“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allâh’a ait olmasın. Onun karar yerini de, geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) hepsi, apaçık bir kitapta yazılıdır.” (Hûd, 6)
Her yeni günde bu âyet-i celîlenin makamıyla doğan Güneş, sıcaklığıyla bütün dünyayı rızıklandırır. Yaratıcı’nın “Kün: Ol!” emriyle yerde ve gökte, canlı cansız her zerre nasibini alır. Gece uykumuzu, rüzgâr ve yağmur toprağı, çiçekler arıları rızıklandırır. Ezelde yazılmış olan, yavaş yavaş gelmeye başlar. İnsana düşen tek vazifeyse, geliş seyrini hakikat penceresinden izleyebilmektir.
Kanadı kırık bir kuş, gagasına kadar gelecek olanı beklerken diğer bir canlı da av peşinde koşar; pusuya yatar, çeşitli taktikler geliştirir ve nasibine düşenden hissedar olur. Biri çalışıp emek vermiş, diğeri ise, “Ağılda oğlak doğunca, merada otu bitermiş!” diyerek gelecek olanı beklemeye durmuştur. İkisi de günlük istihkâkından nasiplerini almış, az ya da çok takdir edilene rızâ göstermişlerdir.
Bu portrede insanın pâyesine düşense, ne kuş gibi beklemeye durmak, ne de diğer canlı gibi rızkına erişmek için her şeyi yok edercesine yırtıcı olmaktır. Her işte olduğu gibi rızık konusunda da îtidal üzere yaşamak, bizleri diğer varlıklardan ayıran en mükemmel özelliklerden biridir. “Rezzak” olanın rızka kefil olduğuna îman eden insan, Yaratıcı’nın da kendinden beklentisinin, sadece oturup beklemek olmadığını bilir.
“-Hangi sofraya oturduysam, rızkı veren Allah idi!..” diyerek yönünü tamamen Hakk’a döndüren Hâfız-ı Şîrâzî gibi teslim olur, çalışamasa bile Allâh’ın onu kuşlar gibi rızıklandıracağına inanır. Fakat Hakk’ın ondan istediği ölçüde hem kendi geçimini temin için hem de diğer insanlara faydalı olmak üzere çalışır, gayret eder. Hırsa düşmez, kanaat ve rızâdan sapmaz. Hele hele harama hiç dönüp bakmaz. İnsana yakışanın, eli-kolu bağlı bir şekilde lokmasının kendisine gelmesini beklemek değil, imtihan dünyasında gayret gösterip çalışmak olduğunu bilir.
Peygamber Efendimiz de ashâbına, gerçek tevekkül ve teslîmiyeti öğretmiş, başkasına muhtaç olmayacak ve dilenmeyecek şekilde çalışmayı emretmiştir. Bir gün Peygamber Efendimizin huzuruna bir şeyler istemek üzere Ensârdan bir zât gelir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine dilenmenin iyi bir şey olmadığını bildirmekle beraber ona nasıl geçineceğinin yolunu da öğretir. Muhatabına sorar:
“-Senin evinde hiçbir şey yok mu?”
O zât da, “bir çulu ve su kabı” olduğunu söyler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları getirmesini ister. Sonra da getirilenleri sahâbeye iki dirheme satar. O iki dirhemi, o zâta vererek:
“-Bir dirhemle âilene yiyecek al, diğer bir dirhemle de bir balta alıp bana getir.” buyurur.
Adam dediğini yapıp baltayı getirir. Allah Rasûlü Efendimiz kendi eliyle o baltaya bir sap yapar. Sonra da:
“-Şimdi git, bu baltayla odun kesip pazarda sat. On beş gün sonra gel!” der.
Adam denileni yapar ve on beş gün içinde on dirhem kazanmıştır. Kazandığı paranın yarısıyla giyecek, diğer bir yarısı ile de yiyecek satın alır. (Ebû Dâvud, Zekât, 26/1641; İbn-i Mâce, Ticârât, 25)
Bu hâdiseden de anlaşılacağı üzere, tavsiye edilen şey gayret etmek, faydalı olmak ve ezelde zaten bizim için yazılmış olanı çalışarak aramaktır. Tembellik yaparak veya pinekleyerek bunun bize gelmesini beklemek değildir. Bu konuyla alâkalı şu kıssa da çok mânidardır:
Bir gün İbrahim bin Edhem ile Şakîk-i Belhî karşılaşır. Şakîk, ona başından geçen şu hâdiseden bahseder:
“-Günlerden bir gün bir çöle vardım ve yerde yatan yaralı bir kuş gördüm. Bu kuşun rızkının nereden geldiğini merak ettim. Birde baktım ki, başka bir kuş, ağzında bir çekirgeyle geldi ve yaralı kuşun gagasına bu çekirgeyi bıraktı. Ben de o günden sonra, “Bu kuşu diğerine vâsıta kılan Allah, nerede olursa olsun benim de rızkımı verir!” diyerek kazanç peşinde koşmaya son verdim ve kendimi tamamen ibadete adadım!” der.
Bunu duyan İbrahim bin Edhem:
“-Peki, neden sen yaralı kuşa yiyecek taşıyan sağlam kuş olup da daha yüksek dereceli olmayı istemiyorsun?” diye karşılık verir. Bunu duyan Şakîk, İbrahim bin Edhem’in elini öper ve:
“-Ey Ebû İshak, sen bizim üstâdımızsın!” diyerek oradan uzaklaşır.
Gayret sarf etmek, geçim için çalışmak; erkeğe yüklenmiş bir vazifedir. Çoluk çocuğunun rızkını temin ederken, “kavvâm” olmasının tesiriyle arayış içinde olur beyler… Bazen gecesini gündüzüne katar, ne kadar uğraşsa da işleri yolunda gitmez. Bazen de ummadığı yerlerden öyle kapılar açılır ki, tahmin edemez. Kula düşen vazife, rızık konusunda sıkıntıya girdiği ve daraldığı zamanlarda:
“-Hüdâ, Rezzâk-ı âlemdir, rızıksız kul yaratmaz ya!..” deyip teslîmiyetinden güç almak; ferahlayıp bolluğa kavuştuğu dönemlerde de:
“-Allah dilediğine sınırsız rızık verir!” diyerek şımarıklığın önüne geçmek, verenin de alanın da O olduğunu unutmamaktır.
“Kavvâm” olan beylerimizin karşısında biz hanımların duruşu da Hâtem-i Esamm’ın hanımı gibi olmalıdır. Belh’in meşhur velîsi, hacca giderken ne kadar nafaka istediğini sorar hanımına... O ise:
“-Ne kadar yaşayacaksam o kadar!..” der. Ve ekler sonrasında bu sâliha hanım.
“-Bunu tabî ki sen bilemezsin. O hâlde benim nafakamı, ne kadar yaşayacağımı bilene bırak! O, beni şimdiye kadar hiç nafakasız bırakmadı. Şimdiden sonra da bırakmaz!”
Kalpleri evirip çeviren; hâlleri, makamlara dönüştüren Allâh’ın, bizleri de bu hanımın teslîmiyet makamında sabit tutması dileğiyle… Rezzâk olan Allâh’a emanet olun.
YORUMLAR