“Safahât” belki Türk gencine mîras bırakılmış en kıymetli hazinelerden birisi... Kendini tanımak isteyen, belli bir hâfıza kaybı içerisinde sağa-sola yalpalayan gençliğe çok yakınlardan seslenen bir ata nidâsı… Çok değil, hemen hemen bir asır öncesine ait olduğu için, geçmişiyle bağlarına neşter vurulmuş bizleri, okurken çok zorlamayan, ama aynı zamanda altı asırlık Devlet-i Aliyye-i Osmâniye’nin özünü içinde taşıyan, bir hatıra “Safahat”... Yastık altı edilerek sık sık istifade edilmesi gereken bir servet…
Bir zamandır kıymetli arkadaşlarımla oluşturduğumuz bir grupta ehil bir hocamız eşliğinde “Osmanlıca Safahât Okumaları” yapmaktayız. Lise yıllarımda “İstiklal Marşı”, “Çanakkale Şehitlerine” gibi bilindik şiirleriyle tanıdığım merhum Mehmed Âkif Ersoy’un dünyası, böylelikle bana yavaş yavaş âşikâr oldu. Meğer bir eseri orjinalinden kelime kelime okumak ne kadar önemliymiş!. Safahat’ın her bir safhasında, her bir şiirinde hakikat bize aksetti; Âkif’in o derin, o duygulu, o asîl rûhu ve muhteşem yeteneği... Hakiki bir müslümana yakışır iç dünyası… Vefa, diğergâmlık, vatan sevgisi, merhamet, irfan, hikmet her bir şiirinde sırayla arz-ı endâm ettiler. Hele o duyguları ifade ediş şekli… Sıradan olayları, gündelik konuşmaları aruz vezniyle bir cambaz kıvraklığıyla sunuşu…
Allah, kullarını çeşitli istidatlarla donatmış ve merhum Âkif’teki istidat, insanın gözünü kamaştırıyordu. Görünüşte bir “baytar” (veteriner), yani hayvan doktoru olan Âkif, hakikatte insan denilen muammânın pek çok sırrına vâkıftı.
Safahât, dertli bir eser... Osmanlı’nın yıkılış dönemine, Balkan Savaşları’na ve I. Dünya Savaşı’na tekabül eden eser, elbette ki bu acı tarihin izlerini taşıyor. Hele bu dünyaya açılan pencere Âkif’in yüreği iken her acı katmerlenmiş.
Safahâtı okuyan her kişi rahatlıkla görecektir; Âkif’in o hassas ve rakîk yüreği, bu dönemde çok büyük acılar çekiyor. O Âkif ki, bir bayram günü, sevinçli bir ortamda bile mahzun yetimi fark eden, okuldan yollanan veremlinin hissiyâtını onun kadar hisseden, gece karanlığında sarhoş kocasını almaya meyhâneye giden kadının hikâyesini görebilen Âkif… Olması gerektiği gibi; mazlûmun, dulun, yetimin civarında olan Âkif, hiç bu kadar büyük bir yıkımdan bîgâne kalabilir mi? O yüzden onun şiirlerinde hep bir “hüzün” vardır. Bir süre beraberce okuduktan sonra, artık biz de her şiirin sonuna yaklaştıkça bekler olduk hüzünlü bir manzarayla karşılaşmayı.
Böyledir Âkif, hakikati sizden saklamaz. Hüzünlü bir şâir Âkif, ama aslâ abus değil. Bunu şiirlerindeki nükteli anlatımlardan anlarsınız hemen... Kinâyeli benzetmeler, dokunduran ve gülümseten latîfeler… Hoşsohbet biri olduğu görmeden anlarsınız.
Âkif’i diğer müslümanlardan ayıran en büyük fark, belki de herkese göre farklı; ama İslâm’a son derece uygun olduğunu düşündüğüm orjinal bakış açısı... Pek çok şiirinde M. Âkif, silkeler son devrin miskinleşmiş müslümanlarını... Sıradanlaşmış yanlışları hatırlatır, önemsiz görülen ehemmiyetli hususların altını çizer, nerede hata yapıldığını pervasızca haykırır. Keskin sözleriyle zihinlerdeki ağırlaşmış havayı deler, dağıtır:
“Adam, aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, Hakk’ı tutar kaldırırım.”
O yüzden yalnız bir şâirdir Âkif… Onu tam olarak anlayan olmamıştır, birkaç hakiki dost hâricinde...
Mehmed Âkif’i ve Safahât’ını okumayı ben çok sevdim. Sanki her şiir, bir nefes oldu benim için… Firak sebebiyle yaralı kalmış yüreğime serin bir merhem oldu.
Atalarımızdan ayrı kalan bizlerde firâkın yaraları var elbette… Biz bilsek de bilmesek de, kabul etsek de etmesek de…
Âkif, ne kadar farklı da olsa, aslında Osmanlı’daki birçok insanın sesiydi. Safahât’ta ben adım adım, sokak sokak Osmanlı zamanı İstanbul’unu gezdim. O büyük, o bambaşka Osmanlı rûhunu tanıdım. Geçmişten günümüze süzüle süzüle gelen ve belki de Âkif’in zamanında son derece azalmış olan o nice faziletlerle donanmış ruh, beni kendine hayran etti.
Osmanlı kadar kimse insan rûhunu bütün derinlikleriyle tanıyamamıştı ve Âkif de bu medeniyetin bir evladıydı sadece… Dili dönmeyenlerin dili olmuştu o, sesi çıkmayanların sesi...
Şühedânın ruhunu şahsiyetini terennüm etti bize.
“Safahât” aslında her sayfasında bu tatsız-tuzsuz sistem içinde rûha kaybettiğini hatırlatıyor. Ve Osmanlı gibi bir medeniyetin torunları olarak ne kadar nasipli olduğumuzu...
“Safahat” bir geçmişe dönüş çağrısı, bir geçmişle yükseliş çağrısı... Belki de pek çoğumuz için Safahat’ın beslendiği kaynağın merakıyla Osmanlı edebiyatının ihtişamlı dünyasına bir giriş…
Safahât, aynı zamanda bir öze dönüş… Asırların üzerimize yüklediği kirlerin, pasların temizlenmesi… Üzerimizdeki tozun silkelenmesi…
Safahât, aynı zamanda bir ümidin, bir kıpırdanışın, bir isyanın sesi… Zulme, haksızlığa, merhametsizliğe, vurdumduymazlığa…
Safahât, bazen içten bir mırıldanma, bazen kükreyen bir aslan, bazen acı bir feryad… Ama içten, ama bizden ve gerçekçi…
Ne diyor Mehmed Âkif, Safahât’ına başlarken…
Bana sor sevgili kari‘, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tâsânnû bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir, bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şayed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîra onu yazdım, iki söz yazdımsa.
YORUMLAR