Saâdet asrında yaşanan bütün hâdiselerin, arkadan gelen biz Muhammed Ümmeti için ibret alınacak birçok yönü vardır. Başta Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in siyeri ve beraberinde o kutlu yılları yaşayan sahâbe-i kirâmın ortaya koydukları tarihe kaydolan hâdiseler, hem içtimâî, hem de ferdî planda ibret tablolarıdır. İşte bu tarihi vâk’alardan birisini ve bu hadiseden alınması gereken dersi, bu satırlarda dilimizin döndüğü kadarıyla sizlerle paylaşmaya çalışacağız.
Hadis ilminde “Sâlebe Hadîsi” olarak bilinen bu hâdisenin, meşhur hadis kitapları olan “Kütüb-i Sitte”de geçmediğini ve hadisin sıhhat bakımından zayıf olduğunu da kaydetmek gerekir. Ve ayrıca burada bahsedilen Sâlebe’nin, Bedir Savaşı’na iştirak eden Sâlebe olmadığı görüşü de mevcuttur. Burada belki asıl mevzû, hadisenin tarihî olarak gerçekleşip gerçekleşmediği hususu değil, bu ve benzeri hâdiselerin olma ihtimali ve alınacak derslerin bulunmasıdır.
İslâm Tarihi kitaplarında “Sâlebe” ismi anılınca, insanların hafızalarında bir hâdise beliriverir ki, bu hâdise mü’min için, dünya ve mal ilişkisi açısından ibretli bir vesikadır. Hâdiseyi, kaynaklarda geçtiği şekliyle şöyle bir hatırlayalım ve Sâlebe’yi biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
Taberî, İbni Kâni’, Taberânî, Beyhakî, İbni Abdilber gibi müelliflerin Ebû Umâme’den naklettikleri rivayet şöyledir:
Bir gün Sâlebe bin Hâtıb Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“-Yâ Rasûlallah, bana mal vermesi için Allâh’a duâ et!” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Yazık ey Sâlebe, şükrünü edâ ettiğin az mal, şükrüne güç yetiremediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu.
Sâlebe tekrar aynı şeyi istedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Yazık ey Sâlebe, benim gibi olmak istemez misin? Zira şu dağların altın ve gümüş olarak benimle beraber yürümesini dileseydim, mutlaka gerçekleşirdi.” buyurdu.
Sâlebe tekrar ısrarla:
“-Yâ Rasûlâllah, bana mal vermesi için Allâh’a duâ et! Yemin ederim ki, Allah bana mal verirse, her hak sahibinin hakkını mutlaka vereceğim.” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle duâ etti:
“-Allâh’ım, Sâlebe’ye mal ver!..”
Derken Sâlebe birkaç koyun edindi. Koyunları, tırtılların üremesi gibi kısa zamanda bir sürü hâline geldi. Medîne’ye sığmaz olunca taşraya göç etti. Daha önce vakit namazlarını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında kılarken sadece öğle ve ikindiye iştirak etmeye başladı. Koyunları biraz daha çoğalınca, ancak cuma namazına katıldı. Koyunları daha da artınca uzak bir vadiye intikal etti; cuma ve cemaati terk etti.
Bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:
“-Sâlebe’ye ne oldu, (hiç görünmüyor)?” diye sordu. Vaziyetinden bahsedilince üzülerek üç kez:
“-Yazık oldu Sâlebe’ye!..” buyurdu.
Bu arada Peygamber Efendimize zekâtı emreden şu âyet nâzil oldu:
“Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyesin, arındırasın. Onlar için duâ da et; çünkü Senin duân onlar için sükûnettir. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.” (et-Tevbe 103)
Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cüheyne ve Benû Selime kabilesinden seçtiği iki zâtı, zekât memuru olarak görevlendirdi. Hayvanların nisap miktarlarını belirten bir nâme verdi. Sâlebe ile Benû Süleym’den falanca şahsın zekâtlarını tahsil etmelerini emretti. Onlar da Sâlebe’ye varıp zekâtını tahsil etmek istediler. Ancak Sâlebe bunun bir cizye ya da haraç olduğunu öne sürdü. Önce diğer insanlardan tahsil etmelerini, dönüşte kendisine uğramalarını söyledi.
Onlar da Benû Süleym’deki şahsa vardılar. O şahıs, zekât memurlarının geldiğini haber alınca develerinin en seçkinlerini hazırlayarak güzellikle karşıladı. Zekât memurları ona en iyilerini vermesinin gerekmediğini, zira kendilerinin böyle bir niyetlerinin olmadığını söylediler. O da bilâkis bu seçtiklerini alıp götürmelerini, zira bunları gönül hoşnutluğuyla Allah’tan hayır murâd ederek verdiğini ifade etti.
Zekât memurları, develeri alıp yola koyuldular. Tekrar Sâlebe’ye uğradılar. Sâlebe zekât kayıtlarına baktı ve:
“-Bu cizyeden başka bir şey değildir. Gidin, beni rahat bırakın!” diye başından savdı. Onlar da Medîne’ye döndüler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları görür görmez henüz onlar bir şey demeden:
“-Yazık oldu Sâlebe’ye!..” buyurdu.
Benû Süleym’den zekâtını veren şahıs için de hayır duâsında bulundu. Bir müddet sonra Sâlebe hakkında şu âyetler nâzil oldu:
“Onlardan kimi de Allâh’a şöyle kesin söz vermişlerdi: Eğer Allah bize lûtfundan verirse biz de mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve elbette sâlihlerden olacağız. Fakat Allah lûtfundan onlara (servet) verince cimrilik edip onun hakkını vermediler. Allâh’a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle Allah da bu işlerinin neticesini kalplerinde kıyamet gününe kadar sürecek bir münâfıklık kıldı.” (et-Tevbe, 75-77)
Bu âyetleri işiten Sâlebe’nin bir yakını gidip ona dedi ki:
“-Yazıklar olsun sana ey Sâlebe! Sen helâk oldun; Allah senin hakkında bu âyetleri indirdi!”
Sâlebe ağlayarak Medîne’ye geldi ve:
“-Yâ Rasûlallah, zekâtımı kabul et!” diye yalvardı.
Ama Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun zekâtını kabul etmedi. Daha sonra Halife Hazret-i Ebû Bekir’e, bilâhare Hazret-i Ömer’e geldiği hâlde onlar da kabul etmediler. Nihayet zekâtı kabul edilmemiş olarak Hazret-i Osman devrinde vefat etmiştir.
Aslında hadisenin tâ başından sonuna kadar ibret alınması gereken hususlar, açık ve net… İnfâk ve özellikle üzerimize farz olan zekât, Allâh’ın kulu üzerindeki hakkıdır. Kulun, emanet olarak kendisine verilen rızkın belirlenen kadarını infâk etmesi veya zekât olarak vermesi, ilâhî bir emirdir. Hele sosyal kalkınmanın temel unsuru olan zekât ve sadaka gibi hususlar, bir yönü ile millet ve devletin bekâsı ile ilgilidir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın “Zekât vermeyenlere savaş açarım!” ifâdesi de meselenin ciddiyetini anlatması bakımından oldukça önemlidir.
Günümüzde belki devlet eliyle bir zekât toplama müessesi yok. Devlet, vergi alır ve o vergiyi uygun gördüğü yerlere harcar. Varlıklı sınıfına giren her mü’min zekât ve sadaka hassasiyetini devlete vereceği vergiden de çok önemsemeli ve işin ehli olan birine hesaplattırmalı, zekâtın en alt miktarı olan kırkta biri değil, gönül rızâsı ile daha fazlasını verme gayretinde olmalıdır.
Allah muhafaza, mal ve dünyalıklar, insanı istikametten ayırdığı gibi benlik ve kibir duygusunu artırıyor, rızka râm olup Rezzâk’ı unutturuyor. Rabbimiz bizleri rızâsına uygun kazanan ve bunları yine rızâsına uygun infâk edebilen mü’minlerden eylesin. Âmin.
YORUMLAR