi. O’nun kıymeti şu satırlarla, sayfalarla, kitaplarla, ciltlerle ifade edilemeyecek kadar sonsuz ve âlâ idi.
İşte O’nun için Rabbimizin muayyenleştirdiği selâm şekli, Kur’ânî bir ifade olup bir mânâda Rabbimizin tescilinden geçmiştir. O yüzden biz O’nun adı anıldığı zaman:
“Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmâin: Allâh’ım, Efendimiz Muhammed’e, O’nun ehl-i beytine ve ashâbına salât ve selâm olsun!” diye tâzimde bulunuyoruz. Ve bu selâmımız ile O’nun yüce şefaatine nâil olacağımızı umuyoruz.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetini yüreklerinde duyan, yanık gönüllü Peygamber âşıkları, o muhabbetlerini o kadar güzel ifade etmişlerdir ki, âdetâ Rasûlullah’ın mübârek rûhâniyeti, onların bedenlerinde vücut bulmuş ve dillerinden o yanık terennümler dökülmüştür.
Bu yanık gönüllerden birisi de Hubeyb -radıyallâhu anh- idi. Tam adı ile, Hubeyb bin Adîy bin Mâlik el-Ensârî... Kısaca Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın Efendimize muhabbetini anlatan tabloyu, siz kıymetli okuyucularımızla paylaşarak yazımızı nihayete erdireceğiz.
Hazret-i Hubeyb, Medine’nin iki büyük kabilesinden biri olan Evs’e mensup, Bedir ve Uhud gazvelerinde bulunmuş bir sahabîdir. Uhud Gazvesi’nden sonra Adal ve Kare kabilelerinden birkaç kişi, Medine’ye Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelerek kabilelerinde İslâmiyet’in yayılmaya başladığını, kendilerine dini öğretecek kimselere ihtiyaç duyduklarını söylediler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aralarında Hubeyb bin Adiy’in de bulunduğu yedi (veya on) kişiyi, Âsım bin Sâbit’in başkanlığında irşad heyeti olarak görevlendirdi.
Heyet, Hüzeyl Kabilesi topraklarında bulunan Recî’ suyuna ulaştığında, onları Lihyânoğulları’ndan 100 kadar okçu karşıladı. Hubeyb, Abdullah bin Târık ve Zeyd bin Desine dışındaki Müslümanlar çarpışarak şehit düştüler.
Müşrikler, daha sonra Abdullah bin Târık’ı da şehid ettiler ve Hubeyb ile Zeyd’i Mekke’ye götürdüler. Niyetleri, haram aylar çıktıktan sonra Hubeyb ve Zeyd bin Desîne’yi birlikte öldürmekti. Bekledikleri zaman gelince onları şehir dışındaki Ten’îm mevkiine götürdüler. Hubeyb, burada ölmeden önce iki rekât namaz kılmasına izin vermelerini istedi ve namazını mümkün olduğu kadar kısa sürede kıldı. İki rekât namazını kıldıktan sonra müşriklere dönerek:
“-Vallahi, eğer Hubeyb ölümden korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım.” dedi.
Onun bu namazı, İslâm tarihi boyunca haksız yere öldürüldüklerine inanan hemen bütün müslümanların uyguladığı bir gelenek hâline gelmiştir. Yani ölmeden önce kılınan bu namaz, Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın başlattığı, Peygamberimizin de tasvib ettiği bir sünnettir.
Hubeyb bu sırada dile getirdiği bir şiirle müslüman olarak öldükten sonra ölüm şeklinin hiç önemi bulunmadığını belirtti ve orada bulunan müşriklere bedduâ etti.
Rûhunu teslim edeceğini anlayan Hazret-i Hubeyb, son olarak Rasûlullâh’a selâm göndermek istedi. Fakat orada selamını ulaştıracak kimsecikler yoktu.
“Allâh’ım, Sen bize Rasûlü’nün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize revâ görüleni de sabahleyin o Rasûlü’ne eriştir. Allâh’ım, selâmımı Rasûlü’ne ulaştıracak kimseyi bulamadım. N’olur, selâmımı Sen ulaştır!..” diye niyazda bulundu.
Peygamberimiz o sabah sahabîleriyle sohbet ediyordu. Birden üzerinde vahiy hâli belirdi ve:
“-Ve aleyhisselâm” dedi. Sahabîler:
“-Kimin selâmını aldınız, yâ Rasûlallah?” diye sorunca, Peygamberimiz:
“-Kardeşiniz Hubeyb’in selâmını… Müşrikler onu şehit ettiler!” buyurdu. Selâmı tebliğ eden, Cebrâil -aleyhisselâm- idi.
Bütün müşrik gençleri, ellerindeki mızrakları atıp bitirdiler. En sonunda Hâris bin Âmir’in oğlu Ukbe gidip mızrağını Hazret-i Hubeyb’in göğsüne sapladı, mızrağın ucu arkasından çıktı. Hazret-i Hubeyb, Kelime-i Şehâdet’i terennüm etti ve şehâdet şerbetini içti.
Müşrikler, gelen geçen görsün diye, Hazret-i Hubeyb’in cesedini darağacından indirmediler. Bu vaziyeti haber alan Peygamberimiz, Hubeyb’in cesedini indirmek için Hazret-i Amr bin Umeyye -radıyallâhu anh-’ı vazifelendirdi ve kendisine cenneti müjdeledi.
* * *
Netice olarak, Rasûlullah’a salavât, bir mümin için O’na duyduğu muhabbet ve teslimiyetin açığa çıktığının işaretidir. Diline bir defa da olsun salavât kelimesi uğramamış bir mümin, O’nu sevdiğini nasıl iddia edebilir?!
Ey Rabbimiz, bizleri O’nu gerçek mânâda seven ümmetinden eyle!.. Rabbimiz, bize O’na ümmet olabilecek liyakati nasip eyle… Âmin.
YORUMLAR