Sabah Oldu, Daha Ne Olsun…

Severim Anadolu’nun saf kadınlarını. Allâh emretti diye kılarlar namazlarını. Çalışırlar “Çalışmak ibadettir” diyerek, temizlikleri “...imandandır.” Televizyondaki dizilerden anladıkları “Günah”tır. Ellerindeki azcık bilgi el vermez torunlarını yönlendirmeye, ama gözyaşları vardır seherlerde dökülen, tutup yarın başından alıveren evlâtlarını. Bulaşık ve bulanık değildir kalbleri, ümmîliğin serin selâmet yolunda yaşayıp giderler. 

Halkımın insan manzaralarından sadece biri: Adam karısını, hangi sebeptendir bilinmez döver bir akşamüzeri. Tarladan yeni gelmiştir adam, elindeki kazmanın sapını kullanır bu iş için. Kadın sabır niyetine sustukça adamın öfkesi kabarmaktadır. Ne kızı alabilir elinden, ne adam yorulur; ta sopa kırılıncaya dek sürecektir sanki bu dayak. Nihayet adam bırakıp gider. 

Ben kızından dinlemiştim bu hâdiseyi. Kadın sonra ne yapıyor, çıkıp kapının önündeki merdivenlere oturuyor. Kızı acıyla yanına gidip sarılıyor, ne söylenebilir böyle bir anda, gözyaşlarını siliyor titreyen elleriyle. Allâh o kızı bir cevhere şahit kılıyor o an: “Bak,” diyor anne, eliyle karşıdaki manzarayı işaret ederek, “Bak, kavakların arkasından ay doğuyor! Rabbim ne kadar müşfik!” Kızı gülümsüyor, “Allâh seni ne güzel teselli ediyor anne!” “Hayır,” diyerek telâşla düzeltiyor anne, “Hayır, kötü bir şey mi oldu ki teselli olsun? Ben Rabbimden razıyım, rızada acı olmaz...” 

                                     “Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde

                                      Sonra seni kaybetmek hemen her yerde

                                      Ne güzel bineceğim vapuru kaçırmak

                                      Yapayalnız kalmak iskelelerde...” 

(Yavuz Bülent BAKİLER)

Ben, yaşlanamadan hayata veda eden o kadıncağızı hiç görmedim, ama her dâim, bir anıt gibi, rûhumun değerleri arasında yükselir. Letâfettir bu... Ve ben letâfeti, Rabbimizin en az anlaşılan vasıflarından biri olarak görürüm. Hâlbuki bizde hayranlık uyandıran, incelikle yapılan bütün işler O’ndan akseder. Zarâfet ve incelik sahibi Allâh, ayrıntılarda bile letâfeti ihmal etmez, gelişigüzellik ve baştan savmalık yoktur O’nun fiillerinde. Her şeyin özünde Latîf olan Allâh’ın lütfu ve ilmi durur. Ne güzel, yoksa ne kelebekler bu kadar güzel olurdu, ne bebekler bu kadar sevimli... 

Fakat biz güzellikleri Rabbimize mal etmiyoruz çok zaman. “Benim yapım böyle.” “Karakteri bu, istese de kimseyi kıramaz.” “O kimseye küsemez, iki dakika sonra güler, konuşur.” “Aaa, ben kimseye kin tutamam, hemen affederim.” “Hiç dayanamam doğrusu, birini ağlarken görsem, ben de başlarım ağlamaya.” Bu cümleleri çoğaltabiliriz, ama sanırım maksat hâsıl oldu; biz bir takım vasıflara sahip olduğumuzun farkındayız, lâkin o vasfı vereni görmüyoruz maalesef... 

Bu, meselenin pozitif yönü, bir de negatif yönü var tabiî: Acıların kimden geldiğini fark etmek. Sabit ve herkese uygun, standart bir açıklaması yok bu bahsin.

İlk etapta kim sorumluysa acıtan o.

Bir adım daha: Her şey elimizle işlediklerimizin karşılığı. 

Bir adım daha: Lâ fâile illâllah. 

Başa dönüyorum... Elini uzatsan alabileceğin şeylerden Allâh için vazgeçmek… Letâfeti bunun neresine koyabiliriz? İçini sızlatan arzulardan ferâgatin acısını ne dindirebilir? Ne doldurabilir gönülden istenen bir şeyin yerini? 

“Ve tevekkel ale’l-Hay...”

(Furkan sûresi, 58. âyet-i kerime)

Hay ve Bâkî Olan’a tevekkül, O tüm vazgeçilenleri telâfi edeceğini vaad ediyor. Tüm bunların uhrevî âlemde karşılığı verilecek. İnanç ve güven. İsyansız, yumuşacık bir içtenlikle âhirete inanmak. Letâfettir bu. Allâh hakkında, hüsnü zannın da ötesinde bir biliş ve irfan. Acılarımızı uhrevî mükâfatlara dönüştüren bir iksir…

Bir zaman yanıp yakıldığımız arzular yerini yeni arzulara bırakıp çekiliyor içimizden. Öyleyse değerliyken âhirete transfer etmek en akıllıcası. 

Duâ bir ibadetse, duâ etmek için bahane aramak lâzım. 

Allâh, âmâ kullarını memnun etmek için verdikçe verecekse mahrumiyetlerimizi sigortalamak lâzım. 

“Ya Latîf” demeye devam edenler, letâfet sahibi oluyorsa “Ya Latîf, bize incelikli düşünme hassası lutfet. Arzu duyduğumuz zaman bizi ancak sen anlarsın, bizim anlayacağımız dilden bizi yönlendir. Ey kalbimizden geçiveren küçük arzuları bile es geçmeyen Mecîd Rabbimiz, sen ne güzelsin! Arzularımızı senin için terk etmek gerektiğinde bizi bununla şereflendir, lâtif kıl. Bağrımıza taş basmayalım Rabbimiz,  bizi bağrına basacak dostlar ver katından... Ya Latîf, en gizli ayrıntılarını bildiğin günahlarımız hususunda dünyada yaptığın gibi âhirette de Settâr isminle tecellî edeceğini ümid ediyoruz, bize acı...” demek lâzım. 

“Bende kesafet, sende letafet; Allâh’ım affet!”

(Necip Fazıl KISAKÜREK, Doğumunun 100. yılında, saygıyla)

Kesâfet deyince aklıma gaflet geliyor, teheccüdsüz geçen geceler geliyor, boş konuşmalarla dolu saatler geliyor, bir de bitmek bilmeyen beklentiler... Ah, divan şiirinin asil şairleri!

“Revâcı yok cihânın nakdi bâzâr-ı muhabbette

Metâ-ı aşkı fehm ettim ben ey hâce bahâsızdır” (Sezai)

(Bu “dünya” parası muhabbet pazarında geçmez. Hacım, ben anladım ki, aşk paha biçilmez bir meta’dır.)

 

“Kim ki Sezâî bugün yârine kurban olur

Zerresini mahv eder mihr-i dırahşan olur” (Sezâî)

(Kim bugün sevdiğine kurban olursa zerre olmaktan çıkar, güneş olur.)

 

“Belâ budur ki; alıştı belâlarınla gönül

Gamın da gelse dile bâis-i meserret olur.” (Nef’î)

(Gönlüm belâlarına öyle alıştı ki; artık senden gam da gelse bana sevinç sebebi oluyor.)

 

“Nikâbın açtı ol meh cemâl-i âfitâbından

Serâser on sekiz bin âlemi pür kıldı tâbından”(Zâtî)

(O gün yüzlü sevgili yüzündeki örtüyü açtı da on sekiz bin âlemi nuruyla doldurdu.)

 

Asâlet bir birikimin işaretidir. Yüzyıllar boyu edinilen tecrübeler getirir asâleti. Biz dev gibi yıkılan bir devrin ardından avucumuzda asâlet pırıltıları ile ufka doğru yürüyoruz. Soylu İslâm tarihinden beslenerek. Buyurun biraz letâfet almaz mıydınız efendim? Biraz Osman Gazi’nin Kur’ân-ı Kerîm’e saygısından... Biraz Murat Hüdavendigar’ın Şeyh Hamdullâh’a hizmetinden... Yavuz’un, 

 

“Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân 

 Beni bir gözleri ahuya zebûn etti felek” 

(Aslanlar pençemde titrerken bir ceylânın karşısında zayıf düştüm.) deyişinden, çöldeki yürüyüşünden biraz... Fatih’in hanlığından... V. Murad’ın, Hazret-i Peygamber’in adı her geçtiğinde ayağa kalkışından... Sürre alaylarından... Sultan Vahdettin’in Medine sevdâsından... Biraz biraz alsak letâfetle dolardı dünyamız. Asâletimizi göstermiş olurduk, örnek olurduk insanlığa. Melekler yine Rabbimize hamd ederlerdi.

 “Sen Sübhan’sın, bize bildirdiğinden başka bilgimiz yoktur, sen Alîm ve Hakîm’sin.”

 

Hâşiye: 

Yazarımızın geçen sayımızda yer alan yazısının ithafındaki “Ümmü İbrahim Mariye validemiz...” kısmı, sehven “Ümmü İbrahim aleyhisselam...” şeklinde çıkmıştır. Mariye vâlidemiz, Peygamberimiz’in üçüncü oğlu İbrahim’in annesidir. Düzeltir, özür dileriz. (Şebnem) 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle