Hissedebilme, doğuştan gelen bir özelliktir. Çocuk, daha doğduğu andan itibaren yeni geldiği dünya hayatına işte bu özelliği ile tutunur.
Kelimelerin ve davranışların mânâsını bilmeyen üç aylık bir bebek bile, annesinin kendisine gülerek bakmasını “hisseder” ve o da ona aynı karşılığı verir… Ya da eğer babası kendisine kaş çatacak olsa, çocuk çatılan bu kaşın ne mânâya geldiğini “hisseder” ve dudaklarını büzerek ağlamaya başlar.
Çocuğun ilk yıllarındaki hissedişi, insan hayatının bütünündeki hissedişlerin en üst seviyesindedir.
Çocuklarda konuşma yeteneği ile hissediş, birbirine zıt bir şekilde gelişir. Çocuk yeni doğduğunda ne konuşabilmekte, ne de konuşulanları anlayabilmektedir. Sözlü iletişimi sıfırdır. Ancak hissedişi zirvede, yani en üst seviyededir. Çocuk, karşıdaki kişinin ne söylediğini anlamasa bile, onun yüzündeki kıvrımlardan, sesinin tonundan, kaşlarından ve kirpiklerinden, dudağının duruş şeklinden karşısındakinin hangi duyguları taşıdığını “hisseder”.
Bu açıdan bakıldığında, yeni doğmuş bir çocuğun, âdeta bir büyücü gibi karşıdaki kişinin ruh hâlini okuyabildiğini söyleyebiliriz.
Zaman ilerledikçe ve çocuk konuşmayı öğrendikçe çocuğun hissediş seviyesi daha alt seviyelere düşer. Zira artık çocuk, karşısındaki kişiyi anlamak için onun yüz hatlarını okumaya değil, kullandığı kelimeleri anlamaya çaba sarf eder. Dolayısıyla dil gelişimi üst seviyeye çıktıkça çocuğun hissediş gücü aşağı doğru iner. Ama hiçbir zaman tamamen yok olmaz. Eğer insanın hissedişi yok olur ise, o kişi Anadolu Pedagojisi’ne göre “acımasız bir cânî” olur. Çünkü o artık, ne karşısındakinin acılarını hisseder, ne de kendinden başka birilerinin duygularını…
İşte bu yüzdendir ki, Anadolu Pedagojisi’nin en temel özelliği, çocuğun hissedebilme özelliği zarar görmeden çocuk yetiştirmek olarak belirlenmiştir. Hissedebilme özelliği zarar görmüş bir çocuğun, ileriki yıllarda “kalbî duyuş”larında ve olayları “vicdanında” hissedişinde de problemler olacağı düşünülmüş ve bu sebeple çocuğun duygu dünyasının incitilmemesine itinâ gösterilmiştir.
Bununla birlikte Anadolu Pedagojisi’nde “hissedebilmek”, mâneviyâta açılan bir kapı olarak da görüldüğü için, çocuğun mânevî eğitiminin de temel direği yine “hissedebilme yeteneğinin zarar görmemesine” bağlıdır. Zira din ve dîne ait ibadetler, çoğu defa kalpteki “duyuş ve hissedişlerle” zevk-i rûhânî hâlini almakta, kişi, rûhunda duyduğu bu zevklerle mânevî hayatını güçlendirmektedir.
Günümüz modern pedagojisinin belki de tarihî hatası, çocuk terbiyesini bir “davranış eğitimi” olarak görmesi olmuştur. Bir çocuk nasıl oturacağını, nasıl kalkacağını, kiminle nasıl konuşacağını, derslerini ne zaman yapıp, uyku saatine nasıl uyacağını biliyorsa, bu çocuk günümüzün “ideal” çocuk modeli olarak târif edilmiştir.
Ve maalesef genellikle anne-babalar, böylesi çocukları varsa gurur duyuyor, eğer çocuklarında davranış problemi varsa, bir psikiyatr ile görüşüp daha gelişim dönemindeki çocuğa ağır ilaçlar vererek onun davranışlarını düzeltmeye çalışıyorlar.
Hâlbuki Anadolu Pedagojisi, çocuğun ne oturması, ne de kalkması ile, ne ders yapması ve ne de uyku saatine uyması ile “birinci öncelik olarak” ilgilenmiştir. Anadolu Pedagojisi’nin birinci önceliği, çocuğun “hissedebilme” yeteneğinin geliştirilmesidir.
Batı Pedagojisi “Zihinsel Gelişim” ile Uğraşırken
Batılı tarzda pedagojilerin birçoğu, ikinci olarak, çocuğun zihinsel başarısına öncelik vermektedir.
Bu rüzgârın tesirine kapılmış anne-babalar, çocuklarının okullarda başarılı olabilmesi için var güçleri ile çaba sarf etmekte, onların güzel bir meslek sahibi olmaları hâlinde ise, anne-babalık görevlerinin önemli bir bölümünü tamamladıklarını düşünmektedirler.
Hâlbuki Anadolu Pedagojisinde, çocuğun başarısı, duygu dünyasının güçlü olmasına bağlanmış; eğer çocuk rûhen güçlü ise, zihnen de güçlü olacağı düşüncesiyle zihinsel eğitim, aslâ “duygu ve his” eğitiminin önüne geçirilmemiştir!.. Çocuğun zihinsel eğitimi, duygu dünyası ve algılama gücü yüksek bir çocukta zaten tabiî bir netice olarak ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Eğer bir çocuk, kendi iç dünyasında ezilmemiş, yıpratılmamış, hissedebilme yeteneğini kaybetmemişse, böylesi bir çocuğun olaylara bakışı, problemleri kavrayışı, problemleri çözüşü zaten muhteşemdir.
Anadolu Pedagojisi, çocuğun his dünyasındaki bu güçlü kavrayış ile zihinsel gücünün artacağını ortaya koyarken, günümüz pedagojileri, çocuğun hissedebilme yeteneğinin üst seviyeye çıkıyor olmasının, onun elde edeceği başarıların önünde bir engel oluşturacağını iddia ederler. Ki, bu yüzden “duygu dünyası hassas” çocuk yerine “duyguları ile değil, aklı ile hareket eden” çocuk yetiştirmek, bir felsefe olarak benimsenmiştir. Çocuğun duyguları ile hareket etmemesi için ise, birçok anne-baba, çocuklarının duygu dünyalarını tahrip etmeyi ve onu kullanılamaz hâle getirmeyi bir mârifet olarak kabul etmektedir.
Batılı düşünce tarzına göre, duygu dünyasının hassas olması, çocuğun yoğun hissediş yeteneğinin bulunuyor olması bir “zaafiyet” ve bir “âcizlik” belirtisi olarak kabul edilmiştir.
Hâlbuki, Anadolu topraklarında yetişmiş insanların en önemli özelliği, hem duygu dünyasında güçlü oluşları, hem de bunun neticesi olarak zekâ ve basiret sahibi olmalarıdır. (Devam Edecek)
YORUMLAR