Sabır ve şükür, bir bütünün iki parçasıdır. Şükür, hangi basamaklardan geçilerek yerine getirilmiş olur? Ya da sabır, nasıl bir fazilettir ki, insanı pişirir, olgunlaştırır ve kâmil eder?!
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’inde, “İnsan pek acelecidir.” (el-İsrâ, 11) buyuruyor. Gerçek şu ki; insanoğlu aceleci bir fıtrat üzerine yaratılmıştır. Acelecilik ve telaş, insanın birinci derecede terbiye etmesi gereken bir yönü değil belki... Ancak sabrı, insanın karakterinin bir parçası hâline getirmek, insandaki aceleci tavrın eğitilmesi, törpülenmesi mânâsına geliyor. Sabırlı olmak, ihtimam gösterilmesi gereken bir husus... İnsan, sabırlı olmayı, hayatın meşakkatlerini yaşayarak öğreniyor. “Sabrın sonu selâmettir.”der, büyüklerimiz. Bir de “Maksada ermenin birinci şartı, sabırlı olmaktan geçmektedir.” mânâsında “Sabreden derviş, muradına ermiş” derler.
Dilimizde, çok sabırlı ve metânet sahibi insanlar için:
“-Peygamber sabrı var!” denilir.
“Peygamber sabrı” ya da “Eyyub peygamber sabrı” farklı bir kıvâma ulaşmanın ifâdesidir. O makâma ulaşılınca, o sabrı da göstermiş olursunuz. Yani “Peygamber sabrı”, engin ve sonsuz bir tahammül ile ummanlar kadar geniş bir sîneyi ve buna mümâsil yüce bir karakteri içinde taşıyan “sabır”dır.
Dünya hayatı, insan için imtihanlarla dolu… Hayat insana, sabrın her zaman lâzım olduğu bir mücâdele alanı sunuyor. Her insanın, dünyaya gelişinden itibaren bir mücâdele, bu mücâdeleyi verirken de mutlak bir sabır içerisinde olması gerekiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de sık sık tavsiye edilen, hatta emredilen “sabır”, îmânın bir nişânesi ve müslümanın şahsiyetinin bir parçasıdır:
“Rabbinin hükmüne sabret.” (el-Kalem, 48)
“O hâlde güzel bir sabır ile sabret.” (el-Meâric, 5)
“Başkalarının diyeceklerine sabret, güzellikle onlardan ayrıl.” (el-Müzzemmil, 10)
“Rabbin için sabret.” (el-Müddessir, 7)
“Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)
“Sabredenleri müjdele.” (el-Bakara, 155), gibi âyet-i kerimelerde geçen sabrın fâilleri, imtihanı kazanan müminlerdir. Hayatın kasırga ve fırtınaları içinde mü’minin denge ve îtidalini muhafaza edebilmesi için sürekli bir “sabır kuşanmışlığı” içerisinde olması gerekmektedir.
Sabır, başa gelen bir musîbet anında pişmân olunacak işler yapmayı engelleyen, teskin ve tesellî eden en büyük vâsıtasıdır. Bu sebeple asıl sabır, musîbetin ilk ânında gösterilendir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatını, bu bakış açısıyla gözden geçirdiğimiz zaman, O’nun nasıl zirve bir sabır ve tahammül örneği sergilediğini daha rahat bir şekilde görürüz. O, karşılaştığı en büyük musîbetlerde bile tehevvüre, panik ve telaşa kapılmamış, hiçbir bâdire ve üzüntü esnasında sabır ve teslimiyetini yitirmemiştir.
Çünkü O, sabrı, en güzel yaşaması gereken bir Peygamberdi. Karşısında câhiliye katranı ile asırlardan beri kararmış bir şirk toplumu vardı. Nefsin, şeytanın elinde kabarmış, azgınlaşmış benlikler vardı. O’nun, böyle bir isyan, şirk ve menfaat düzenine alışmış insanları, yine onların iyiliği için kırmadan, dökmeden sabırla bu günah bataklığından çıkarması gerekiyordu. Onları, âdeta içlerine yuva yapmış yılanları ürkütmeden Allâh’ın dinine ısındırmalıydı. İnsanî değerlerin neredeyse yok olduğu bir topluma, Allah tarafından “uyarıcı” ve “müjdeleyici” (bkz: en-Nisâ, 165) bir Peygamber olarak gönderilmiş bir insanın en başta sahip olması gereken husûsiyet, elbette sabırdı.
O da insandı. Bâzen tebliğ vazifesini îfâ ederken, muhataplarının ilâhî dâvete bîgâne kalmalarına karşı bunaldığı anlar oluyordu. O zaman Rabbine sığınıyor ve “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.” (el-Bakara, 153) âyet-i kerimesinin îcâbı, Rabbinden yardım istiyordu.
Efendimizin bütün bir hayâtı, sabır ve tahammül içerisinde geçmiştir.
Bir insan olarak, altından kalkılması çok zor olan hâdiseler başına gelmiş ve bu zorlukların altından nasıl kalkılması gerektiği hususunda ümmetine örnek olmuş bir Peygamberdir.
İşte Efendimiz’in hayatındaki sabır basamaklarından bazıları:
O küçüktü. Daha gözlerini dünyaya açmadan sevgili babasını kaybetti. Minik yüreği ile daha küçük yaşında bile babasızlığın acısına sabretmeyi öğrendi. O yaşta elinden tutan, başını okşayan, bir şefkat pınarı olabilecek babasının yokluğu, sabrın en zor yanını öğretmişti O’na…
Dört-beş yaşlarında daha etrafını yeni tanıyacakken, anne şefkatine en muhtaç olduğu demlerde sevgili annesini kaybediyordu. Belki doya doya anne diyemeden... Onun efsunlu bakışlarından merhamet yudumlayamadan onu da kaybediyor ve annesizliğin dayanılmaz acısıyla sabrı öğreniyordu.
Efendimiz, küçük yaşlarda âilevî yönden derin bir yalnızlığın içinde buluyordu kendisini… Şüphesiz dedesi, amcası ve akrabaları vardı. Ve ona kol-kanat oluyorlardı. Hele dedesi, O’na gözü gibi bakıyor, her şeye karşı O’nu koruyordu. Ama hiç birisi babası Abdullah’ın, annesi Âmine’nin göstereceği şefkatin yerini dolduramıyordu. İşte Efendimiz, doğuştan sabır denilen o sığınağa tutunarak varlığını devam ettiriyordu.
O’nun nişânesi ve en büyük meziyeti, iffetli ve güvenilir olmasıydı. Ve kavminin en emîni olarak herkesin îtimâdını kazandı. Ama bu “el-Emin” sıfatı, kavminin O’nun peygamberliğini tasdik etmesine yetmedi. Zîrâ kavmi, O’nun eminliğini bile bile küfürlerinde inat ettiler ve şirkleri onlara daha sevimli geldi.
O, Mekke’nin en zengin ve asîl bir kadını olan Hazret-i Hatice’nin ticâretini yaparken de büyük bir “sabır” içindeydi. O ticâreti en güzel şekilde yapmak, Şam yoluna düşmek, para kazanmak ve bir mânâda kendisine emânet edilen o malları, kârı ile birlikte sahibine teslim etmek… Para karşısında da, bütün ihtiyacına rağmen, şahsiyetinden tâviz vermemek… Doğru ve dürüst kalabilmek… Bütün bunlar, sabırsızlıkla başarılabilecek işler değildi. Bu sabrının karşılığı, Hatice’nin kalbinde kendisine karşı bir hayranlık ve muhabbetin başlamasıydı.
Efendimizin nübüvvet hayatı, başlı başına bir mücâdele ve sabır hayatıdır. Kendisine bir emânet tevdî edilmişti. Hem de Yüce Allah tarafından… En yüce, en kutlu ve en zor vazife… İnsanlara, Allâh’ı anlatmak, Allâh’ın dinini öğretmek… İnsanların içindeki küfür, şirk ve isyanı temizlemek…
Rabbi, ilk gününden itibaren O’nu sabır mektebinde kendi terbiye etmiş, bu mübârek ve çetin vazifeye hazırlamıştı.
O’nun mübârek fem-i muhsinlerinden dökülen şu hadîs-i şerif, sabrın çeşitlerini ne güzel anlatmaktadır:
“Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır, günah işlememekte sabır!.. Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse, Allah ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında semâ ile arz arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse, Allah ona altı yüz derece yazar. Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat altı arası kadar mesâfe vardır. Kim de günaha karşı sabrederse, Allah ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yer ile arş arası kadar mesâfe vardır.” (Suyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
O, sadece sözleriyle sabrı ve çeşitlerini öğretmemiş, hayatı boyunca sabrın her çeşidini bizzat yaşayarak göstermiştir. İşte Peygamber Efendimizin hayatından bir kaç sabır ve tahammül örneği:
Sevgili Peygamberimiz’in İslâm Dîni’ni tebliğ yolunda katlandığı zorluklarla alâkalı olarak Târık bin Abdullah el-Muhâribî, bir müşâhedesini şöyle anlatıyor:
‘‘Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Zülmecaz Panayırı’nda, üzerinde kırmızı bir elbise olduğu hâlde görmüştüm:
“-Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!” diye yüksek sesle hitâp ediyordu. Bir adam da elindeki taşla onu takip ediyor ve:
“-Ey insanlar, sakın ona inanmayınız, itaat etmeyiniz. Çünkü o yalancıdır!..” diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla Efendimiz’in ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere:
“-Kimdir bu zât?” diye sordum.
“-Bu, Abdulmuttalib oğullarından bir gençtir.” dediler.
“-Ya onun ardına düşüp taş atan kimdir?” diye sordum.
“-O da onun amcası Ebû Leheb’dir.” dediler.” (Dârekutnî, III, 44-45)
Mü’min bir gönlü parça parça edip dağlayan bu tür üzücü hâdiseler, sadece bir kez değil, yirmi üç senelik peygamberlik hayatı boyunca defâlarca tekerrür etmiştir.
Onlardan birini de Müdrik el-Ezdî şöyle anlatmaktadır:
“Babamla birlikte hac yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca, bir toplulukla karşılaştım. Babama:
“-Bu cemaat ne için toplanmış?” diye sordum. Babam:
“-Kavminin dinini terk etmiş olan şu kişi için!..” dedi. İşâret ettiği tarafa bakınca Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i gördüm:
“-Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!” diye sesleniyordu.
İnsanlardan kimi onun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de ona sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp:
“-Kızcağızım, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!” buyurdu.
Bunun kim olduğunu sorduk:
“-Kızı Zeyneb!” dediler.” ( Heysemî, VI, 21)
* * *
Sevgili Peygamberimiz, hastalıklarında da bizlere örnek olacak sabır nümûneleri sergilemiştir. Ebû Said el-Hudrî, Rasûlullah Efendimizi, hasta iken ziyâretine gitmiş ve O’nun ne büyük acılara katlandığını bizzat müşâhede etmiştir. O, yaşadığı bu hâli şöyle anlatmaktadır:
“Elimi üzerine koydum, harâretini, yorganın üstünden hissediyordum.
“-Ey Allâh’ın Rasûlü, harâretiniz çok fazla!” dedim.
“-Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukabil mükâfatları da kat kat verilir.” buyurdu.
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?” diye sordum.
“-Peygamberler!” buyurdu.
“-Sonra kimler?” dedim.
“-Sonra sâlihler!” buyurdu ve şu açıklamayı yaptı; “Onlardan biri fakirliğe öylesine mübtelâ olur ki, kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)
Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Rasûlü’ne:
“-Bize yardım etmiyor musunuz, bizim için Allâh’a yalvarmıyor musunuz?” diye şikâyette bulunduk. Efendimiz, mübarek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:
“-Sizden önce öyleleri vardı ki, birisi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testere ile başı ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki, demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki bir yolcu, devesine binip San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak!.. Koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Menâkıbu'l- Ensâr, 29)
O’nun sabır eksenli hayatı, hep kazanan olmasını sağlamıştı. O’nun gönül dünyasında sabır ve tahammül, hep karşısındakini kazanmak için canlı idi.
Nübüvvet yılları boyunca kendi nefsi için zerre kadar bir beklentisi olmayan bir Peygamber, acaba sabrın hangi basamaklarında idi?
Ve biz ümmeti olarak, hangi musîbetler karşısında ne kadar sabır gösterebildik?!
Yüce Rabbimiz, bizi altından kalkamayacağımız sıkıntılarla imtihan etmesin.
Eğer imtihanımız var ise, gönlümüze en geniş sabırlar ihsan eylesin...
YORUMLAR