Dünyanın globalleşmesiyle ülkeler arasındaki her türlü mesafe kısalmış, her şey âdeta elimizi uzattığımızda dokunabileceğimiz kadar yakınımıza gelmiştir. Koca dünya, sanki küçücük bir köye dönüşmüş, bu köyün ucundaki bir çığlık veya bir davul sesi, ânında öbür ucundan duyulur hâle gelmiştir. Globelleşmenin en güzel tarafı da hiç şüphesiz teknolojik gelişmelerdir.
Hatırlıyorum da annem, beş çocuğunun çamaşırını yıkamak için cumartesi sabahtan oturur, ikindiye kadar yıkamaya devam eder, ancak bitirirdi. Akşam olunca da yorgunluktan yemek yiyecek hâli kalmazdı. Seksenli yıllarda, ilk merdaneli çamaşır makinesi eve gelince ailece çok sevinmiştik. Ve o makineyle ömür boyu yetineceğimizi düşünmüştük. Ama on yıl sonra, tam otomatik çamaşır makinesi, ardından bulaşık makinesiyle tanıştı anneciğim… Tabiî, tek annem değil, hepimiz hızla, yeni teknolojiye ayak uyduruyor; bunları icat edenlere minnettar kalıyorduk. Önceleri yavaş yavaş, emin adımlarla ilerleyen teknoloji, dağdan yuvarlanan bir çığ gibi hayatımızın her ânını kuşattı. Artık cep telefonsuz, bilgisayarsız veya internetsiz bir ev, bir âile düşünmek neredeyse imkânsız hâle geldi.
Şimdi her şeye ulaşmak, hem çok hızlı, hem de ucuz… En önemlisi ise, hayalini bile kuramayacağımız pek çok şey, zahmetsizce, eteğimize düşüveriyordu. Bu, toplumun en zengininden en fakirine kadar herkesi etkileyen ve derece derece herkesin hayatını kolaylaştıran bir nimet gibi görünüyordu.
Artık annelerimiz ninelerimiz, biz de annelerimiz gibi yorulmuyoruz. Kıtlık, yokluk sıkıntısı çekmeden, çok çeşitli lezzetlerle aynı anda masamızı süsleyebiliyoruz. Gardıroplara sığmayan türlü türlü kıyafetlerimizin bizi mutlu etmesini bekliyoruz. Daha fazla boş zamanımız var. Yemeklerimiz, çamaşırlarımız, artık günlerimizi almıyor. Bazen bir-iki saat içinde her şeyimizi hazırlayabiliyoruz. Ama bütün bunlar, bizi daha fazla mutlu etmedi.
Bütün dünyada insanlar, maalesef, eskiye nazaran daha mutsuz ve ümitsiz oldu. Henüz çocuk yaşlarında sayılacak nice insan, psikolog kapısında mutluluk aramaya başladı. Bu gençlikte bunalıma, orta yaşta depresyona, ilerleyen yaşlarda ise “koca bir boşluk”a dönüştü. Pek çok toplum, bu arada bizim ülkemiz de insanlığı tehdit eden bu rûhî bunalımın kıskacında kıvranıyor.
Hızla gelişen, her geçen gün çeşit çeşit nimetleriyle gözümüzü boyayan teknoloji, bize ten planında büyük bir rahatlık sunmuştu, doğru… Ama bu hengâmede bize rûhumuzu unutturmuştu.
Sâhi, bir rûhumuz var mıydı bizim?
Çok yoğun tempoda çalışan bir kardeşimiz, bunalımda olduğu için psikolojik destek alıyordu. Doktoru, ona:
“-Kızım, o kadar hızla ve acımasızca çalışıyorsun ki, rûhun ağlıyor. «Bana acı!» diyor. Sen ise, hırsından rûhunun sesini bile duymuyorsun!..” demiş.
* * *
Evet, biraz daha rahat yaşayalım. Daha iyi sitelerde oturalım. Markalı ve daha şık giyinelim derken bir şeyi unutmuştuk, rûhumuzu beslemeyi…
Biz, dünya hırsı ile koşarken âhirete hazırlık için programlanan rûhumuz, bizden çok gerilerde kalmış, hattâ mecalsiz dizlerinin üzerine düşmüş, bizim geri gelip onun elinden tutmamızı bekliyor olmasın?
Tıpkı Kızılderili yerliler gibi, biraz oturup geriye doğru bakma vaktimiz geldi de geçiyor. Bir dergide okumuştum:
Meksika’da İnka Tapınakları’na çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulmuş. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılamışlar. Aynı tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler, kendi aralarında konuşup birden yere oturmuş ve öylece beklemeye başlamışlar. Tabiî Avrupalı arkeologlar, buna bir mânâ verememişler.
Saatler sonra, yerliler, kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulmuşlar ve sonunda tepenin üstündeki muhteşem İnka Tapınakları’na gelmişler.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere:
“-Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce boş yere bekledik?” diye sormuş.
Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki:
“-Çok kısa sürede, çok hızlı yol aldık!.. Ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...”
* * *
Evet, biz müslümanız ve rûhumuzu beslemeye mecburuz. Çünkü rûhumuz bizim adımıza sürekli nefsimize karşı büyük bir cihad yapıyor. Rûhumuz zayıf düşer de nefsimiz galip gelirse, ebedî hayatımızı ziyan etmiş oluruz.
Peki, nerden ve nasıl başlamalıyız? Hani bazen bunalırız, içimizden bir ses:
“-Bırak her şeyi ve herkesi... Koş koş! Kimsenin seni tanımadığı, kimsenin seni görmediği bir yere git! Orada kendini dinle!..” der.
İşte bu ses, rûhumuzun feryadıdır.
Popüler kültürde hayat koçları, “Kendinize değer verin! Yalnız başınıza bir tatile çıkın!” diyorlar, böyle bunalımlardan kurtulmak için…
Bizi yaratan ve ihtiyacımızı en iyi bilen Rabbimiz, ne diyor bize? Veya Sevgili Peygamberimiz, nasıl örnek olmuş bize bu hususta?
Onlar, bize âdeta bir “ruh detoksu” hazırlamışlar. Bu detoksu da ikiye ayırmışlar:
1-Yirmi dört saatlik bir gün içinde, “Teheccüd”
2-Yıl içinde de en az bir defa, “Îtikâf”.
Rûhun Detoksu Îtikaf
Kelime olarak îtikaf; “hapis, men, bir şeye devam ve mülâzemet etmek” mânâlarına gelir. Demek ki, ruhumuzun huzura kavuşması için ona ağırlık veren şeyleri men edip, rûhumuzu aslî hüviyetine, yani kulluğa hapsetmek…
Dînî bir ıstılah olarak ise; “cemaatle beş vakit namaz kılınan bir mescidde veya o hükümdeki bir yerde, mükellefin (birtakım şeyleri yapmaktan) kendisini tutması” demektir.
Îtikâf, ibadet ve tefekkürle incelen rûhun Cenâb-ı Hakk’a yönelmesidir.
Peygamber Efendimiz, Ramazan’ın son on gününde kendisini bütün dünyevî bağlardan kopartırcasına, mescidde îtikâfa çekilir ve vaktinin çoğunu ibâdetle geçirirdi. Bu îtikaf, Peygamber Efendimiz’in her Ramazan’da tekrar ettiği “müekked bir sünnet”tir. Îtikâfa, ikindi namazından sonra girilir, Ramazan’ın son günü, ikindi namazından sonra çıkılır.
Hadîs-i şerîfte; “İtikâfta olan kimse, günahları defeder ve kendisine bütün sevapları yapıyormuş gibi ecir verilir.” buyrulmuştur. (Râmuzu’l-Ehâdîs, 236/10)
* * *
Ruhun gıdası, ibadetler… Ramazanın son on günü, hanımlar evlerinin bir köşesinde, dilediği bir vakitte (bu vakit teheccüd zamanı seherler olursa, tabiî ki daha bereketli olacaktır) ibadete çekilecek… Erkeklerden müsaid olanlar da mescidlerde şöyle iç dünyalarına doğru bir dönecekler.
Geride bıraktığımız ömrümüzün kaçta kaçını Rabbimiz’le ve O’nun emirlerini îfâ etmekle, kaçta kaçını dünyalık peşinde geçirdik?! Sonra bu hesabın bilançosuna bakalım; dünyamız mı, âhiretimiz mi kârda? Nefsimiz mi, rûhumuz mu huzurlu?!
İslâm âlimlerinden Atâ bin Rebah -kuddise sirruh- şöyle der:
“Îtikâf yapan, ihtiyacından dolayı büyük bir zâtın kapısında oturup «Dileğimi elde etmedikçe, buradan ayrılıp gitmem!» diye yalvaran bir kimseye benzer ki, o kul, Allâh’ın mâbedine sokulmuş, «Beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem!» demektedir.”
Evet, ağlayan ruhlarımıza bir ilaç vermek; nefsimizin gerisinde kalmış, çamura batmış ruhlarımızı temizlemek vaktidir şimdi... Haydi, Ramazan-ı Şerîf geldi. Maddî, mânevî arınma mevsimi geldi. Globalleşen dünyanın bunalımından rûhumuzun serin iklimlerine doğru yolculuğa çıkma zamanı geldi.
Hoş geldi!... Safâlar getirdi.
YORUMLAR