Gecenin en koyu karanlık zamanında zulümler altında bir şehir, Mekke… Eşraftan herkes hayatından memnun yaşarken, çölde merhametin donup kaldığı ayak izleri vardır Mekke’de… Feryatları cılız iniltilere dönmüş, gömülen kız çocuklarına götüren ayak izleridir bunlar... Babalar, utançlarını gömdükleri gibi insanlıklarını da gömer çöl kumlarına... Çölde, esâretin ayak izleri vardır. Siyah derili olmanın bedelini, bir ömür köle damgası vurularak ödeyen bir zenciye aittir bu izler… Efendisinin merhametsiz tavırları karşısında gözyaşları aksa da, hıçkırıkları sessizliğe gömülür siyah bedeninde... Fakat bu tabloda ses yok, yankı yok, en ufak bir duygu eseri yok, hepsi esir edilmiş!..
Mekke’de küfür var, zulüm var, korku var, yokluk var ve bunun gibi bir bekleyiş, bir umut var. Kuyunun dibinden çıkarılmaya muhtaç vicdanlar, kirlerinden arınmaya muhtaç kalpler var.
Ve her nefes, zulmeti kaldırmak sorumluluğuyla yaşayan, kalbi kadar büyük, rûhu kadar yüce bir insan var Mekke’de… Bütün insanlığı kucaklayıp kuşatacak merhamette bir insan… Fikir sancıları ve duâlarla, çileli bir bekleyiş içinde, yalnızca yıldızların aydınlattığı bir dağın zirvesinde kendisi için yaratılmış bir mağarada uzlete çekiliyor. Mâsiyetlerden gönlüne akseden ızdıraba, kendisine sadâkatle bağlı zevcesi Hatice -radıyallâhu anhâ- yoldaş, Hira Mağarası, semâdaki yıldızlar ve O’nu kucaklamaya hazır bekleyen Cebrâil şâhit… Gönülden bağlandığı, duâlarını işittiğine inandığı Rabbi’ne ilticâ hâlinde... O’na sığınarak O’nu zikrederek hafifliyor.
Hira, Nûr Dağı’nın yamacında bir mağara... Öyle ki, bu mağaranın hemen karşı cihetinde evlerin en sevgilisi Kâbe ve etrafına kurulu Mekke şehri var. Hira, kıbleye yönelmiş gibi huşû içinde bekler dururken, insanlığın umut tâcı tefekkür hâlinde… Hira’dan süzülen bakışları Kâbe’yi düşlüyor. Büyük bir umutla putlardan arınacağı günü bekliyor. Kâbe ise, nâdânlar arasında kalmış bir nâzenin gibi mahzun bakışlarını Hira’ya dikmiş oradan gelecek bir medet bekliyor.
* * *
Âlemlerin Efendisi, Yaratan’ına tevekkül hâlindeydi. Kör karanlıklar içinde boğulmaktan kurtaracak bir ışık göndereceğini biliyordu. Hep diliyor ve bekliyordu, o rahmetin kendisi olacağından habersiz bir mâsumiyet ve tevâzuyla... Gönlünde akmayı bekleyen öylesine billurdan bir nehir vardı ki, kaynağı mâverâda bir çağlayan! Umut ve rahmet dağıtacak, yıkayıp bereketlendirecek feyyâz bir nehir! Çağlara akıp sulayacak bir âb-ı hayat!
Sonsuz rahmetin bu âlemdeki en mümtaz tecellîsi olan Allah Rasûlü, gelişiyle yalnız Kâbe’nin yüzünü güldürmedi. O’nun tebessümüyle karanlık bir devir kapandı. Cennet esintileri indi yeryüzüne… Kardeşlik geldi. Gurur, kin, nefret ve kibir silindi. Îmanın ihtişamıyla doldu gönüller… Fazîleti, sadâkati, adâleti, tevâzuyu, samimiyeti, fedâkârlığı, sevmeyi, hak gözetmeyi, kul olmayı, zulme boyun eğmemeyi ve bunlar gibi bütün hakikatleri bir ömür tebliğ etti. Sevginin felsefesini yapmak ya da ideal bir toplum inşası üzerine filozofça konuşmak kolaydır. Zor olan bu fikri yaşamak ve bunun gerçekliğini fiiliyle ortaya koymaktır. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bildirdiği hakîkatleri büyük bedeller ödeyerek hayatıyla ispatlamış tek insandır. Bir Hak dostunun buyurduğu gibi, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tozlu kitap rafları arasında, güvelere yem olacak bir fikrin sahibi olmadı. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- okuma-yazma bilmediği hâlde insanlığın en âlim olanıdır. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kitap yazmadı. Getirdiği hakikatleri, kalbiyle asırlara yazdı. Tebliğ ettiklerinde kendine âit fikri, bir katkısı olmamış; O’nun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili Yüce Rabbi olmuş, O ise yalnızca vahyin tercümânı olmuştur: “O hevâdan (arzularına göre) konuşmaz. Konuştukları sadece kendisine vahyedilenlerdir.” (en-Necm, 3-4)
Peşin hükümlü olmayan sosyologlar, şu gerçeği takdir ederler ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlığın yetişemeyeceği bir toplum inşâsı gerçekleştirmiştir. O insan yetiştirmiş, gönüllere nüfuz etmiştir. Bir muhabbet toplumu, bir kardeşlik toplumu oluşturmuştur. Peygamberliğini beyân ettikten sonra, ideal toplum modelini 23 sene gibi çok kısa bir sürede gerçekleştiren tek insan O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.
Zamanın kısa oluşunun yanında, şartların elverişsiz oluşu da O’nun nübüvvetinin en büyük izhârıdır. İlâhî hayat düsturlarını, ahlâk kâidelerini yaşatmaya çalıştığı topluluğa bir bakalım; maddî ve mânevî çöküş zemininde, zâhiren bakıldığında bu yüksek idealleri taşımaya hiç müsait olmayan insanlardan oluşan bir toplum... Hiç kimsenin ümitle bakamayacağı bu tablo karşısında O, bir an dahî bedbin (ümitsiz) olmadı. Dest-gîri Allah olunca gam duymadı.
Yüzyılı aşan bir süredir her türlü tıbbî ve teknolojik imkâna rağmen bugünün insanı sigara gibi bir alışkanlıktan vazgeçemezken O’nun tek bir sözüyle fıçılar kırıldı, sokaklarda içkiler nehir gibi aktı. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tevfîk-i ilâhîyle gibi tabiatlı sert mizaçları yumuşattı. Çamura batmış incileri keşfedip tekrar mahfazasına yerleştirdi. İnatçı bir madeni, usta maharetiyle işleyip şekil verircesine büyük bir gayret ve maharetle yıldız şahsiyetler yetiştirdi ve muhteşem bir fazîletler medeniyeti inşâ etti.
Hayatı, kare kare 14 asır sonrasına ulaşan tek insan… Yaşayıp yaşatmaya çalıştığı içtimâî ve ahlâkî düsturlar, kendisinden sonraki nesillerde de bir hayat umdesi hâlinde tatbik edilen tek insan... Davranışları, aklın tartamayacağı muhabbet ölçüleriyle taklit edilen tek insan... O’nu anlamaya çalışmak, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaktan sonra, aklın bu dünyadaki en ulvî vazifesidir… O’nu sevmek, Yaratan’ı sevmekten sonra, kalbin en büyük nasibidir.
Bugün hem ferdî çıkmazlarımızda, hem de toplum olarak karşımıza çıkan her meselede O’nun getirdiği hayat düsturlarına çok muhtacız. Rabbimiz, öyle buyurmuyor mu?
“Hâlbuki Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir…” (el-Enfal, 33)
O’nu yaşamak ve yeniden doğmak… O’nu sevmek ve yeniden doğmak... Her meselenin nihâî çözüm noktası, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
Merhametiyle herkesin yaralarını sardığı devâ,
Muhabbet kanununun yeryüzündeki benzersiz tecellîsi,
İnsanların yüzlerinde hissettiği en sıcak, en samimî tebessümün sahibi,
Cimrilik bataklığını kurutan cömertlik menbaı…
Kâinâtın mazrufu ve hikmeti taşıyıp varlıkları Âlemlerin Rabbine vâsıl eden zarfı,
Sözün kendisiyle mânâ bulup kemâle erdiği,
Beşerî tekâmül hudûdunda nihayet O, hâtime O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
Efendiler Efendisi’ne sonsuz salât ü selâm…
YORUMLAR