16 yaşında hayatın baharına doğru adımlarını sıklaştırıyordu Melis… Düştüğü zaman onu kaldıracak eller hep geride kalıyor; tekrar kendisi kalkıyordu, ama yalnızdı. Dünya okyanusunun içinde çaresizlikten yılanlara sarıldı. Onlar da acımadan, akıttı beyaz zehrini nârin bedenine… Hastane koridorunda ölüme yelken açarken de zehri veren yılanlar uğurladı onu, son yolculuğuna… Günlerce gazete manşetlerinden inmedi Melis’in son resmi… Ölümünden beş gün önce, belki de son kez gülümsüyordu fotoğraf karelerine... 16 yaşında uyuşturucuya kurban verilen son kişi o olmayacaktı… Herkes suçlu ararken:
“–Suçlu biziz!..” dedi bir ses!..
Bu, babası Remzi Akpınar’dı ve ağzından acıyla birlikte itiraflar döküldü.
“–Onu biz öldürdük. Kâtili annesi, ben de suç ortağıyım!..”
Şaşkın bakışlara aldırmadan devam etti:
“–12 yıl önce bir hiç uğruna, fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerle evliliğimizi bitirip boşandık. Sonra da kendi yollarımızı çizdik ve kızımızla yeterince ilgilenmedik. Ona ihtiyaç duyduğu sevgiyi ve ilgiyi veremedik. Kâtil biziz!..”
Evet, şimdiye kadar çocukların ve gençlerin yaptığı hatalarda, düştüğü derin kuyularda, anne-babalar suçu kendilerinde bulmaz; suçlu hep başkası olurdu. İlk defa suçlu, kendi suçunun farkına varıp itiraf etti. Ama çok geçti artık... Diğer ebeveynlere “son ders” olması temennisiyle...
Mâlûmunuz, “Cenâb-ı Hakk’ın hiç sevmediği mübah, boşanma”dır.
Eskiden toplumumuzda pek az rastlanırdı, boşanma vak’alarına... Onlar acaba çok mu mutluydu da boşanmazdı, yoksa çok mu sabırlı ve fedakârdılar?!. Biraz düşünelim. Hâlbuki o zamanlar, ne günümüzdeki maddi imkânlar vardı, ne de eğitim ve öğretim fırsatları… Şimdi ne oldu “o sabırlı dişi kuşlar”a?!.. Ne oldu yuvasını her türlü düşmandan koruyan arslan yürekli babalara?!..
* * *
Yokluk ve huzursuzluğun imtihanından geçmiş, sık sık eşinden şiddet gören bir yakınıma sordum:
“–Bu adama, bunca yıl nasıl sabrettin?” diye. O da hiç düşünmeden:
“–Yavrularım için!..” dedi. “Ben bu nâdân insandan boşansaydım ne olacaktı?! Çocuklarım, toplum içinde hep bir tarafları ezik gezeceklerdi. Hâlbuki eşimin güzel yönlerini görmeye çalıştım hep!.. O en azından namaz kılıyor, en azından içkisi yok ve evime ekmek getiriyor. Çocuklarını kucağına alıp öpüp seviyor. Onun geçimsizliğine, beni sürekli ve sebepsiz yere dövmesine ve bütün evin yükünün üzerime kalmasına sabretmem, hep bu sebeptendir. Elhamdülillâh, çocuklarım büyüdü. Hepsi mutlu yuva kurdular. Kızlarım, benden sabrı ve analığı öğrendi. Oğullarım, babasının kötü ahlâkından ders alıp müşfik bir âile reisi oldu. En önemlisi, yıllar sonra, o da hatasını anlamaya başladı.”
* * *
Şimdi ikinci yaşanmış hikâyeyi nakledeyim sizlere… Anadolu’nun şirin bir kasabasında, 3 çocuklu bir annenin hikâyesini…
Cennet çiçeği iki kız ile bir oğlu olan ayyaş baba, her fırsatta bir bahane bularak hanımını döver. Zavallı hanım, kendi elinde yağ çanağı, küçük kızının elinde pamuk, gözü yaşlı bir şekilde yan komşusuna gidiyor, yaralarını silip pansuman etsin diye… Komşuları:
“–Boşan bu adamdan!..” dedikçe:
“–Düzelir inşâallah!..” diyor gözyaşlarıyla…
Yıllarca hem gözünün yaşı, hem de duaları devam ediyor, ümit kesmeden…
Beyi parasız kalınca, kötü dostlar da dağılıyor etrafından birer birer!.. Ve zavallı adam, nihayet anlıyor hatasını… Tevbe ediyor, beş vakit namaza başlıyor. Ardından da hanımından helâllik isteyip onu hacca götürüyor.
* * *
Bir de tarihten misal verelim:
Tıp üzerine yatığı çalışmalarla bilinen İbn-i Sînâ, aynı zamanda tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı da ilgi duymuş bir İslâm filozofudur. Bir gün, Ebû Hasan Harakanî hazretlerinin methini duyar ve kendisini ziyaret etmek ister. Seyahate çıkar ve Ebû Hasan hazretlerinin evine varır. Kapıyı açan karısından Harakanî’yi sorar. Kadın, kocası hakkında yakışıksız ve kaba birçok sözün ardından kendisinin evde olmadığını ve dağa odun getirmeye gittiğini söyler.
İbn-i Sînâ, karşılaştığı bu tavır karşısında şaşkınlığa düşer ve büyük bir insanı görmek hususundaki ümidini kesmez. Harakanî’yi bulurum umuduyla kadının târif ettiği ormana doğru yönelir. Yolda giderken uzaktan birisinin, yanında odun yüklü bir hayvan ile kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu görür. Dikkatli bir şekilde bakınca hayretler içinde kalır. Çünkü bu zâtın odununu taşıyan hayvan, bir aslandır. İbn-i Sînâ, adamın yanına varınca:
“–Efendi bu nice bir hâldir?” diye sorar.
Şeyh, cevâben:
“–Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi.” der.
Evdeki kurt, karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve huysuz olan bu kadının ezâ ve sıkıntısına katlanan Harakanî, böylece kesb-i kemâlât eylemiştir. (Tezkiretü’l-Evliya)
* * *
Bütün bu tanıdık hikâyeler gösteriyor ki, sabrın sonu selâmettir. Sabır acı, fakat meyvesi tatlıdır. Allah, bizim niyet ve fedakârlıklarımıza göre ecir verecektir.
Allah -celle celâlühû- erkeğin fıtratına sahip olma; hanımın fıtratına ise ait olma duygusunu yerleştirmiştir. Onlar bu fıtrata göre yaşamayınca, âileler dağılıp gidiyor. Kadın erkeğin yerine her şeye sahip olmak istiyor. Her şeyin reisliğine soyundukça, bu durum, erkeğin nefsine hoş geliyor ve o da sorumluluklarından kaçıyor. Kaçtıkça kurtulduğunu(!) zannediyor. Nefsi azgınlaştıkça azgınlaşıyor. Sonu ise felâketle bitiyor. Yuvalar dağılıyor.
Olan ise, yavrulara oluyor. Sahipsiz yavrular, toplumda gezen aç çakallara yem oluyor. Suçlu ise, hep dışarıda aranıyor. Asıl suçlu içerde…
Kim mi?
Sabırsız anneler, sorumsuz babalar!
YORUMLAR