Sabır Ve Duâ, Hastalıklara Şifâ Mıdır?

 

İnsan, bedeni itibariyle son derece mükemmel bir donanıma sahip olarak yaratılmış bir sanat harikasıdır. Aylardır kaleme aldığımız yazılarda, anne karnındaki bu gelişimi hayretler içerisinde sizlere arz etmeye çalıştık. Bu vetîrenin tamamlanmasının ardından bebeğin, 40 haftasını geçirdiği korunaklı hânesinden ayrılarak dünyaya gelişi de câlib-i dikkat detaylarla doluydu. Dünyaya gözünü açan her canlı, burada kendisine biçilen ömrü tamamlanana kadar kalmakta ve ardından buradan ayrılmaktadır.

İnsan, anne rahmindeki karanlıklar içinde, aklımızın almadığı inceliklerle hesaplanmış bir zamanı yaşarken pek çok cihazla donatılmaktadır. Saymakla bitiremeyeceğimiz nice fonksiyonlar için bütün sistem en ince teferruatlar düşünülerek hazırlanmış ve insan, muhteşem ve mükemmel olarak dünyaya gönderilmiştir. Bilemediği bir ömrü burada tamamlarken, akıl almaz sanat incelikleri ile var edilmiş bu cihazların zaman içinde eskiyip yıpranması, zaman zaman da mikrop kapması veya birtakım arızalar yaşaması da gayet tabiîdir. Muvakkat dünya hayatında ortaya çıkan bu duruma, “hastalık” adı verilir.

İnsan denen meçhul varlığın hastalanmasında pek çok faktörün tesiri olduğu gibi, iyileşmesinde de çeşitli sebeplerin tesiri olacağı muhakkaktır. Beden yapısı itibariyle mükemmel olan insanın en sırlı yönü, onun iç yapısı dediğimiz “ruh hâli”dir. Ruh, bir yandan elle tutulur, gözle görülür somut (müşahhas) bir nesne olmamasına rağmen, diğer taraftan insanın maddî yapısına tesiri göz önünde bulundurulduğunda, onun hem hastalanmasında hem de iyileşmesindeki rolü göz ardı edilemez. Hâl böyle olunca da insan denen sanat harikasına bir bütün olarak bakmadan, onun hastalık ve iyilik hâllerinde, sadece maddî sebeplere takılı kalmak, aslında ilmîlikten de uzak kalmak manasına gelmektedir.

Maalesef bir dönem Batı hayranlığı sebebiyle, insanı bütün yönleri ile bize tanıtan dînimizin öğrettiği bilgileri dışlama özentisi, tıp dünyasına da sıçramış ve bu sahada insanı rûhu ile bir bütün kabul etmek, tedavisine bu şekilde yaklaşmak; bağnazlık ve çağdışılık olarak yorumlanmıştır. Bu tesir, yıllarca sürmüş ve uzun zaman tıp doktorlarının bir kısmının, hastalarına bozulan ve ömrünü tamamlamak üzere olan bir makine gibi bakmalarına sebep olmuştur. Maalesef öğrencilik yıllarında böyle düşünen profesör hocalardan biz de nasibimizi aldık. İğne, ilaç ve cerrahîye, yani medikal tedaviye alternatif arayan hastalara farklı gözlerle bakmaya, bu tedavileri tavsiye edenleri önyargı ile eleştirmeye zorlandık. Hattâ komite sınavlarında bunlardan sual olunarak:

“-Bu bilgileri çivi ile kazımazsak ne sınıf geçebiliriz, ne de iyi bir doktor olabiliriz!” fikri, zihnimizin bir köşesine bir implant gibi yerleştirildi.

Yıllarca satır okuya okuya bitiremediğimiz insan denen muhteşem cihazın ârıza yapması durumunda iyi bir hekim olarak ne yapmalı idik? Normal işleyişi, yani fizyolojiyi okuduk öğrendik, bunun bozulması demek olan patolojiyi okuduk öğrendik. (Bu bozulma kesinlikle bir başıboşluk değildir. Onun dahî kuralları vardır.) Hastalıkları, bunların belirtilerini ve tedavi metotlarını; ilâ-âhir… Lâkin her şeye rağmen en bilinen hastalıklarda en meşhur tedavi yöntemlerinin işe yaramadığına da şâhit olduk mu? Veya yapılan operasyonlar sırasında her şey yolunda gidiyormuş gibi görünürken beklenmedik şeylerin olduğunu gördük mü? Aynı hastalıklarda uygulanan tedavi neticesinde kişilerin farklı iyileşme sürecine girdiklerini müşahede ettik mi?

Bunlara ilâveten bedeninde herhangi bir hastalık tespit edilemediği hâlde hasta olarak tanımladığımız “psikolojik” vak’alara da rastladık mı? Düzeyleri miligramın binde ya da milyarda biri ile ölçülecek kadar hassas olan kimyevî maddelerdeki dengesizlik sebebi ile insanların davranışlarının ve iyilik hâllerinin bozulabileceğini, lâkin bu maddeleri yerine koymakla o bozukluk tâbir ettiğimiz hâlleri tamamen düzeltemediğimizi biliyor muyuz? İlâ-âhir… Soruları ne kadar çoğaltsak da bunlara vereceğimiz cevap birdir; o da “Evet, öyle!” demekten ibarettir. Yani ne okursak okuyalım, ne öğrenirsek öğrenelim tıp tahsilinde de ilk önce öğrenmemiz gereken şey, “acziyetimiz”miş!

Demek ki insan, sadece basit bir madde olarak târif edilemez. O, son derece kompleks bir varlıktır. Dolayısıyla hastalıkların iyileşmesinde sadece maddeci yaklaşımların işe yaramayacağı âşikârdır.

Biz kaleme aldığımız bu yazılarda, “Hastalıklara sabır ve tahammülün, kişinin inancının ve yaptığı duânın iyileşme üzerinde tesiri var mıdır?” sorusuna kısaca cevap arayacağız.

Sabır; îtidâli muhafaza etme, tahammül gösterme, acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukâvemet etme, olacak ya da başa gelecek bir şeyi telaş göstermeden, rızâ ile bekleme mânâlarına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Nebîler Silsilesi’nde tekrarla bahsedilen sabır mevzuu; dünya ve âhirette saâdet ve selâmetin anahtarı olup yüksek ahlâkî vasıflara sahip kulların da en bâriz özelliklerindendir.

Kâinata ibret nazarları ile baktığımızda, sabrın sadece insanın değil, diğer mahlûkatın hayatında da mühim bir yeri olduğunu görmekte gecikmeyiz. Toprağın kışın cefâsına katlanması ile sînesinde çeşit çeşit bitkiyi saklayıp vakti gelince büyük bir ihtişam ile bunları sergilemesi, tohumun birtakım zorlu safhaların ardından kabuğunu çatlatarak başını dışarıya uzatması, kuru ağaç dallarından ter ü taze yeşil filizlerin çıkması, karnında yavrusunu taşıyan mahlûkatın, cinsine göre geçirdiği bir olgunlaşma döneminden sonra evlâdını doğum ile dünyaya getirmesi gibi...

Bunlardan biri olan sisal bitkisinin mâcerası câlib-i dikkattir: Bu bitki, Amerika kıtasında, soğuk rüzgâr, sert-verimsiz toprak ve sıcak güneşte yetişen, muhtevasındaki sağlam ve dayanıklı elyaf sayesinde tekstil sanayiinde ve başka pek çok sahada sıklıkla kullanılan bir bitkidir. Elyafının kıymeti sebebiyle, uzmanlar bu bitkiyi daha verimli topraklara ektiklerinde bitkinin çok daha büyükçe yapraklarla yetiştiğini, lâkin yapraklarının içinde elyaf olmadığını müşahede ettiler. Sonradan anlaşıldı ki; bitkinin, kötü toprak, soğuk rüzgâr, sıcak güneşle mücadelesi, onun lifli yapısını meydana getirmekte, yani içindeki cevheri geliştirmekte imiş. Hayatının kolaylaştırılması bitkiyi mahvetmekte ve dış görünüşünü değiştirmekte, kendi ortamındaki özünü bulmasına engel olmaktaymış.

Yine Çin bambu ağacının yetiştirilmesi de hayreti mûciptir. Tohum için ekilecek yer seçilir, gerekli hazırlıklardan sonra ekim yapılır. Aradan bir mevsim geçer, bir sene geçer, iki-üç sene geçer, çimlenme olmaz. Dördüncü senede bakım devam eder, lâkin hâlâ bir değişiklik yoktur. Beşinci senenin sonuna gelindiğinde nihayet çimlenme başlar ve tohum; altı haftada boyu 27 metreye ulaşan bir ağaç hâline gelir. Tohum içindeki muhtevâ, beş senelik zaman zarfında, sabırla olgunlaşmıştır.

 Bahsettiğimiz bu iki misalden de anlaşıldığı gibi, rüzgâr, yağmur, fırtınaların kamçısı ve zaman; nasıl ki tohumun içinde gizli olan çiçek ve meyve verme yeteneğini ortaya çıkarıyor ve onu insanların istifadesine hazırlıyorsa, insan da başına gelen musibetlere sabır ve tahammül sayesinde olgunlaşır. İçine sırlanan cevher ortaya çıkar, güzel ahlâka ulaşarak kâmil insan olma yolunda mesafe kat eder. Ve böylece o, bu hâli ile etrafını aydınlatan bir kandil hâline gelmiş olur. Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberlerin cümlesi, sabrın farklı vechelerinde misal teşkil etmekte iken, hastalıklara sabır konusunda Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- bir “üsve/örnek” olarak takdim edilmiştir. Hakikî ve kâmil bir îman, sabır, tahammül, duâ ve rızâ; kulların nice dermansız dertlerine devâ, hastalıklarına şifâ olmaktadır.

Saydığımız bu hasletler, insanı motive ederek bağışıklık sistemini güçlendirmekte, psikolojisini destekleyerek iyileşmesini hızlandırmakta, moral desteği ile tedaviye müsbet tesir ederek hastalıktan şifâ bulma nisbetini artırmaktadır. Hekime güvenmenin ve teslim olmanın, tedaviyi kabul etmenin, iyileşeceğine inanmanın ve moralini yüksek tutmanın tedavideki başarısı, bugün modern tıbbın kabul ettiği bir gerçektir.

Bir sonraki makalede konu ile alâkalı yapılmış ilmî çalışmalara yer vereceğimizi belirterek bu ayki yazımızı bitirelim. Lâkin, insana dair tefekkürümüz hep devam etsin. (Devam edecek…)

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle