SAFİR İLE MİSAFİR

Allâh’ım, Sen merhamet et, Safir ile Misafir’e.

Bu ikisi elbet temsil, Sen’i lûtfet, sevenlere.

 

 

Uzun zamandır hasretti Misafir’in yüzüne... “En son ne zaman görmüştü de hasretti ki”, diye sorarsanız, iş biraz karışabilir belki. Zira “sadece şu kadarcık gün” desem, birkaç günden bahsetsem, size komik gelir. Siz gülmeyin diye uydursam, “neredeyse beş sene” desem, külliyen yalan olur. Gerçi, zamanın uzunluğu, duruma ve kişiye göre değişir. Hani, kimi birkaç saat sonra hasret çekmeye başlar, kimi seneler geçtiği hâlde özlemez bile… O hâlde şunu bilin ki, benim “uzun zaman” dediğim, kişiye göre değişen, muallak bir süre…

Muallak nedir? Bağlı. Neye bağlı? Adamına, durumuna bağlı… Başka nedir muallak? Belirsiz. Niye belirsiz? Çünkü her adam ve her durum, kendine has… Meselâ hasret, ayrılıktan duyulan acının şiddetine bağlı bir şey. Kim en yakında duruyorsa ayrılık ateşine, o en çok yanar. Yakınlık da başka başka gerçi... Kimileri vardır, arada mesafe kalmamıştır, ateş, içlerinde yanar. Kimileri vardır, o kadar uzağında dururlar ki, aynı ateşin, aradan asır geçse, hasret hissi yaşamazlar; hasreti de, hasret çekeni de anlamazlar… Ee tabî, vardır elbet, bu iki grubun ortasında duranlar. Şimdi, daha fazla uzatmadan mevzûyu, bilirim, sadede gelmemi bekliyor okuyanlar.

* * *

Bu sefer, ısrarla çağırdı:

“-Gel!”

“-Belki gelirim.” dedi Misafir.

Bunu duyunca, o pırıl pırıl yüzü güldü de hazırlığa başladı Safir. Her yanı temizledi, çiçeklerle süsledi. Gönlünü yokladı pak mı, değil mi diye… Kalbini hazırladı, kıymetli  Misafir’ine. Üstelik duramadı, haber de verdi. Bunun üzerine:

“-Hazırlık yapıyorsun; ama geleceğim kesin değil!” dedi Misafir.

“-Biliyorum kesin değil.” diye cevapladı Safir; “Ama «kesin değil» demek, «gelmeyeceksin» demek değil ki… Bence, «belki de geleceksin» demektir. Bana düşen hazırlanıp beklemek. Bana düşen, dilemek, duâ etmek. Sana yaraşanı ise, sen benden daha iyi bilirsin. Dilediğince ol. Zira ne olursa olsun, benim nihâî vazifem, seni sevmek ve senden râzı olmaktır. Sen, benim zaten, her hâlükârda yanımdasın. Ve zaten, her durumda hasret duyuyorum sana ben.

Bunları, kendini «gelmeye mecbur» hissetmeni istemediğim için söylüyorum. Bekliyorum, arzu ediyorum, tatlı bir telâşedeyim. Gelme ihtimâlinden bile sevinmedeyim. Hâlim böyle; ama karar senin. Ne diyebilirim ki bundan öte? Sadece «âmin»… Hem zaten, senin geleceğin kesin değil de, benim karşılayacağım kesin mi ki? Yarına kim öle, kim kala derler. Niyetlendim. Asıl olan da niyet değil midir, sevdiğim?”

Misafir sustu. Safir hazırlanmaya devam etti.

Ertesi gün, çok başka bir ruh hâliyle, yeni bir haber ulaştırdı gelmesi muhtemel Misafir’e:

“-Tabiî, gelecek olursan, çeşit çeşit seviyor olmam sebebiyle, çeşit çeşit de karşılayabilirim seni. Her tavır, her kılık, her durum mümkün olabilir. Gelecek olman, koca bir rahmete kavuşmana da, çok ciddî bir imtihan yaşamana da yol açabilir. Hiçbiri kesin değil. Neticede fitneyim. Aldatabilir, ayağını kaydırabilirim. Sonra da «ben sana söylemiştim» derim belki. «Gelmeseydin, silah zoruyla mı getirdim, aklın yok muydu, aldanmasaydın» derim. Ya da «sarhoştum, ne yaptığımı biliyor muydum ki» deyip, işin içinden sıyrılabilirim. Bunların da hiçbiri kesin değil. Şaşırmış ve seni şaşırtacak tuzaklar kurmuş olabilirim. Sonra, demedi deme. Biliyorsun ki, sana karşı zaaf içindeyim.”

Bütün bu sözleri de sadece, sessizce dinledi Misafir…

Beklemek… Hani birine el kaldırırsınız, ne vurur, ne indirirsiniz de, o biri de vurdu vuracak deyip tedirgin, ürkek, korkak bir vaziyette kalakalır ya... Hani “ah vursa da kurtulsam” hissiyle, canını çok yakacak bir tokada bile râzı olur ya... İşte o kişiye benziyordu Safir’in hâli… Aslında, Misafir’in ki de ondan pek farklı değildi. Zira birinin “belki gelirim, kesin değil” deyişi; diğerinin “belki de tuzaklar kurmuşumdur” diye söylenişi, işte, o havada duran elin hâli gibi muallak kılıyordu vaziyeti…

Dayanamadı Safir:

“-Ne geleceğin belli, ne de gelmeyeceğin! «Geliyorum» desen âlâ olur da, hani, «gelmiyorum, boşa bekleme» desen bile, sanki rahatlayacak gibiyim.”

Öyle böyle, zorlu bekleyiş nihayete erdi de, Misafir, Safir’in evine geldi.

“-Gittiğinde darmadağın olacağımı bile bile istedim gelmeni…” dedi Safir… 

“-Gördüğümde içimin yanacağını bile bile geldim.” dedi Misafir…

Onlara, sesiyle eşlik etti saat. Zaman, sanki azgın bir at! Bütün hızıyla koştu. Âdetidir zaten zamanın, seven sevdiğiyle buluştuğu vakit coşmak(!)… 

Vakit pek hızlı geçerken, Misafir döküldü:

“-Sen, gök yâkutum! Sende hiç daraltan, bunaltan bir renk görmedim ki. Sen beni her zaman, «havâs»a has masmavi bir renkte; hatta daha da ötesinde, «havâssu’l-havâs»a has, gece mavisi bir aydınlıkta karşıladın. Sana baktığımda inancım güçlenir. Sana bakınca sâkinleşir, dinlenirim. Seninle sohbet ettiğimde safâ bulur, yenilenir, tazelenirim. Öyle bir şefkat duygusu verirsin ki bana, ayrılmak istemem yanından. Az değilsin, adın Safir! Seni sevenler özgürleşir… Biri sana âşık olsa, yanlışlardan korunarak sevmeyi öğrenir. Gök zümrütüm! Sen cansın! Seni görmek, sendeki kıymeti biliyor olmak ve seni anlatmak ne büyük nîmet…”

Bu sözler üzerine Safir, pek tatlı bir edeple:

“-Bende gördüğün güzellik, bende var olduğunu düşündüğün kıymet, aslında sendedir. Aslında beni değil, kendini anlattın hep. Seni dinlemek ne güzel!..” dedi. 

“-Nasıl olur?” diye sordu Misafir. “Hâşâ! Ben, seni ziyaret etmekle sevince ermiş ve senin methine dalmış biriyken, nasıl olur da kendimi anlatmış olurum ki? Öte yandan, sen yanlış bir şey söylemezsin, bu sözünün, kavramakta zorlandığım hikmeti n’ola ki?”

Tebessüm etti Safir…

“-Ey güzel Misafir… Şu şehre geldiğinden beri, nerede olsan, bana bakar gözlerin, gönlün… Fakat iyi bil ki, ben de geldiğinden beri seni seyrederim… Benim için söylediğin ne varsa, senin içindir. Zira ben Safir’im. Sen de Misafir… Şimdi söyle bana, o güzel başından ilk heceyi çıkarınca, senden geri kalan nedir?”

Misafir bu söz üstüne, kendine döndü, baktı ilk defa… Evet. Fazladan tek bir hece vardı başında.

“-Sahi dedi, «mi» çıkınca, kalan «safir»… Ey benim gök cevherim! Söyle bana, peki o ilk hecenin hikmeti nedir?”

“-İki hikmeti var bunun.” dedi Safir. “Birincisi; pek samimi, sevgi dolu ve candan bir âşıksın; ama nâdiren de olsa zaaf gösterir, içten içe hakkımda «acaba?» dersin, «acaba şöyle mi, yoksa böyle mi?» İşte şu başındaki «mi», o sorduğun soruların bende sebep olduğu, kederin izi… İkincisi; aramızda öyle derin, öyle başka bir sevdâ vardır ki, göze gelmesin, nazar değmesin diye, seni «misafir» adıyla anar da, aynîliğimizi gizlerim.” 

Bu açıklama üzerine:

“-İşte…” dedi, “Senin bu şeffaflığına âşığım ben! Sen, bir ayna gibi yansıtmazsın; fakat seni görmekle, kendimi görmüş olurum zaten… Çünkü sen, hem kendini gizlemezsin benden, hem de ifşâ edersin beni bana. Şefkatle, aşkla ifşâ edersin de ürkmem, korkmam, incinmem…”

Bu sırada saat, hiç ara vermeden işini yapıyor; zaman durmaksızın ilerliyordu.

“-Geç oldu, gitsem iyi olacak!..” dedi Misafir…

“-Hemen mi?” diye sordu hüzünlü bir sesle Safir… “Bir daha gelsen keşke!..” diye ekledi ardından…

Yandıkça yaklaşırdı doruğa. Yanakları gece mavisine dönerdi, ne zaman yansa. Ayrılık ateşi bu sefer, bir başka acıttı gönlünü Safir’in… Kederden sessizce inleyişi, bilinmez, ne kadar içine işledi Misafir’in… Şimdi siz, belki üzülürsünüz; ama inanın buna hiç gerek yok.  Çünkü hem; gitmek mi zor, kalmak mı belli değil; hem de zaten kalan gidenden, giden de kalandan ayrı değil… 

Safir, Misafir’i bir nilüfer içinde yolcu etti. Kırmızı bir goncayı da yolcusuna yâran etti.  Vazifesini yaptı yapmasına ya, o ayrılık ânı tüketen, bitiren, hasta eden pek kuvvetli bir zehir gibi bütün damarlarına doldu da hâlden düştü. Misafir’in ardından ağlarken, hâli dile gelip konuştu:  

“-Saçlarım ağardı. Hâlâ gidip geliyorum. Nerede mi? Bataklık ile gülzâr arasında. Ben, «hayvanlardan aşağı insan» nasıl olur, gördüm. «Meleklerden öte insan»ı da gördüm. İkisi arasında gelip gitmekten kurtar beni, Allâh’ım. Misafirimi ve beni sevdiklerine yaklaştır ve orada sâbit ve dâim kıl.

Nefsim, gözlerimi günâha sokmak istiyor. Ellerimi, ayaklarımı günahkâr etmek istiyor. Nefsimin azâlarımı kirletmesinden Sana sığınırım, bana yardım et. Şu giden Misafir benim canımdır. Beni, canıma fitne etme. Canımı bana fitne etme. Bizi başkalarının üzerindeki nimete haset etmekten koru. Üzerimizdeki lutufların şükrüyle sevindir ve meşgul et.

Her şey bir an. «İki dilin (gönlün) birbirine helâl olması» ile «iki elin birbirine haram kalması» da bir an… Canlının ölmesi, ölünün dirilmesi; «var»ın yok, «yok»un var olması bir an. Bir anda değişir her bir şey. Kazâya bakar. Ânın sahibi de, kazanın takdir edicisi de Sen’sin. O halde «güzelim»e ve bana, sana daha çok sığınmayı; Sen’in rahmet eteğine, garip birer kedicik gibi daha çok sokulmayı nasip et.

Hâlimi görüyorsun, Allâh’ım. Ondan geriye bir sızı kaldı yine. Gelmesini istedim, gittiğinde neler olacağını bile bile... Darmadağın bir çile kaldı Misafir’imden geriye… Saramadım, toplayamadım, öremedim, bir şekle sokamadım. Ondan geriye düğüm düğüm keder kaldı boğazımda. Söylenmez sözler, tadılmaz hazlar, sessiz avazlar kaldı… Ondan geriye uzayan yollar kaldı. Rastgele dolaştım. Hiç girmediğim sokaklara çevirdim yönümü. Caddeler tanıdıktı, girdim, çıktım. Yolları uzattım, kederim dağılsın diye. Kederlerimizi en güzel yoldan sevince çevir Allâh’ım!

Çok ağladım. Bağıra bağıra ağladım! Boğazım acıyasıya ağladım! Acınacak hâldeydim. Çok dellendim, çok somurttum. Çok yandı canım… «Allâh’ım! Allâh’ım çok acıyor, yardım et!» Bana acı Allâh’ım! Yoruldum, azaldım, az oldum temelli. Şahdım şahbaz oldum. Şimdi, var mı başka bir şeye gücüm? Lutfunla uyut ki beni, dinlenmeye çok; ama çok muhtacım...”

* * *

Misafir bu sıralarda, yollar aşıp gitmedeydi. Kan kırmızısı o gülde, mavi Safir görmedeydi. Allâh’ım, sen merhamet et Safir’e ve Misafir’e... Bu ikisi elbet temsil, Sen’i lutfet sevenlere…

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle