(*Darlığa düşenler, ilticâ ettikleri takdirde
hatırına Allâh’ın genişlik verdiği Peygamber)
Allâh’ım!
Katındaki sevgilin Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmetine Sana yönelerek,
Sevgilimiz, Efendimiz, ey Muhammed!.. Seninle Rabbine tevessül ederek talep ediyorum:
Yüce Mevlâ katında, ey pâk, güzel Rasûl! Bize şefaat eyle!..
Allâh’ım! Yanındaki makamın hürmetine O’nu, bizim hakkımızda şefaatçi kıl!..
Allâh’ım! Bizi Peygamber Efendimize salât ve selâm okuyan kullarının en hayırlı olanlarından, Peygamberimize en yakın bulunanlardan ve O’na kavuşanlardan eyle!
Bizi Peygamber Efendimize muhabbet duyanlardan, O’nun yanında kendisine sevgili olanların en hayırlılarından eyle... Bizi mahşer günü O’nunla sevindir. Âmîn.
* * *
Cenâb-ı Hak, gönderdiği bütün peygamberlere bulundukları toplumları hidâyete sevk etmek, hidâyette olanların da îmânını kuvvetlendirmek için birtakım mûcizeler ikrâm etmiştir. Bu mûcizeler, o toplumda en çok ilgi ve alâka gören hususlardan olduğu gibi, bazen de insanların acze düştüğü hususlarda olmuştur.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den evvel gelen bütün peygamberlerin peygamberliği, belli bir zaman ve belli bir mekânla sınırlı olduğu için o peygamberlerin vefatı ile beraber bu mûcizeler de yok olmuştur. Mesela; Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsı şu an Topkapı Sarayı’nda mevcut olmasına rağmen, mûcizevî özellikler göstermemektedir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği ise belli bir zaman ve mekânla sınırlı tutulmamıştır. O âhirzaman peygamberi olduğu için, peygamberliğin kendisine lütfedildiği günden kıyamete kadar bütün zamanlara, bütün mekânlara, insan ve cinlerin hepsine birden peygamber olarak gönderilmiştir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefat etmiş olmasına rağmen peygamberlik vazifesi bitmemiş, hâlâ dipdiridir. Kıyâmete kadar da dipdiri kalacaktır. Bu yüzden olsa gerek ki, Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur.
“Benim yaşamam sizin için rahmettir. Ben var olduğum müddetçe vahiy gelir. Benim vefatım da sizin için rahmettir. Zira ben vefat edince, sizin amelleriniz bana arz olunur ve sizin için istiğfar ederim.” (Heysemî, IX, 24)
Aynı şekilde Peygamber Efendimize getirdiğimiz salavât-ı şerîfeler de kendisine arz olunmaktadır. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu salavât-ı şerîfelere kendisinin bizzat karşılık verdiğini de bize haber vermektedir.[1]
Rabbimiz, Peygamber Efendimizin mûcizelerinden bazılarını hâlâ devam ettirmektedir. Zira O’nun nübüvvet süresi bitmemiştir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm, nâzil olduğu zamanlarda olduğu gibi şimdi de insanlara hidâyet meşalesi olmaya devam etmektedir. Birçok mühtedî kardeşimiz, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyarak, mânâsındaki mûcizelere hayran olarak îman ettiği gibi, birçok kardeşimiz de daha mânâsını anlamadan, sırf Kur’ân lafzının/kelâmının kalbine akıttığı mûcizevî duygularla hidayete erişmiştir.
Tıpkı bunun gibi birçok kardeşimiz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir hadîs-i şerîfinin tesiri ile Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hayranlık duymuş, O’nun mübarek hayatını incelemiş ve bu muazzam hayattaki güzelliklerle müslüman olmuştur.
Günümüzde birçok ihlaslı ve âşık mü’min, rüyalarında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizi görüp O’nun mübarek tavsiyeleri ile ya hastalıklarından şifâ bulmuş ya da nice hayırlı işlere O’nun mânevî rehberliği ile adım atmışlardır. Buna en güzel örneklerden birisi de meşhur Kasîde-i Bürde müellifi İmam Bûsirî Hazretleri’nin şu hâtırasıdır:
İmâm Bûsirî, bir gün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona:
“-Ey Bûsirî! Bu gece rüyanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar. İmâm Bûsirî:
“-Hayır, görmedim.” diye cevap verir.
Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey söylemeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri Bûsirî’nin gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur. O gece İmâm, rüyasında Peygamber Efendimizi görür ve uyanınca gönlünün neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i metheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsına gark eden birçok methiyeler yazar.
Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhur Kasîde-i Bür’e’yi (Bürde’yi) yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler.
Kasîdeyi bitirdiği gece rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsirî’nin felçli uzuvlarını mesheder.
Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmâm Bûsirî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder.
Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve hürmetin bereketi sebebiyle O’nun yüzü suyu hürmetine yapılan duâları da reddetmemiş ve etmeyecektir. Bunun en güzel örneklerinden biri de kıraat âlimi Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib (v. 437/1045) ve tefsir âlimi, Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî (v. 373/973) Hazretleri’nin rivâyet ettiğine göre, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- Cennet’te günah işlediği zaman:
“Allâh’ım! Muhammed’in hürmetine günâhımı bağışla!” diye duâ etmişti.[2]
Allah Teâlâ, ona:
“-Muhammed’i nereden biliyorsun?” diye sordu. O da şu cevabı verdi:
“-Cennetin her yerinde «Lâilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah» yazıyor. O zaman anladım ki, yaratıklarının en hayırlısı, Senin katında O’dur.”
Bunun üzerine Allah Teâlâ, onun tevbesini kabul etti ve kendisini bağışladı.
Bu gibi misalleri çoğaltmak mümkün… Fakat bize ayrılan sayfaların mahdut olması sebebiyle geçmişten verdiğimiz bu kadar misalle yetinelim ve günümüzden, yakın zamanda bizzat yaşadığımız bir hâtıramızı da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve hürmetimizin artmasına vesîle ve hâlâ O’nun peygamberliğinin devam ettiğine bir delil olması için sizinle paylaşalım.
Bir öğrencim ile bahçede teneffüste hasbihal ediyorduk. Ona:
“-Seni son günlerde pek düşünceli görüyorum. Hayırdır, bir sıkıntın mı var?” diye sordum. Öğrencim de:
“-Hocam, evet. Âilevî bir sıkıntımız var!” diyerek sözüne şöyle devam etti:
“-Hocam, ablamın 1, yaşında bir oğlu var. İki aylıkken kontrole götürünce doktor, «Gözünde bir problem var. Göz doktoruna kontrol ettirseniz iyi olur.» demiş. Hemen yeğenimi göz doktoruna götürdük. Maalesef muâyeneden sonra göz kanseri teşhisi koyuldu. Gözünde tümörler vardı ve alındıkça tekrar edip duruyordu. Tabiî, hepimiz çok üzüldük. Yeğenim kısa zamanda göremez oldu. Yürüme yaşı gelince de yürüyemedi.”
“-Peki, bir buçuk yıldır tedavi nasıl gidiyor, olumlu netice verdi mi?” dedim.
“-Pek vermedi. Âilece çok üzülüyoruz. Maddî-mânevî çok yıprandık. Ablamlar masraflarına da güç yetiremez hâle geldiler artık!” dedi.
O an aklıma “Şifâ-i Şerîf” kitabında okuduğum, Peygamber Efendimizle bir sahâbî arasında geçen şu hâdise geldi. Onu öğrencime anlatmaya başladım:
“Âmâ bir adam, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek gözlerinin açılması için duâ istedi. Rasûl-i Ekrem ona:
«-Eğer sabreder, rahatsızlığının mükâfâtını âhirete bırakırsan, bu senin için daha hayırlı olur. Şayet bunu istemiyorsan, senin için duâ edeyim.» buyurdu.
Adam duâ etmesini isteyince, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona gözlerinin açılması için nasıl duâ edeceğini şöyle anlattı:
«-Şimdi sen evine git, güzelce bir abdest al. Ardından iki rekât nâfile namaz kıl, sonra da şöyle duâ et:
«Yâ Rabbi! Rahmet Peygamberi olan, benim Peygamberim Muhammed’in adıyla Senden istiyor ve Sana yöneliyorum. Yâ Muhammed! Senin vâsıtanla Rabbime yöneliyorum ve O’ndan gözlerimi açmasını niyâz ediyorum. Allâh’ım! Sen, O’nun, benim hakkımdaki şefaatini kabul eyle!»”
Râvî Osman bin Huneyf şöyle devam etmiştir:
“Âmâ adam evine döndü, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğunu yaptı. Allah Teâlâ da onun gözlerini açtı.”[3]
Öğrencime bu hadîsi naklettikten sonra:
“-Bu namazı, aynı şekilde ablan ve enişten yapsın. Anne-baba olarak yanık yürekle duâ etsinler. Umulur ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmetine Allah Teâlâ, inşâallah yeğenine şifâ verir.” dedim.
Öğrencim:
“-Hocam, maalesef eniştem namaz kılmıyor. O yapmaz herhâlde!” dedi.
Bendeniz de ona:
“-Olsun sen ilet, belki yapar. O yapmazsa sen yaparsın. Hem sen de hâfızsın. Kur’ân hürmetine Rabbim, belki senin duân sebebi ile şifâ verir.” dedim.
Aradan bir hafta geçti. Öğrencimle koridorda karşılaştık:
“-Ne yaptın, ilettin mi ablana? Sen de kıldın mı namazı?” dedim.
Öğrencim:
“-Hocam, ben de size gelecektim.” diyerek anlatmaya başladı. “Hocam, sizin dediklerinizi ablama anlattım, namazı kılmalarını tavsiye ettim. Ablam da kılmış, eniştem de namaz kılmadığı hâlde bu nafile namazı kılmış. Öğrettiğiniz gibi duâları da yapmışlar. Ben de kursta yaptım. Hocam, dün yeğenimin gözleri açılmış ve yürümeye başlamış. Hemen doktora götürmüşler. Doktor, tabiî mânevî himmetten haberi yok, çok şaşırmış:
«-Tedaviniz birkaç aya biter, evlâdınız iyileşmiş!» demiş.
Asıl büyük şifâ ise enişteme oldu. Hocam, bu hâdiseden sonra eniştem beş vakit namazını düzenli olarak kılmaya başlamış. İnşâallah devam etmesini umuyoruz. Bizim için bu hâdise, «çifte mucize, çifte şifâ» oldu.” dedi.
“-Evlâdım, işte bu hâdise bile bize Peygamber Efendimiz’in Allah Teâlâ katındaki kadr u kıymetini, O’nun hürmetine, ihlâsla yapılan duâların cevapsız kalmayacağını ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğinin hâlâ devam ettiğinin en büyük delilleridir. Bizim Peygamberimiz çok kıymetli, çok mürüvvetli bir Peygamber… Önemli olan, biz O’na ne kadar lâyık bir ümmet olabiliyoruz, öyle değil mi?!”
* * *
Ey yüce Arş’ın Rabbi!..
Ey Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ım!..
Efendimiz Muhammed’in şanını yücelt. Dînini âşikâr kıl. Nübüvvetine işaret eden delillerini aydınlat. O’nun faziletini ortaya çıkar. O’nun, ümmeti hakkındaki şefaatini kabul eyle. Bize de sünnetiyle amel etmeyi nasîb eyle. Bizi, O’nun muhabbetiyle rızıklandır.
Âmin, ey Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ım! Âmîn.
[1] Bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 96; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 527.
[2] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VI, 313-314, nr. 6502; Heysemî, Mecmau’l-Bahreyn ,VI, 151, nr. 3518.
[3] Tirmizî, Deavât 119, nr. 3578; İbn-i Mâce, İkame, 189, Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 138.
YORUMLAR