“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de... Onlar, iman edip tâkvaya ermiş olanlardır.” (Yûnus Sûresi, 62-63)
Hayatımızın her aşamasında çeşit çeşit insanla tanışma fırsatı buluruz. Kimilerinden hoşlanırız, kimilerinden ise -yeni tâbirle söylemek gerekirse- elektrik almayız. Ama bazı insanlar vardır ki, ilk tanıştığınız andan itibaren büyüleniriz. Onunla birlikte olduğumuz zamanın hiç bitmemesini isteriz, ruhumuz sanki onun nefesiyle feyz yağmurlarında yıkanmış gibi berraklaşır.
Biz, tertemiz bir yürekle tanıştık, hayatının baharında felç olmuş. Felç olmasıyla birlikte ilâhî aşka yelken açmış, gönlü huzur dolu!.. O, Rabbinden ve kaderinden hoşnut! Biz de kendisiyle tanışmış olmayı bir ayrıcalık olarak görüyoruz.
Röportajımızı okuyan herkesin bu ayrıcalığı hissedeceğinden eminim. Çünkü sevgili Züleyha ablacığımla tanışıp sohbet ettikten sonra, hayata bakışım çok değişti. Kalpten çıkan kalbi bulur ya, onun kalbinden çıkan nasihatler de kalbi buluyor. O, Rabbine âşık, Rabbi de onu sevmiş ve onu herkese sevdiriyor.
Her satırı altı çizilecek, bir kitap olabilecek, hayatımızı yönlendirecek bir röportaj…
Buyurun, Züleyha Hanım’la siz de tanışın. “Hayatın anlamını ve Cenâb-ı Hak’tan nasıl râzı olunur, Efendimiz nasıl sevilir?” ondan öğrenelim.
* * *
“–Hayırlı bir şekilde sorularınla beni yönlendir ki, ben, sana ona göre cevap verebileyim Halimem!.. Yalnız sorduğun soruların cevabı bizde olan sorular olsun… Buyur ablacığım…”
Öncelikle sevgili Züleyha ablacığım, kendinizi bize tanıtır mısınız? Züleyha Hanım kimdir, kaç yıldır felçlisiniz?
Kayseri’de doğdum. Allah, 1966 yılında orada doğmamı nasip etti. İki yaşına kadar orada kalmışız. İki yaşında İstanbul’a geldik. İlköğretim ve liseyi burada tamamladım. On yedi yaşımdayken küçük bir kaza sonucu boynumdan aşağısı felçli duruma geldi.
Ne tür bir kaza, açıklayabilir misiniz?
Bu birazcık başkalarının canını yakabilir diye söylemekten çekiniyorum. Çünkü o kazaya küçük bir çocuk sebebiyet verdi, daha doğrusu aracılık etti. Sebep oldu demeyelim, Rabbimin de yazdıkları vardı muhakkak! O yazdıklarının bir şekilde olabilmesi için bazı aracılar olması lâzımdı. O yavru aracılık etti. Korkum şudur ki, o yavru kendisini suçlu hisseder bir şekilde dergi eline geçer de:
“–Züleyha Teyze’m benden bahsetmiş.” der, kendini suçlu hisseder.
Hâlbuki kendisini suçlu hissetmesine gerek yok!.. O olmasaydı başkası aracılık edecekti. O yüzden bu kısmı kaza diyelim geçelim. Bizden sebep, kimse kendisini üzmesin ve suçlu hissetmesin. Eğer biz bu durumda olacaksak, bahane Rabbime çook!.. Hiçbir bahane olmadan da verebilirdi. Çünkü daha doğmadan kaderimiz yazılıp çizilmiş, bu bize Rabbimiz’in nasibidir. Bize hayırla gelen bir hediyedir. Hakikâten bu Rabbimin bana on yedi yaşımda verdiği en güzel hediyesidir.
Felç olduktan sonra hayatınızın akışında ne tür değişiklikler oldu?
Rabbim, beni oturttu yavrum:
“–Kulum, sen otur.” dedi.
Elhamdülillah ben de oturuyorum, şükürler olsun. Belki on yedi yaşımıza kadar Müslüman’dım tabiî, emir ve yasaklarına uymaya çalışıyordum. Ama on yedi yaşımdan sonra Rabbimle aramda öyle bir muhabbet, öyle bir güzellik başladı ki, benim hayatım oldu!..
(Ağlayarak) Neyi anladım biliyor musunuz? Bana, O’ndan değerli bir şey yok!.. Hiç bir şey ve hiçbir kimse bana ondan daha değerli değil… O’nun sevgisi benim o kadar muhtaç olduğum bir şey ki… O sevginin yerini hiçbir şey doldurmuyor. Ben, O’nu sevmeye muhtacım!.. Allah’ım biliyor ki, O’nsuz bir tek günüm geçmesin inşallah!.. Bir tek gün değil, ya Rabbi!! Beni affet, gün çok oldu; Allah’ım dakika-saniye geçirtmesin!.. Yani O’nunla muhabbetsiz dakikam saniyem geçmesin!.. Tek benim değil, Rabbim!.. Kimsenin geçmesin. Yani bir şey yaparken, sağımdan-solumdan döndürülürken, düşünürken tek hedefim O, tek isteğim O… Nasıl anlatılır ki, bu bilmiyorum Halimeciğim, yavrum.. Bu öyle bir hissiyat ki… Ben kendimi anlatacaktım, kendimle ilgili bir şey bulamıyorum ki…
Siz içinizden gelenleri anlatın Züleyha ablacığım, Rabbim öncelikle bizim ve dergimizi okuyanların ne ihtiyacı varsa, onları konuşturtsun! Soru sormak icab ederse biz soru da sorarız… (Öyle tatlı ve içten gözyaşlarıyla anlatıyor ki insanın soru sormaya mecali kalmıyor.)
Bu öyle bir hissiyat ki, benim için O’nsuz yaşamak, ölümden beter!.. Bana:
“–Dünya hayatında bir kez, sadece bir kez “Allah!” deme; sana gençlik verilecek, güzellik ve sağlık verilecek, yürüyeceksin, yürümekle kalmayacak uçacaksın, ilâve olarak istediğin kadar dünya nimetleri verelim deseler…. Size yemin ediyorum, o bir kez Allah demeyi hiçbir şeye değişmem. Çünkü benim için bu aşk!..”
Anladım ki, aslında Züleyha diye bir şey yok. (Hıçkırarak ağlıyor) Sadece O var, ben diye bir şey yok!.. Ben neyim ki yaa.. O varken ben neyim ki!.. Ben O’nunlayken bir şeyim.. O, olmadan Züleyha yok. Hiçbir şey yok. O yoksa hayat yok!.. O yoksa güzellik yok! O yoksa ne olabilir ki yaa… Siz görüyor musunuz? Bana bakarken sen mi bakıyorsun bana Halime yavrum, Siz mi bakıyorsunuz? Acaba biz mi, yoksa Rabbim mi bakıyor? O demese, şu görüntüyü görmek mümkün olur mu?
Siz gelmeden önce bir telefon görüşmesi yapıyordum. Allah ondan râzı olsun, gözünün biri görmediği için bir hayli sıkıntısı olan kardeşimizdi. Bir göz nimeti ne kadar önemli… Allah’ım biraz tek gözümü kapattım.
“–Ayy Rabbim!..” dedim. “Nimetin alınması, şükretmenin başka bir yoludur.”
Tek göz bile yetmiyor gibi geliyor ya, iki gözü olmayan birini düşün! Ne kadar şanslı bir kulum ben!.. Ama dese ki, bana:
“–Kulum, senin gözünü de alacağım, kulağın da duymasın!.. Alsın, hepsini alsın, ama bir tek şeyi almasın, yürekten söylüyorum «O’ nu anmayı ve O’nunla muhabbeti» almasın! Öyle bir şey olmasın. Öyle olmasındansa, O’nu anarken, O’na en çok muhabbet duyduğumuz zamanda canımızı alsın!.. İnşallah tek bizim değil, bütün kulları için, O’nunla muhabbetsiz yaşamaktansa… Ölüm nedir ki?! Ya Ölmek ne? Ölmek kötü bir şey değildir, ona bakmayı bilene… Eğer hayırlı kul olabiliyorsa, yürekten söylüyorum, ölüm o zaman güzeldir.’’
“Her nefis ölümü tadıcıdır.” Bunu biraz daha açalım. Ölümü, gidilmek istenmeyen son olarak görenlere ne demek istersiniz?
O da başka bir câhillik!.. Bilmemekten kaynaklanıyor. Ölüm bir buluşmadır. O buluşmayı Allah’tan dilemek, ne güzel bir hediyedir. Ama kimler için hediyedir, buna da dikkat etmek lâzımdır. Ölüm; Rabbiyle, Rasulüyle bir olan kullar için hediyedir. Ama Rabbini bilmeyen, peygamberini bilmeyen ve onlara götürecek olan işlerle meşgul bulunmayan insanlar için ızdıraptır. Niye ölmeyi istesin? Tabiî korkar. Tabiî istemez. Çünkü gidilecek yerde, ya o denilen şeyler varsa…
Tabiî var. Biz biliyoruz ki var. Haa, bizim ne kadar iyi bir kul olduğumuzdan değil. Bunu bilemem. Allah’a sığınırım. Rabbim bilir, ancak onu…
“–Ben iyiyim de korkum yok!” demek değildir bu…
Ben tabiî ki ölümden, ıstırabından, Rabbimin rızasını bulamadıysam ondan korkarım. Ama nedir? Ben onun merhametine de yürekten inanan bir kulum!.. Ancak merhamet deyip de -çok affedersin- her şeyi yapacağım, ooh!.. Çok güzel… Dünya hayatında birileri sıcak demeyecek, soğuk demeyecek başını kapatacak, Allah’ın rızasına ve edebe uygun giyinecek… Ama diğeri de sıcak diyecek, kolunu-başını, orasını-burasını açacak. Ondan sonra merhamet!.. Olmaz öyle!! İkisi arasında çok fark var. Allah, birine:
“–Benim rızam için, beni bildiği için yaptı!..” diyecek…
Aman kızım, Rabbi bilmek o kadar önemli ki… Aklın ve kalbin en güzeli bilmesi, Yaratanı bilmesi!.. Baktığınız her şeyde eğer o yoksa, bilin ki, sizlerde, bizlerde bir eksiklik var. Çünkü her şey, O demek. Şöyle birbirimize bakarken, sizlerde ben onu görüyorum yaa.. Şu perdede, şu koltukta, şu ağaçta… O yok da ne var… Aldığımız nefes de O değil de nedir? Ne olabilir ki, başka yavrum!.. Onun için bizi ölüm korkutmuyor. Bizi korkutan şey, sevdiğimizden ayrı kalmak!.. Âhirete varıp da cemalini görememektir, bizim kaygımız. Cennet kaygısından değil bu...
Cennet; bize verilen nimetlerin güzelliğinden değil… Cennet demek, cemal demek… Cennet demek, Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- demek… O yüzden tabiî ki kul olarak bunlara da tâlibiz. Tabiî ki istiyoruz.
Bu röportajı okuyanlar, -inşallah inanan kardeşlerimin okuyacağına da yürekten inanıyorum- bilsinler ki, bir âhiret hayatı var. Bilsinler ki, bir cennet ve cehennem hayatı var. Bilsinler ki, yapılan her şeyin sorgusu var!.. Bilsinler ki, her kılınan ve kılınmayan namazın sorgusu-suâli var. Buradan bütün inanan kardeşlerime yalvarıyorum, kendi adlarına yalvarıyorum. Çünkü onlara ulaşmak için bu dergi bir vâsıta… Züleyha kardeşleri onlara diyor ki:
“–Ne olursunuz kendinizi ateşe atmayın.”
(Ağlayarak yalvarıyor.)
Bazen bir insanı ateşin üzerinde zıplarken görüyorsunuz. O zaman soruyorum, bu neden ateşin üzerinde zıplıyor. Bir ayağı yerde, bir ayağı havada neden zıplıyordur? Bir kılıyordur, bir kılmıyordur. Bir yapıyordur, bir yapmıyordur. Allah’ım! bilenlerle bilmeyenler arasında çok fark var. Bilip de yapmayanlardan Allah’a sığınıyorum.
Ablacığım, Allah’ı sevmeyi öğret bize… Şükürle sabırla Allah’a varmayı öğret!..
Gerçek apaçık ortadayken, biz hâlâ bazı şeyleri kafamızla çözmeye çalışırsak elbette ne sabredebiliriz, ne de şükredebiliriz? Bir kul, gerçek mânâda bir kul ne demektir biliyor musunuz? Kendi kafasıyla değil, sizi yaratanın vahyiyle O’na hizmet etmektir. Onun gönderdiği emirleri yapmak, yasaklarından kaçmak, yap dediğini yapmak, yapma dediğinden kaçmaktır kulluk!.. «Bana göre şöyle, böyle…» demek yok. «Bana göre…» diye bir şey yok! İnanan insanda, «bana göre» diye bir şey olmaz; Rabbime göre bir şey var. Bakarken, yaparken, giyerken:
“–Rabbim ne diyor?” demektir kulluk…
Sabır deyince, dün dişçiye gittik. Çok basit bir örnek… Dişimiz çürümüş, çekilmesi lâzım geldi. Çekilirken parçalandı, bayağı da zor oldu. Ben sabredebiliyorum, fakat dişçi sabredemiyor. Dişim dayanamıyor. Ben:
“–Siz yapın, ben dayanırım, sabrederim; siz devam edin!..” diyorum.
Biliyorum ki, her işin ve her acının sonu var. Mutluluğun da, güzelliğin de sonu var. Biz dayandık, ama dişçi dayanamadı. Dişin kökü apse yapmış, bırakmak zorunda kaldı:
“–Ben dayanamıyorum.” dedi.
Yani ben oraya oturduğumda tek benim kaygım, Allah’ım şurda verdiğin nimeti kullanamadım çürüttüm. Yüzüm yok, diye oturdum. Oraya ben ağrım var diye gitmedim yavrum. Ben bana verilen nimetin değerini bilemedim, onun kaygısıyla oturdum. O dişçi zannediyor ki, (Ağlayarak) ben oraya oturunca, ağlayacağım, feryad edeceğim. Benim feryadım bambaşka bir şeye!.. Çünkü Rabbimin verdiği nimeti iyi kullanamadım.
Evet, belki bahanemiz olacak, elim tutmadı, herkese fırçalatamadım, herkesin midesi fırçalamayı kaldıramadı. Böyle diyebileceğiz belki ama… Benim korkum:
“–Ben sana nimet vermiştim. O nimetin kıymetini bilmedin!..”
Eğer böyle derse, ben ne derim?
İlk bu duruma düştüğünüzde ne hissetiniz, ben ne olurum diye düşündünüz mü?
Hani ilk tepki çok önemlidir ya.. O zamana bakıyorum, şu durumumdan daha metanetliydim. Allah’a sığınıyorum. Bu duyguyu veren de Allah’tır. Kimse bizden bilmesin. Çünkü bizim hastalığımız esnasında kafaya bir âlet takılıyor. O âlet takıldığı zaman, boyun olduğu için hiç kıpırdamamak gerekiyor. Bu yatma bir hafta değil, bir ay değil... Bu yatmalar yaklaşık sekiz ay veya bir yıl… O çekilme süresi çok uzun sürer. O âlete, 12 tane serum şişesi takılır kıpırdamanız mümkün değildir. Yani o takılan âletler, vesâire, bunlar önemli değil!.. Önemli olan orada Rabbim bizi bir terbiyeye soktu. Orada hakîkaten gerçek mânâda kulluğa hazırlandığıma inanıyorum. Orada aylarca sadece tavana baktım. Zannettiler ki, orada sadece tavanı seyrettim. Yürekten söylüyorum, gönül eğer Rabbiyle bir ise, eğer onu anarak bir ömür geçiriyorsa, o herkese tavan gözüken yer; size inanılmaz manzaralar inanılmaz güzellikler açar. Ben o tavanı şimdi bulsam da öpsem… Allah’ım! Ama bir defa değil, böyle aylarca altı defa yaşadım bu olayı… Yani sekiz ay yattım da kurtuldum değil!
Burada neyi öğretti Rabbim; kuluna terbiye etmeyi, sabrı öğretti. Ve verdiklerinin aslında ne kadar değerli olduğunu öğretti. Anladım ki, elimiz, ayağımız hakikaten çok değerliymiş. Ama şöyle düşündüğümde Rabbim bana:
“–Kulum!..” dese, “Senin gözünü alacağım, kulağını alacağım… vs.”
Sadece tek bir dileğim isteğim var, aklımı almasın!.. Aklımı deyince, Onu anamayacak bir akıl istemiyorum, onunla olmayan bir akıl bana en büyük ceza!.. Seviyorum ya!.. Başka yolu yok. Ben Rabbimi seviyorum. Onsuz bir hayat, benim için yok! Olamaz! Aldığım nefes O, gören gözüm O, kulağımız, her şeyimiz O!.. Başka bir şey yok, başka bir gerçek düşünemem.
O güzeller güzeli adını, adının yanına yazdığı O varlık nuru Peygamber Efendimiz’i o kadar çok seviyorum ki, Allah’ım, O’ndan râzı ol!.. O’nu Makam-ı Mahmud’a ulaştır. Ayrıca Allah’ım, sen Osman babacığımdan râzı ol! Senin için, senin rızan için hizmet eden kullarına güç ve kuvvet nasip et!
Şu eve çeşit çeşit yerlerden ismimizi duyup birçok insan geliyor. Bir gün nur yüzlü birisi geldi. Koltuğun şurasına oturdu. Bir anda içim içime sığmadı:
“–İşte ruhumun aradığı kişi bu!.. Şu dünya hayatında, şu vakitte aradığın gerçek bu, doğru bunda…” dedim.
Sonra öğrendim ki, o Osman Nûri Topbaş Hocaefendi imiş. Rabbim, ona öyle bir güzellik ve tatlılık vermiş ki... Ona bağlandığımda âhiretimin daha iyi olacağına gönülden inanıyorum. Yürekten söylüyorum, böyle temiz bir insanı, kimsenin bulması mümkün değil. Belki asırlar sonra bile böyle güzel bir insan olmayacak. Buradan rica ediyorum, hiç birşey yapamıyorsanız kitaplarını bulup okuyun, diyorum. Bu kadar bilgi ve imanla donatılmış bir insandan, inşallah herkes faydalansın. İnternette sohbetlerinin olduğunu öğrendim. Bizim internetimiz yok. Ama arkadaşlarım faydalandıklarını söylüyorlar.
Ben, ömr ü hayatım boyunca Mûsâ Topbaş Efendi’yi görmedim, nasip olmadı. Ne zaman ki, Altınoluk Dergisi’nde resmini gördüm, neredeyse baygınlık geçirecektim, içim yandı. Bu insan ben hayattayken yaşıyordu ve ben onu göremedim, kaçırdım. (Hıçkırıklarla ağlıyor.) O yüzden en azından onları buradan uyarıyorum. Böyle güzel bir insanın elinden tutun. O da bizi bırakmasın. Allah, ondan râzı olsun! Biz, onu Allah rızası için çok seviyoruz.
Bir soru daha sormak istiyorum. Çok güzel duygular içindesiniz. Sabır ve şükür hâlindesiniz, fakat sonuç itibariyle siz de insansınız. Şeytan hiç yoklamıyor mu? “Niye ben?” dediğiniz hiç oluyor mu? Öyle bir duygu geldiyse onun üstesinden nasıl geldiniz veyahut bu duyguları yaşayan insanlara ne tavsiye edersiniz?
Ne düşündüm biliyor musun? Tabiî ki şeytan bizi de yokluyor. Ancak şöyle düşündüm: Biz olmasak başkası olacaktı be kardeşim!.. Ben olmasam, sen olacaktın. Sen olmasan başkası olacaktı. Şimdi niye sen olmadın da, ben oldum diye isyan mı edeyim? Ben olmasam, Rabbim bir şekilde bunu başkalarına gösterecekti. Bir şekilde bu misal olacaktı. Bakın; yürümek, elinizin tutması bir nîmettir. Bunu göstermek için elbette benim gibi yürüyemeyen, kendi yemeğini ve şahsî ihtiyaçlarını karşılayamayan birisinde gösterecekti. Ben, beni tercih ettiği için Rabbimi çok seviyorum. Çünkü bana ne yaptırıyor biliyor musun, bu dünyada en zengin insana bile vermediği nimetleri veriyor. En başta kendisini lutfetti, gönlüme koydu. O gelmeseydi gönlüme, ben bir adım gidemezdim ki. O güzeller güzeli Peygamberimizin ve Osman babacığımın sevgisini verdi. Ben daha ne isteyeyim ki… Şimdi bu sevgilerin yanında, kim neyini fedâ eder bilmiyorum, ben her şeyimi fedâ ederim. Allâh’a şükür!..
Bir tek şey için içim cız eder, o da namaz için… En hasret çektiğim şey, namazda alnımın secdeye varamaması… En büyük hasretlik secde… Bu bizi çok vuruyor. Elbette namaz kılıyoruz, oturduğumuz yerden ama… Rabbim, bunu isyan saymasın, inşâallâh. Böyle kıldırdığı için de şükürdeyiz. Bunun dışında hiçbir şey beni vurmuyor.
Bir de Peygamber Efendimiz’e muhabbetten bahsedersek, bu konuda okuyucularımıza ne söylemek istersiniz. Bir hadis-i şerîfte şöyle buyrulur: “Öyle bir zaman gelecek ki, benim ümmetimden bazı kimseler, beni bir defa görmek için malını, evlâd ü iyalini her şeyini terk edecekler.”
İnsan ancak bildiğini yaparsa veya hissettiğini anlatırsa doğru olur. O yüzden yaptığımdan ve hissettiğimden bahsedersem doğru olur. Birisi Rabbini çok seviyor, Rabbi de O’nu çok seviyor ki, adını, adının yanına yazmış. Demek ki, Rabbim, Peygamber Efendimiz’i ne kadar çok seviyor ve ona ne kadar kıymet veriyor?!.. O kadar muhteşem biri ki adının yanına adını yazacak kadar... Rabbini seven bir kul, O’nun sevdiklerini sevmez mi? Allâh’a sonsuz kereler şükürler olsun ki, bize böyle muhteşem birisini peygamber olarak göndermiş. Bize her hâliyle misal olan hayırlı bir Peygamber yollamış. Şükürler olsun! O’nu sevmemek mümkün mü? Her hâlini, her güzelliğini, Allah tarafından dillendirilen, övülen o güzel hâllerini sevmemek mümkün mü? Seviyorum tabiî… O, benim canım, ciğerim… İnşaallah sancağının altında buluşana kadar Rabbim bizi O’na lâyık etsin, O’nun muhabbetinden ayırmasın. İnşaâllâh biliyoruz ki, ona salat ü selâm getirmedikçe duâlar kabul olmuyor. İnşaâllâh, bol bol salat u selâm getirelim. Bu aylar, o güzeller güzeliyle buluşmak için bir fırsattır. Sevdiğinle beraber olmak için bir fırsattır.
Bazı şeyler vardır, ancak yaşarsınız. Şimdi size şeftalinin armuttan ne farkı var desem anlatırsınız. Ama yemeyen bir insana nasıl anlatırsınız? Ben de O’na olan sevgimi anlatamıyorum işte... O kadar becerim yok, hakkınızı helâl edin. Yeterince veremiyorsam, Allah bizi affetsin.
Peygamberi görmek kadar muhteşem bir şey var mı? Gördükten sonra çekilen hasretin ızdırabı da ne acıdır!.. Görmediğiniz zaman ne olduğunu bilmiyorsunuz, bilmediğiniz şey sizin canınızı yakmaz. Ama bilip de, görüp de o hasretlik nasıl bir şey biliyor musunuz? (Ağlıyor.) Allah, bu hasretliği herkese versin mi diyeyim, vermesin mi diyeyim? Ne diyeceğimi de bilemiyorum. Ancak çok büyük bir gurbet acısıdır bu, hiçbir şeye benzemez. Hep içinizde bir acıyla, bir hasretlikle, bir gurbetlikle yaşıyorsunuz.
Bazen çok özlüyorum, gündüzden başlıyorum salavât çekmeye, duâ etmeye, yapılabilecek her şeyi yapmaya gayret ediyorum. Ama bir şey yok!.. Rabbime sığınıyorum. Sonra Peygamber Efendimiz’i görüyorum. Bu sefer oradan geriye döndüm diye üzülüyorum. Allah dâim görmeyi nasip etsin. Bir yatıyorum, görüyorum. Sonra uyanınca niye uyandım diye ağlıyorum. Niye o hâldeyken kalmadım. İnsan onu gördüyse, iyi bilir; onun hasretliği hiçbir şeye benzemiyor.
YORUMLAR