Geçen sayımızda, tsunami felâketinin olduğu Endonezya ve Açe bölgesine ilk giden sivil toplum kuruluşlarından birinin (IBS) temsilcilerinden Ömer Güzelyazıcı beyle bir mülâkâtımız olmuştu. Bu sayımızda da yine aynı derneğin görevlendirdiği iki genç arkadaşımızla (Numan Nurullah Aras ve M. Sami Çil); onların Türkiye’de misafir ettiği bir felâketzededen (Malavî bin Muhammed) bölgenin mâruz kaldığı âfetin boyutlarını tekrar dinlemek istedik. Sözü fazla uzatmadan sizi, onlarla ve yaşadıkları acı-tatlı hâtıralarıyla başbaşa bırakıyoruz.
*İlk gidişinizde nelerle karşılaştınız?
Biz, ilk olarak Banda Açe’nin “Lamno” denilen bölgesinde, 100 tane ev inşası için çalışmalara başlayacaktık. Fakat buraya bizden önce hiçbir ekip gitmemiş. Zaten araba yolu yok, ancak helikopterle gidilebilir. Üç tarafı denizle kaplı… Kıyı şeridi boyunca devam eden araba yolu, tsunami esnasında mahvolmuş. Gerçi şimdi, depremin üzerinden 6 ay geçtikten sonra yollar tekrar kullanıma hazırlandı, ama o zamanlar helikopterle gidip geliniyordu. Her yer harab olmuş, âdeta taş üstünde taş kalmamış. İlk gittiğimde IBS’in ofisi yoktu. Beraber gittiğimiz müteahhitlerle “Nerde kalacağız?” diye araştırma yaparken bir evin yerini uygun bulduk ve orada yerleşmeye karar verdik.
*Açeden gelen misafiriniz, Malavî ile nasıl tanıştınız?
Evi bulup yeni yeni yerleştiğimiz sırada, Malavî ve iki arkadaşı yanımıza geldiler ve bizimle tanışıp dostluk kurdular. Ev sahibi bize Malavî’yi takdim etti. O bölgede her ailenin kayıpları olmuş, ama Malavî’nin hâli bambaşka… O, bu deprem ve tsunami esnasında bütün tanıdıklarını, yakınlarını kaybetmiş. Bir defada hanımı, oğlu ve âilesi dâhil, tam otuz akrabası vefat etmiş. Hayatta hiç kimsesi kalmamış. Felâketten önce iki tane işyeri varmış, her türlü yedek parçanın satıldığı… Yani hırdavat dükkânı gibi bir şey. Ama orada iyi para getiren iki dükkân. Oranın şartlarında oldukça zengin. İki bin beş yüz dolara sahip bir insan. Zaten felâket geldiği anda orada çalışıyormuş. Suların geldiğini görünce hemen motora atlıyor, doğruca hanımının köyüne gidiyor. Kurtarmaya çalışıyor, ama sular daha hızlı geliyor. Üç taraftan istilâ eden dalgalardan kurtulabilmek için motoruyla tepeye doğru yol alıyor. O esnada arkasına bakıyor, karısı ve çocuğunun suyun altında kaldığını, öldüklerini görüyor. Buna rağmen hiç ağlamıyor. Açe’nin insanı bu!..
İşte Malavî’yle böyle tanıştık, beraber kalmaya başladık. Yakınlaştık, samimî olduk, derken “Ben de IBS’de çalışayım!..” dedi. İlk zamanlarda beraber çıkıp köyleri gezdik. Malavî’yle iki ay aynı evde kaldık.
*Malavî, Türkiye’ye nasıl geldi?
Hz. Eyyüb Peygamberin sabrı hakkında Urfa’da bir konferans olacakmış herhalde… Yaşayan bir örnek olarak Malavî’yi de davet ettiler. Türkiye’ye bu vesîle ile geldi. Malavî bir örnek… Açe’de yakınlarını kaybeden daha niceleri var. Ama bizim gördüklerimiz arasında en acı hatıralar yaşayan insan, Malavî!.. Evinin önünden her geçişimizde “Burası benim evimdi!..” diyor, biraz düşünüyor. O kadar!.. Ne şikâyet, ne ağlama, sızlama!.. Hepsi bundan ibâret. Malavî, çok mâsum, bambaşka bir insan…
Tabiî bazen duygulandığı ânlar oluyor. Meselâ birkaç kere başıma geldi. Namaz kıldıktan sonra beraber Kur’ân-ı Kerîm okuyoruz. O, Kur’ân-ı Kerîm okurken, ben başımı onun omzuna dayayınca ağlamaya başladı. Tane tane gözyaşları döküldü. İyice ağlayıp rahatladıktan sonra, “Allah kerîm!..” dedi.
*Türkiye ile ilgili neler düşünüyor?
Dün konuştuğumuzda Türklerin çok yüksek sesle konuştuklarını, güleryüzlü insanlar olduklarını söylemişti. Açe’de insanlarda ilk başta güleryüz olmuyor. Bizim Türklere, “Hoş geldiniz!..” dediğinizde hemen güleryüz gösteriyorlar. Türklerin bu hâlini çok seviyor. Yemekleri görünce çok şaşırdı önce. Ama şimdi alışmaya başladı. Özellikle ayranı çok seviyor. Lahmacunu da çok seviyor. Aynı zaman da peyniri seviyor. Urfa’yı, Açe’ye benzetiyor. “İnsanları oraya benziyor.” diyor. Sıcak, çok sıcak… Sıcağı çok seviyor.
Malavî’ye ilerleyen senelerde ne yapacaksın diye hedeflerini soruyoruz. Bir sene sonra evleneceğini söylüyor. Daha sonra da yeni bir iş kurup tekrar hayata, kaldığı yerden devam etmeyi düşünüyor. Türk insanını çok sevdiği için Türkiye’yi merak ediyordu.
*Açeyle ilgili müşâhedeleriniz neler? Buranın insanı nasıldır? Ne yer, ne içerler? Bizden farklı dikkatinizi çeken yönleri nelerdir?
İki aydır oradayız; hiç birbirlerine kızdıklarını görmedik. Bırak kavga etmeyi, bağırmıyorlar bile... Küfür yok, bağrışma yok. Hep birbirlerine tebessüm ediyorlar. Soruyoruz “Bu kaybettiğiniz insan var, niye ağlamıyorsunuz?” Bize, “Onları Allâh aldı!..” diye cevap veriyorlar. Öbür dünyaya olan inançları çok tam... Yani sanki karşılarında, gözlerinin önünde âhiret hayatı var. Öyle inançları, teslimiyet ve bağlılıkları var. Her birinin kalplerinde sabır, tevekkül, teslimiyet ve hakîki iman kökleşmiş. Sanki ölenleri, başka bir köye uğurladılar. Hepsini cennete elleriyle yerleştirmişler gibi rahat, sâkin, huzur içinde ve mutmainler!...
Orada Türkleri çok seviyorlar. Osmanlı’dan gelen bir sevgi var. Bizi bir ayrı seviyorlar, başka milletlere nazaran.
Ortak dilleri, “Bahasa” dili…. Banda Açe’nin %98’i müslüman… Açe, yeraltı kaynakları bakımından çok zengin. Petrolün %60’a yakını oradan çıkıyor. Benzin sudan ucuz. Bir sürahi sudan ucuz benzin. Su problem. Sadece bir marka var; o sudan içiyorlar. Diğer işleri için kuyu suyu kullanıyorlar. Felaketten önceki hayatları da çok farklı değildi. Çadırda yatmaktan pek de rahatsızlık duymuyorlar. Beton evi sevmiyorlar zaten.
Yemekleri, sadece “nasi” adındaki bir pirinç pilavı... Nasi ve balık. Biz, özel olarak tavuk yerdik. Ama onlar kahvaltıda nasi, öğlen nasi, akşam nasi. Başka bir yemek bilmiyorlar. Sadece pirinç pilavı. O da yağı çok az katıyorlar, tuz katmıyorlar; lapa gibi. Haşlıyorlar pirinci. Üzerine balık koyuyorlar. Ondan sonra elle yiyorlar.
*Pirinci kendileri mi yetiştiriyorlar, yoksa dışarıdan mı geliyor?
Bizim dağıttığımız pirinçler de var. Pirinç tarlaları vardı, tsunamiden önce. Orada pirinç yetiştiriyorlardı. Geçim kaynakları balıkçılık ve hayvancılık.
*Çocuklar ne yapıyor?
Çocuklar okula gidiyorlar. Okulları gün boyu sürüyor. Okuldan sonra Kur’ân-ı Kerîm Kursu var, oraya gidiyorlar. Daha sonra oyun oynuyorlar. Temizlik derdi yok, yemek derdi yok. Zaten evlerinde mutfak yok. Sadece fritöze benzer, bir pilav haşlama makinesi var. Pirinci ona atıyorlar, ondan sonra balığı koyuyorlar. Şafiî mezhebinden oldukları için rahatlıkla yengeç ve istakoz da yiyorlar.
*İbadet hayatları nasıl?
Orada namaz kılmayana iyi gözle bakmıyorlar, neredeyse insan yerine koymuyorlar. Namazlardan sonra yarım saat-kırkbeş dakika cehrî zikirleri oluyor.
Sabah namazıyla başlıyor gün. Namazı kıldıktan sonra zikir çekiyorlar. Zikirden sonra artık işlerine başlıyorlar. Zikri, sesli çekiyorlar. Çok harika bir ritim tutuyorlar. Anaerkil bir âile yapısı var. Yani evlenen erkek, kızın evine gidiyor. Zaten Malavî’nin evi, karısının eviydi. Kadınlar genellikle çalışıyorlar. Erkekler de çalışıyor. Çalışan erkek, daha üstün sayılıyor. Sabahleyin işlerine gidiyorlar ve çok yavaş hareket ediyorlar.
Cuma günleri genelde tatil oluyor. Hutbeleri de bir saate yakın sürüyor. Lumnu dilinde okunuyor. Ama Cumartesi ve Pazar günleri de bazen tatil oluyor, bazen olmuyor. Akşam namazı önemli. Akşam namazından sonra kesinlikle zikir çekiyorlar.
*Tsunami ve depremle ilgili neler anlatıyorlar?
Tsunaminin okyanus içindeki hızı 800 km… Şehre ulaştığı zaman saatte 450 km. ile insanları vuruyor. Dörtyüz elli bin tonluk gemileri, kâğıt parçası gibi şehrin içerisine getirecek güçte bir dalga düşünün... Bu sular, yaklaşık 3 km. sahilden içerilere kadar gidiyor. Su her yerden geliyor. İnsanlara kaçacak yer bırakmıyor. Hepsini öldürüyor. Dalga boyu 30 metre çoğu yerde. İlk dalga 3-4 metre yüksekliğinde geliyor. O zaman büyük büyük balıklar sahile vuruyor. İnsanlar bu balıkları toplamak için sahile iniyorlar. İlk dalgadan sonra su yaklaşık 100-150 metre geri çekiliyor. Bu sırada ikinci dalga geliyor. 20-25 metre. İnsanları götürüyor. Ardından gelen üçüncü dalga da tamamen öldürüyor. Suyu daha ileri götürüyor. Toplam 20 dakika da her şey bitiyor. 20 dakika su orada bulunuyor. Su tabi durgun değil, sürekli hareket halinde. Bir oraya, bir buraya gidiyor. Biz oradayken büyük bir deprem daha oldu. 8,7; civarında… Ardından tsunami bekleniyordu, gelmedi. Ayağa kalkıyoruz yere düşüyoruz. Çok büyük bir deprem. “Malavî! diyorum. “Kalk, dışarı çık!..” Çıkmıyor. “Belki bu beni âileme kavuşturacak bir otobüs. Niye kaçayım ki? Kaderimde varsa ölürüm. Şu anda benim yapmam gereken sabır göstermek.” diyor. Bana böyle söylemişti. Çok hayret etmiştim. Daha sonra ailesi hakkında soru soruyorum. “Şimdi ne düşünüyorsun?” diye. “Onlar şimdi çok daha güzel bir ortamdalar!...” diyor. “Onlara en kısa sürede kavuşmak için duâ ediyorum. Ben onları bazen rüyamda görüyorum çok iyi yerlerde.” Hadis-i şerifi söylüyor: “Suda boğulanlar cennetlik olacaklar” hadîsini. Ve çok da sağlam, yani şu saksıyı gördüğü gibi âhirete de bütün kalbiyle inanıyor.
Sabang adında bir ada var, okyanusun tam ortasında. O adada yaklaşık 20-30 yıldır söylenegelen bir geleneksel şarkıda şöyle denirmiş: “Balıklar gelip de sahile vurduğu zaman… Balıklar sahildeyken deniz geri çekilirse, hiç durma. Arkana bakmadan dağa kaç!..” O adanın insanları, balıkları görünce dağa kaçıyorlar. Bu yüzden orada sadece 4 kişi ölüyor.
“Pasantra Budi” diye bir yer var. Orada eskiden kızlar eğitim görüyorlarmış. Kız Kur’ân kursu olarak… “Pasantra”, Kur’ân kursu gibi bir yer. Medrese... 170 tane kız ölmüş. Şimdi orada toplanıyorlar. Kuran-ı Kerim ve mevlid okunuyor. Mevlid, orada 20 Nisan’da başlıyor ve yüz gün kutlanıyor. Bu merasimlere “Mevlid Nebî” diyorlar. Her köyde 1 gün, bazılarında 2 gün toplanıyorlar. 48 tane köy var, Lamno’da. Bu 48 köyde, her gün ayrı ayrı mevlid okunuyor. Her köyün ayrı bir grubu var. O köyün çocuklarının kurmuş olduğu bir ekip. Köyler, bu mevlid merasimleri için birbirlerini de ziyâret ediyorlar. Her köyün bir “tunku”su var. Tunku, hoca demek, üstad demek. Bu tunkular kurban kesme işlerini organize ediyorlar, sohbet yapıyorlar, zikir çekiyorlar, Kur’an-ı Kerim okuyorlar.
*Oraları bize tanıttığınız için teşekkür ederiz. Allah hizmetlerinizde kolaylık versin.
*Biz de teşekkür ederiz. Oralar hem çok farklı, hem bize çok yakın. Kardeşlerimizin hislerine tercüman olabilmişsek, ne mutlu bizlere!..
YORUMLAR