“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi.
Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Zekeriyya’yı da onun bakımı ile vazifelendirdi...”
(Âl-i İmrân, 37)
Hazret-i Meryem anıldığında söylenecek bütün güzel cümleler kifâyetsiz kalır. Sîretinde iç içe geçmiş pek çok bilgi anlaşılmayı beklerken; hangisinden başlaması gerektiğini bilememenin kararsızlığını yaşar insan…
Mâbede adanmış küçük bir kız çocuğu mudur O; yoksa Filistin’in zeytin ağaçları misali, sabır yüklü bir kadın mı?
Beytü’l-Makdis’in taş duvarları arasında, her biri kilitli yedi kapının ardında meleklerle ve insan sûretindeki Cebrâil’le konuşabilen Muhaddese mi; akrabası olan Hazret-i Zekeriyya’nın kendisini ziyarete ve ihtiyaçlarını gidermeye geldiği anlarda, Filistin’in kıtlık yıllarına rağmen yanında oralardan olmayan yiyeceklerle karşılaştığı bir azîze mi?
Ya da herkesin bildiği yanıyla; ilk insanı annesiz ve babasız var eden o yüceler yücesi Yaratıcı’nın; onun bedeninde “Ol!” deyip emrettiği ve yüce katından nezih bir kelimesi olan Hazret-i Îsâ’yı yüklediği bâkire mi?
Yıllardır evlat hasretiyle yanan Hanne ve İmrân’ın yaşlılık sevincidir O... Hanne Hatun öylesine istemiştir ki hâmile kalmayı; bu isteyişin imtihanından, kendisi için en kıymetli olanı “adayarak” geçmiştir. Eşi İmrân’a, karnındaki bebeği Beyt-i Makdis’e adadığını söylediği zaman, taşıdığı bebeğin kız olduğundan habersizdi Hanne...
Meryem doğduğunda, vefat eden eşinin sözleri yankılandı kulaklarında… Zira o mâbede adananların sadece erkek çocukları olduğunu biliyor ve eşi Hanne’nin cinsiyetini bilmediği bir çocuğu niçin bağışladığını sorguluyordu. Zira kız, erkek gibi değildi. Beyt-i Makdis’teki zorlu eğitim şartlarına, ancak erkek çocuklarının mukâvemet gösterebileceğine inanılırdı. Mabetteki dört bin erkek çocuğunun arasında, bir kızın eğitim alması çok zordu. Bu sebeple İmrân, hanımının aldığı kararda acele ettiğine inanıyordu.
Haklı çıkmıştı İmran… Fakat söz Allâh’a verilmişti ve muhakkak yerine getirilmeliydi. Doğumundan kısa bir süre sonra, ölüm ânının geldiğini anladığında, küçük Meryem’ini kucağına alarak mâbede bırakmak üzere yola çıkmıştı Hanne... O öldüğündeyse, Meryem’i sahiplenmek isteyen onlarca din büyüğünün arasında Rabbi, Hazret-i Zekeriyya’yı seçmişti. Akrabası olması hasebiyle onun hâmiliğini yapacak, mâbette kaldığı süre boyunca onun yiyecek ve ihtiyaçlarını temin edecekti.
Çok severdi Meryem’i, Hazret-i Zekeriyya… Bazen mâbede onun eğirmesi için yünler getirirdi. Yünleri iplik hâline getirmek Hazret-i Meryem’in en sevdiği meşgaleydi. İnceliğiyle meşhur olan ve ancak iki katı bir araya getirildiğinde görülebilen bu ipliklere “Rişte-i Meryem” denirdi. Kendi gibi ince ve nârin olan ipler, onun ahlâk güzelliğini de yansıtırdı. Bu ahlâka hayran olan Zekeriyya Peygamber, onu evlâdı yerine koyar; gıptayla hâl ve hareketlerini izlerdi.
Rivayet odur ki, Hazret-i Zekeriyya’nın Kur’ân’da zikredilen duâsının sebebi de bu gıptadır. Rabbine, “Sen bana bir oğul ver ki, bana ve Yakup hânedanına vâris olsun!” (Bkz. Meryem, 5-6) diye duâ ederken, Allah da ona Kur’ân’da ahlâkı ve ebeveynine iyiliğiyle övülen Hazret-i Yahyâ’yı hediye etmişti.
Hazret-i Meryem, mescidin doğu tarafında, Hazret-i Zekeriyya’nın kendi eliyle inşa ettiği mihrapta kalıyor, bu mihraba yedi kapıyla ulaşılıyor ve bu kapıların anahtarları da sadece Hazret-i Zekeriyya’da bulunuyordu. Adak çocuk olan Meryem, her geçen gün ilimle doluyor, mâbetteki binlerce erkek çocuğunun arasında bütün dikkatleri üzerine çekecek kadar hikmetli davranışlar sergiliyordu. Tabiî bu hal, mâbet ruhbanları arasında hoş karşılanmıyordu. Filistin’de kadınların okuma-yazma öğrenmelerine, Beyt-i Makdis’in Kutsal Sahrâsına (kubbe) girmelerine aslâ izin verilmiyordu.
Tevrat’ın pek çok hükmü tahrif edilmiş, Hazret-i Mûsâ’nın şeriatı, sözde yaşanır hâle gelmişti. Halk hastalık, fakirlik ve yüksek vergiler altında ezilirken, mâbedin din büyükleri bu duruma sessiz kalıyor ve kendilerini eleştiren Hazret-i Zekeriyya ve himayesindeki hikmet dolu Hazret-i Meryem’i bir türlü kabullenemiyorlardı. Ellerine geçen ilk fırsatta, onları yok etmenin plânlarını kuruyorlardı.
İsrailoğulları, tarih sahnesinin bütün perdelerinde aynı rolü oynuyor, kendileri gibi düşünmeyen kim varsa, onu çıkarlarına engel kabul ediyor ve bir şekilde yok etmeye çalışıyorlardı. İnsanlık tarihinde, bozgunculuğun zirve yaptığı zaman dilimlerinin çoğunda aynı zihniyet hüküm sürmüştü.
Her şeyin zıddıyla kâim olduğu şu âlemde, nerede bir adaletsizlik, zulüm varsa; aynı yerde barış ve huzur beklentisinde olan sesler de vardır. Hazret-i Meryem, bu beklentinin umudu olmuştu, evlâdıysa bu umudun sesi...
Hâmileydi Meryem ve endişeli...
Melek Cebrâil’in kendisine insan sûretinde gözüktüğü günden beri, bir türlü kendine gelememiş, babasız oluşan bir çocuğu anlatamayacağının endişesi ile doğum ânını beklemişti. Mihrâbın bir köşesinde ve kilitli yedi kapının ardında Rabbinden gelen emre teslim olarak sessiz kalmıştı. Bu kapıların her biri, tıpkı nefsin yedi mertebesi gibiydi onun için... Yedi nefs kapısının her birinde hâlden hâle geçmedeydi...
Emmâre’nin zerresinde üzgündür Meryem ve endişeli...
Levvâme’de Rabbinden geleni sorguladığı için hüzünlü...
Mülhime’nin hikmetli kapısında içine kapanık ve özüne dönük, gelen bütün ilham ve seslenmelere açık bir Muhaddese...
Mutmainne’de, şüpheleri ortadan kalkmış ve bedenine üflenen rûha alışmaya başlamış bir dosttur...
Râdıye makamına geldiğinde ise, doğuma az kaldığını anlamıştır. Korkmuyordur artık; başına gelen her hâle râzıdır...
Merdıyye kapısında çok sıkıntı çekmiş, sancıları başlamış ve bir hurma ağacına yaslanmıştır çoktan… Rabbine, “…Keşke bundan önce yok olup gitseydim!” (Meryem, 23) derken, Allâh’ın kendisinden râzı olduğunun habercisi olarak Cebrâil -aleyhisselâm- gelmiştir imdadına...
Ve kucağında bebeğiyle Kudüs sahrasına girdiğinde; bütün kapıların anahtarlarını Rabbine teslim eden Nefs-i Kâmile’dir O...
Beyt-i Makdis’in kapısında homurtular artmış, köhne zihniyetlerin çirkin yakıştırmaları; Mesih’in dile gelişiyle yerini suskunluğa bırakmıştır. Yüksek bir vakarla yürümüştür Meryem, başı dik ve tertemiz olarak... Açık ve pâk alnını kirletmeye uzanan diller, kundaktaki bebeğin konuşmasıyla lâl kesilmiş, fakat kısa bir zaman sonra, unutkan ve nankör hâllerine tekrar dönmüşlerdir.
Hattâ daha da ileri gidip Hazret-i Zekeriyya’ya çirkin yakıştırmalarda bulunup bebeğin babası olarak onu bilmişler ve çokça zikreden güzeller güzeli o mâsum peygamberi, hunharca öldürmüşlerdir. Hazret-i Meryem, bu hâdiseden derin üzüntü duymuş, ona öz babasından daha çok emeği geçen bu insana yapılanları hiç unutmamıştır.
Hazret-i Meryem’i anlamak, aklın anlamamakta direndiği pek çok hadiseyi kabul etmektir. Onu anlamak, teslîmiyetin ve adanmışlığın boyutunu anlamaktır. Temizliğin, iffetin ve korunmuşluğun kalesine girebilmektir. Mâbetteki çocuğu, kilitli kapılar ardında meleklerle dertleşen Muhaddese’yi, Allâh’ın “Hayy” ism-i celîlinin bir bedende nasıl tecellî ettiğini anlayabilmektir.
Selâm olsun bütün cennet annelerine ve soyu peygamberlere dayanan mübârek Meryem’e…
Selâm olsun o mübârek topraklarda tebliğ yapan bütün çilekeş peygamberlere...
YORUMLAR