Çarpıtılan Hakikatler
İbn-i Ziyad, bu hâdise sürecinde öldürülen Ehl-i Beyt için, “…Onu muhakkak Allah öldürdü…” (el-Enfâl, 17) âyet-i kerîmesini Ali bin Hüseyin’e söyleyince, o: “Allah ölenin ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır…” (ez-Zümer, 42) meâlinde âyet-i kerîme ile “Allah izin vermedikçe hiç kimse için, ölmek yoktur…” (Âl-i İmrân, 145) âyet-i kerîmesini, İbn-i Ziyâd’a cevaben yüzüne okur.
İbn-i Ziyad, esirleri Kûfe’den Şam’a, Muaviye’nin oğlu Yezid’e gönderir. Esirler Yezid’in huzuruna getirilince, Şamlı bir adam ayağa kalkar ve:
“-Bunların esirleri bize helâldir!” deyip, Hazret-i Ali’nin kızı Fâtıma’yı kastederek:
“-Bunu bana bağışlayıver.” der.
Fâtıma, korkusundan, ablası Zeynep’in elbisesine sarılır. Zeynep:
“-Yalan söyledin ve alçaklık ettin; bu iş ne sana, ne de ona helâl değildir!” deyince, Yezid öfkelendi ve:
“-Allâh’a yemin ederim sen yalan söyledin. Bu bana düşer ve ben ona bağışlamayı istersem bağışlayabilirdim.” der. Zeynep:
“-Aslâ! Vallâhi sen dînimizden çıkıp başka bir dîne girmedikçe, Allah, bunu sana helâl kılmış olamaz!” diyerek karşılık verdi. Yezid yine gazaba geldi ve:
“-Sen bana bu şekilde karşılık mı veriyorsun? Dinden, olsa olsa senin baban ve kardeşin çıkmış olabilir.” deyince; Hazret-i Zeynep:
“-Allâh’ın dîni ile babamın, kardeşimin ve dedemin dîni ile sen de, baban da, deden de hidayet buldunuz!” diye cevap verdi. Bu sefer Yezid:
“-Ey Allâh’ın düşmanı! Yalan söylüyorsun.” deyince, Zeynep’in:
“-Sen emir olduğun hâlde, haksızlık ediyor ve hakarette bulunuyorsun.” sözü ile Yezid utandı ve sesini kesti. Daha sonra esirler, oradan çıkarılıp Yezid’in odalarına yerleştirildiler. Yezid’in âile efradı, tek tek onlara tâziyede bulundular, onlardan alınan malları ziyadesiyle geri verdiler.[1] Esaret zamanı bittikten sonra Yezid, kamuoyunu kendi lehine çevirmek için esirleri sağ sâlim Medîne’ye gönderdi.
Kerbelâ hâdisesinden sonra Ehl-i Beyt’e zulmeden hiç kimse iflah olmadı. Kimisi delirdi, yokluk ve kıtlık ile âilesi harab oldu. Ehl-i Beyt’in intikamını almak için oluşturulan “Tevbeciler” ve “Ehl-i Beyt fedâîleri” tarafından tek tek öldürüldüler. Bu oluşumların hiçbirinde Ehl-i Beyt yer almadı, onlar intikam peşine düşmediler.
Ömer bin Sa’d, Hazret-i Hüseyin’in ölümünden sora İbn-i Ziyad’ın yanına gelince, İbn-i Ziyad ısrarla, Hüseyin’in öldürülmesi hususunda, “Ehl-i Beyt’i bulduğun yerde öldür!” emrini yazıp gönderdiği kâğıdı bulup kendisine vermesini istedi. Ömer bin Sa’d ise, o kâğıdı asla İbn-i Ziyad’a vermemiş:
“-Vallâhi o Medîne’de bana çatacak olan Kureyş’in kocakarılarına karşı kendimi savunmak için benim yanımda kalacaktır. Kimseye de vermeyeceğim. Ben sana Hüseyin hakkında tavsiyede bulunmuştum, ama sen beni dinlemedin.” diye cevap vermiştir.
Bunu işiten İbn-i Ziyad’ın kardeşi:
“-Ömer doğru söylüyor. Vallâhi Hüseyin öldürülmese idi de İbn-i Ziyad’ın oğulları kıyamete kadar burunlarında halka ile köle olsalardı daha iyiydi.” demiştir.
İbn-i Ziyad’ın annesi Mercâne ise, oğlu İbn-i Ziyad’a: “Sen Rasûlullâh’ın kızının oğlunu öldürdün! Cennet yüzü göremezsin artık!.” diye devamlı çatardı.
Yezid bin Muâviye’nin ölümü üzerine öldürülmekten korkup Basra’dan Şam’a kaçan İbn-i Ziyad, kendisine:
“-Ehl-i beyt’e yaptıklarına pişman oldun mu?” diye soranlara:
“-Ben Hüseyin’i öldürdüm, ama mü’minlerin emîrine ve ümmetin topluluğuna karşı koymaya kalktığı için öldürdüm. Mü’minlerin emîri de bana yazdı ve onu öldürmemi istedi.” diye cevap verdi. Yaptığı zulme pişman değildi.
“-Eğer bu yanlış bir hareket idiyse, sorumluluk Yezid’e düşer, o emretti.” derdi.[2]
Yezid bin Muâviye ise Ehl-i Beyt’in kesik başlarını görünce gözleri yaşarmış:
“-Ben sizden, sizin tâatinizden, Hüseyin’in öldürülmesinden başka türlü bir hareket bekler ve isterdim. Allah Sümeyye’nin (Mercâne’nin) oğluna lânet etsin. Vallâhi Hüseyin ile ben buluşsa idim, konuşsa idim onun suçunu bağışlar, kendisini bırakırdım.” dedi.[3]
Başka bir rivayette de Yezid, İbn-i Ziyad’ın Hazret-i Hüseyin tarafından yapılan teklifleri kabul etmeyip onu ve yakınlarını şehid etmekle, Müslümanları kendisine kinlendirdiğini ve kalplere düşmanlık tohumu ektiğini söyleyip:
“-Allah, Mercâne’nin oğluna lânet etsin.” diye bedduâ ederdi.[4]
Yezid, İbn-i Ziyad’a lânet edip kızmakla birlikte; İbn-i Kesîr’in el-Bidâye ve’n-Nihâye’sinde dediği gibi, İbn-i Ziyad’ı ne azletmiş, ne cezalandırmış, ne de toplum önünde kınamıştı.
Tarihin sayfalarında yazılan bir diğer acı hâdise ise; Hazret-i Hüseyin’in kesik başına, dişlerine ve ağzına değneği ile vuran Yezid’in bu hakaretine dayanamayıp müdahale eden, Peygamber Efendimiz’in ashâbından Ebû Berzetü’l-Eslemî’nin sözlerinde gizlidir:
“-Onun ağzından ve dişlerinden değneğini çek ki, ben arada sırada Allah Rasûlü’nün onları öptüğünü görmüştüm. Ey Yezid! Sen kıyamet günü Allâh’ın huzuruna İbn-i Ziyad, kayırıcın olduğu hâlde çıkarılacaksın. Hüseyin ise şefaatçisi Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğu hâlde gelecek ve Allâh’ın huzuruna çıkacaktır.” deyip Yezid’in yanından ayrılmıştır.[5]
Yaptığı hatanın çok büyük olduğunu görüp, kamuoyuna kendisini mâzur göstermek için uğraşan Yezid, Şamlılara şunları söyler:
“-Bilir misiniz, bu neden oldu? Hüseyin; «Babam Ali, onun babasından daha hayırlıdır!» diyordu, doğrudur. «Anam Fâtıma, onun anasından hayırlıdır!» diyordu, doğru idi. «Benim dedem, onun dedesinden hayırlıdır!» diyordu doğru söylüyordu. «O hâlde ben ondan daha hayırlı olduğuma göre, ben halife olmalıyım!» diyordu. İşte burası yanlış!.. Çünkü bu, onun görüşüdür, kendi anlayışıdır. Şu âyeti bilmez misiniz? «Ey mülkün sahibi Allah! Mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz eder, dilediğini zelîl edersin. Hayır yalnız Sen’in elindedir. Şüphe yok ki Sen, her şeye hakkı ile kâdirsin!» (Âl-i İmrân, 26) âyetini okumamış galiba...”[6]
Timsah Gözyaşları
Âdetler, vicdandan önce geliyor olsa gerek ki, Muâviye hânedânının kadınları, istisnâ dahî olmadan Hazret-i Hüseyin’in kardeşleri, kızları ve kadınlarını karşılamış; Hazret-i Hüseyin için üç gün üç gece yas tutmuşlardı. Yezid:
“-Kureyş’in büyüğü için ağlamak, ona düşen bir hak ve vazifedir!” diyerek kadınlarına emretmiştir.[7]
Yezid, Ali bin Hüseyin’e:
“-Ey Ali! Baban, benimle akrabalık ilgisini kesmişti. Hakkımı bilmek, tanımak istememişti. Hâkimiyet ve saltanatımı elimden alıp çekmeye kalkışmıştı. Bak, Allah ona ne yaptı?” deyince, Ali bin Hüseyin:
“-«Gerek yerde, gerek nefislerinizde herhangi bir musîbet vukua gelmemiştir ki, bu bizim yaratmamızdan önce, mutlaka kitapta yazılmıştır. Şüphesiz ki bu Allâh’a göre çok kolaydır. Allah bunu elinizden çıkana tasalanmayasınız, O’nun size verdiği ile de sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.» (el-Hadîd, 22-23) meâlindeki âyetleri okumuş, Yezid ise:
«Size çarpan musîbet kendi ellerinizin işleyip kazandığı günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah birçoğunu affeder de musîbete uğratmaz.» (eş-Şûrâ, 30) meâlindeki âyeti okuyup:
“-Bu, sana ve babana o âyetten daha münasiptir.” demiştir.
Kerbelâ hâdisesinde Yezid ve taraftarlarının kendilerini haklı çıkarmak için kullandıkları âyetler ve Hâricîlerin Hazret-i Ali’yi tekfir etmek için kullandıkları âyetlere baktığımız zaman, “Kur’ân-ı Kerîm; fâsıkın fıskını artırır, mü’minin îmânını artırır!” sözünü doğrular mahiyette olduğunu görürüz. Nitekim Allah Teâlâ:
“Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o mü’minler için bir şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise sadece ziyânını arttırır.” (el-İsrâ, 82) buyuruyor.
O sebeple Hazret-i Ali, Hâricîlerle görüşmesi için elçi olarak Abdullah bin Abbas’ı göndereceği zaman:
“-Onlarla Kur’ân-ı Kerîm âyetleri ile konuşma! Onlar, Kur’ân âyetlerini senin kadar iyi bilir. Sana delil getirecek kendi hevâlarına göre âyet bulurlar. Sen onlarla Sünnet ve hadîsler ile konuş, o zaman susacaklardır.” sözünü hatırlayıp, o büyük ilmin kapısını hayırla yâd etmemek olmaz.
Ehl-i Beyt ve Siyaset
Tarihin ilerleyen dönemlerinde Ehl-i Beyt’in siyasete dâhil olmadığı görülür. Bu, her ne kadar Kerbelâ’da Hazret-i Hüseyin’in ve daha önceki süreçlerde Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan’ın yaşadıkları talihsiz hâdiseler sebebi ile olsa da Kerbelâ hâdisesi ile Cenâb-ı Hakk’ın Ehl-i Beyt hakkındaki murâdının siyasetten uzak; ilim, hikmet ve irfan ile meşgul olmaları olduğuna kânî oldular.
Muhammed Hanefî, Ali bin Hüseyin (Zeynelâbidîn), oğlu Muhammed el-Bâkır ve torunu Câfer-i Sâdık, siyâsî hareket üstlenmemiş, aktif siyasetten uzak durmuşlardır. Zaman zaman Emevî halifeleri, Ehl-i Beyt’i siyâsî endişelerle farklı yerlere sürgün etmişler, bazıları da sürgün edilmeyi beklemeden onların bulunduğu yerlerden uzaklaşmış, başka yerlere yerleşmişlerdir. Bu da İslâm Âlemi için rahmet olmuştur.
Seyyid Ahmed-i Yesevîler, İslâm tasavvufunu Anadolu’ya Ehl-i Beyt’in örnekleri ile anlatmışlar; Ehl-i Beyt torunlarından pek çok evliyâ Anadolu’ya yerleşip, halkı irşad etmişlerdir. Seydişehir’e gelip yerleşen Konya halkını irşad eden Harun-i Velî Hazretleri de Hazret-i Hüseyin evlâdıdır. Osmanlı’ya yön veren Şeyh Edebali, büyük velî Emir Sultan; Ehl-i Beyt torunu Allah dostlarıdır. Ahmed Rufâî Hazretleri gibi çok büyük mutasavvıflar Ehl-i Beyt torunudur.
Cenâb-ı Hak, sağ ve sol taraflarımıza yapıp ettiğimiz her şeyi kaydeden bir melek yerleştirdikten sonra, kendi Esmâ-i Hüsnâ’sından “el-Habîr”, “es-Semi‘”, “el-Basîr”, “er-Rakîb”, “el-Alîm”, “eş-Şehîd” vb. isimleri ile her şeyin kendi katında mükemmel biçimde bilindiğini kullarına haber verir. Kulların ileri sürdükleri mazeretlere, bu kadar hak bilginin yanında itibar edilmeyeceğini bilmek gerekir. Doğru düşünüp, doğru davranmaya engel olan hırs, hased, kin ve nefretten uzak olmak gerektiğini bilmek gerekir.
Her ne kadar hâdiseleri kendi istek ve arzularımız doğrultusunda yönlendirmeye çalışsak da gerçeklerin noktası virgülüne kaydedildiği o yüce makamda kulunun sadece sırrını değil; hafîsini, ahfâsını dahî bilen bir Rab karşısında, diller konuşamaz olacaktır. O büyük mahkeme mahşerde kurulduğu zaman Ehl-i Beyt’e yapılan bu zulme dayanamayan bütün ümmet-i Muhammed dâvâya dâhil olacak ve bütün ümmeti ilgilendiren bu hâdisenin gerçek yüzü, en ince detayı ile görülecektir. Mahkeme çok âdil olan Rahmân’ın huzurunda kimseye zulmedilmeden yapılacak; aklar, karalar, zâlimler, mazlumlar ayan beyan seçilecektir. Hamd olsun ki, bu böyledir; âhirete inanmak kadar kişiye huzur veren başka bir şey var mıdır?
İntikam Birlikleri
“Akıllı kişi ona derler ki; işin sonunu, başında görür!” buyurur Hazret-i Mevlânâ... İşin sonunu başında göremeyenler de iş işten geçtikten sonra pişman olurlar, lâkin giden geri gelmez. Kûfeli Ehl-i Beyt taraftarları, hem Hazret-i Hüseyin’i çağırıp, hem de ona yardım etmeyerek, onca Ehl-i Beyt’in şehid olmasına sebep oldukları için çok büyük günah işlediklerini anlamış ve çok pişman olmuşlardır. Kendilerini kınamış ve üzerlerinde bulunan kanı, ancak Kerbelâ’da Ehl-i Beyt’i şehid edenleri tek tek öldürmek sûreti ile temizleyeceklerine inanmış ve “Ehl-i Beyt Fedâîleri”ni oluşturmuşlardır. Bunlara “Tevbeciler” ve “Fedâîler Birliği” de denilir.
Bunlar Ehl-i Beyt’i şehid edenleri işkencelerle öldürerek, yer yer yakarak, kendilerinden kaçan ya da zor yakaladıkları kişilerin evlerini yakarak, güyâ günahlarını temizlerken yeni bir günaha girdiler. Hazret-i Hüseyin’in kabrinin başına gidiyor, ona rahmet dileyip kendileri için istiğfar getiriyorlardı. Ehl-i Beyt, aslâ onlardan taraf olmamıştır. Ne gariptir ki bu ekip, Yezid’in ölümünden sonra intikam almaya başlamıştır. Sırf bu bile, bu hareketin samimiyetini sorgulamak için yeterlidir.
Böyle hâdiseleri okurken, insanın ürperdiği noktalar da olmuyor değil!.. Şimdi hâdiselerin tamamı bittiği için, kimin safında olduğumuzu çabucak belirliyoruz, lâkin yaşanmaya başlanan yeni bir hâdisede takınacağımız tutum İbn-i Ziyad gibi, Ömer bin Sa’d gibi, Yezid gibi olabilir mi? Kaçımız Hazret-i Hüseyin gibi, Hazret-i Zeynep gibi yiğitçe davranabiliriz? Bunların cevapları, bir çırpıda verilebilecek cevaplar değil!.. O zaman Müslüman, taraf olurken dahî insaflı olmalı, Allâh’ın merhametini ve hidayetini samimi olarak daima istemelidir.
Râbiatü’l-Adeviyye Hatuna:
“-Allâh’ı sever misin?” diye sorulunca:
“-Evet, O’nun sevgisi kalbimi doldurdu.” diye cevap vermiş. Bu kez:
“-Şeytan hakkında ne dersin veya düşünürsün?” diye sorulunca, şu cevabı vermiştir:
“-Allah sevgisi kalbimi öyle doldurdu ki, şeytanı düşünecek vakit kalmadı.”
Victor Hügo’nun Sefiller romanında, yasalara aşırı düşkün ve suçlulara duyduğu nefret ile empati eksikliği olan polis müfettişi Javert’in tek gayesi, dâimâ suçlu olarak kabul ettiği, Jean Valjean’ı yakalamak ve cezalandırmaktır. Kendisinin hayatını kurtardığı, kaç kez kendisini öldürebilecekken öldürmeyen, çünkü gerçekten özünde iyileşen Jean Valjean’ı en çaresiz ânından istifade edip yakalayınca sorar:
“-Benden nefret ediyor musun?”
Jean Valjean’ın cevabı, Ehl-i Beyt düşmanı, Kerbelâ zâlimleri için hissetmem gereken duygunun tam da târifini yapıyordu.
“-Nefret etmiyorum. Sana dair hiçbir şey hissetmiyorum.”
“-İşte bu!” dedim. Hissetmem gereken bu… Benim Ehl-i Beyt sevgimin Yezid’den nefret etmeme ihtiyacı yok. Yezid’e dair hiçbir şey hissetmemi de gerektirmez. Aynı Râbiatü’l-Adeviyye’nin söylediği gibi, “Kalbim Allâh’ın sevgisi ile o kadar dolu ki, şeytandan nefret etmeye vaktim yok benim.”
“Allâh’a göre ve Allah için sevmek, nefrete ve sövgüye borcu olmayan sevgi demektir.”
Bu cümle, Prof. Dr. Ekrem Demirli Hoca’ya ait olup, ufkumu açan bir cümledir. Ancak şu da bir hakikattir ki, Allah için olan sevgi ne kadar zarûrî ve şiddetliyse, Allâh’a savaş açmış kimselere karşı nefret de o kadar zarûrî ve şiddetli olmalıdır. Ve bu, birbirinin olmazsa olmaz parçasıdır.
İki Farklı Çizgi
Bugün Ehl-i Beyt’e yaklaşım olarak iki farklı görüş vardır. Dînî hayatın merkezine Peygamber Efendimiz’in âilesini yerleştiren “Şia” (Hazret-i Ali, Ehl-i Beyt taraftarlığı) ve dînî hayatın merkezine sahâbe uygulamasını içerecek şekilde sünneti yerleştiren “Ehl-i Sünnet”… İkisi de bugün en çok savunucusu olan mezheplerdir.
Şia, Ehl-i Beyt sevgimizi eksik bulup Ehl-i Sünnet’i eleştirir. Burada kastettiği Hazret-i Hüseyin ve Ehl-i Beyt’i çok sevmek değildir. Çünkü bu şekilde yaklaşılırsa, Ehl-i Beyt’i sevmeyen yoktur. Şia, yani Ehl-i Beyt ve Hazret-i Ali taraftarlarının savunduğu, Peygamber Efendimiz’den sonra nübüvvet müessesesi, yani peygamberlik müessesesinin bitmediğidir. Onlar, insanların kurtuluşu için dâimâ peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve her dönemde O’nu temsil eden bir “İmam”ın bulunmasının zarurî olduğunu savunurlar ve Peygamber Efendimiz’in vekîlinin Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyt olduğuna inanırlar. Ehl-i Beyt’e Peygamber kadar önem verir, peygamberlerin sıfatlarına Ehl-i Beyt’in de sahip olduğunu söylerler. Onlar da mâsumdur, günahsızdır, zekîdir, güvenilirdir, tebliğ vazifeleri devam eder. Şia ya da Hazret-i Ali taraftarları, tâbiri câizse Peygamber’den boşalan nübüvvet otoritesini, peygamber vasıflarına sahip Ehl-i Beyt imamlarının dolduracağına inanırlar.
Mensubu olduğumuz Ehl-i Sünnet ise, Peygamber Efendimiz’in vefatı ile birlikte nübüvvetin bittiğine inanıp, “Geride sadece Kitap ve Sünnet vardır!” diyerek gerçekçi bir tutum takınırlar. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt’i sevse bile, Şia gibi düşünmez. Ehl-i Beyt imamlarını, mâsum (hatasız, günahsız) ve peygamberliğin devamı olarak kabul etmezler.
Şia, Ehl-i Beyt imamlarının içtihâdının (herhangi bir konuda aldıkları kararların) sorgulanamaz, itiraz edilmez olduğuna, peygamber gibi olduklarına inanırlar. Bu noktada onlarla uzlaşmamız mümkün olmasa da Ehl-i Beyt’i sevmenin alâmeti; öteki sahâbeyi suçlayıp tekfir etmek olmamalıdır. Zira Şia’ya göre, öteki sahâbe tekfîr edilmeli, yani kâfir olduklarına hükmedilmelidir. Şia ile bu konuda da uzlaşmak mümkün görünmemektedir.
Muharrem ayının onuncu günü, Hazret-i Hüseyin ve Ehl-i Beyt’in hâtırasına hürmet etmek; aslında her müslüman üzerine vazifedir. Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ isimli eserinde bu hürmetin gerekliliğini savunup, hürmet etmeyenlere bedduâ eder.
Mâh-ı Muharrem oldu meserret harâmdır
Mâtem bugün, şerî’ate bir ihtirâmdır
Şâd olmasun bu vâkı’adan şâd olan gönül
Bir dem belâ vü gussâdan âzâd olan gönül
Yâd et Fuzûlî Âl-i ‘Abâ hâlin eyle âh
Kim berk-ı âh ile yakılır hırmen-i günâh
İstifade Edilen Kaynaklar: M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi Hazret-i Hüseyin ve Kerbelâ Fâciası; Asaf Durakovic; Hüseyin (ra) Kerbelâ Destanı; Prof. Dr. Ekrem Demirli Fikriyat Dergisi’ndeki yazıları; Fuzûlî, Hadîkatü’s-Süedâ.
[1] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, c. IV, sh. 87; İbn-i Sa’d, Tabakât, c. V, s. 212.
[2] Dîneverî, Kitabü’l-Ahbâr, sh. 284.
[3] İbn-i Abdi Rabbih, ‘Ikdü’l-ferîd, c. II, sh. 218; Taberî, Tarih, c. VI , sh. 264; Dîneverî, Kitabü’l-Ahbâr, s. 260-261.
[4] Taberî, Tarih, c. VII, sh. 19.
[5] Taberî, Tarih, c. VI, sh. 267-268.
[6] Taberî, Tarih, c. VI, sh. 219.
[7] Taberî, Tarih, c. VI, sh. 285; Zehebî, A‘lamü’n-nübelâ’, c. III, sh. 204.
YORUMLAR