Renkleri Soldurmayın

Gün ikindi vaktine dönmekteydi. Kalabalık insan gürûhundan öyle sıkılmıştı ki; alıp başını uzaklaşmak istedi. İlerideki tepelikte kimse yoktur, diye düşündü. Hızlı adımlarla yola koyuldu. Tepeciğe vardığında yeşil ve mavinin muhteşem uyumuna kendini bırakıverdi. Düğüm düğüm olan sıkıntıları birden kayboldu. Kollarını iki yana açarak: 

“−Hamdolsun Alemlerin Rabbi’ne” dedi. Ellerini, huzurla yüzüne sürdü. Doyasıya tefekkür etmek geldi içinden. Peygamberini düşündü. Tefekkür etmek için, Ebû Talhâ’nın zaman zaman hurma bahçesine gittiğini okumuştu. Başını kaldırdı ve:

“−Hiçbir göz O’nun gibi bakmamıştır şu gökyüzüne” diye geçirdi içinden. Hazret-i Peygamber’e inen âyetler döküldü dilinden.

“O ki; birbiriyle ahenktâr yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allâh’ın yaratılışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”

Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk, 3-4)

Güneş tarafına yüzünü dönünce gözleri kamaştı. Bu ilâhî fırın sıcak tebessümleriyle yaprakların üzerindeki şebnemleri fenâya uğurlarken, deniz dalgalarındaki hava kabarcıkları da rüzgârla salına salına bulutlara karışıyordu, tekrar yağmur tanesi olarak yeryüzüne inmek için. Tohum toprağı yarıp gün yüzüne çıkarken, çiçek yapraklarıyla âhenge bürünmüş Var olan Bir’e serenat yapıyordu.

Kiraz kırmızıya durmuş nâzenîn boy veriyor. Bir çocuk ise zıplayarak salkımları avuçlamaya çalışıyordu.

Herşey var olan Bir’e koşuyordu…

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”(İsrâ, 44)

Ve bir başak en olgun çağında başını mütevazice eğiyordu, Âlemlerin Rabbi’ne.

Biraz ilerideki tepeye çıkıp esen rüzgara kendini verdi. Şehre şöyle bir göz attı. Akan trafik, koşan, yürüyen insanlar, arabalar… Karıncadan daha küçük görünüyorlardı. Başını kaldırıp tekrar gökyüzüne baktı. Uçsuz bucaksız kâinatı düşündü. Bu tefekkürden sonra gördüğü her şey, toz zerresinde kaybolmuştu adetâ. Hocasının söyledikleri geldi aklına. İnsan gönlüyle ne kadar büyük yaşarsa, kâinat onun yanında küçülür, insan sınırsız bir umman hâline gelirdi. Allâh dostlarını düşündü bir bir… Büyük sevdâlara meftûn olup, gönül deryalarında insanlığı yıkadıklarını düşündü. 

“−İnşallah” dedi, “İnşallah bizde ummanda bir katre oluruz.”

Çimenlerden gelen hışırtıyla düşünceleri bölündü. Başını yan tarafa çevirmişti ki, biraz önce  karşılaştığı çocuğun, minik avuçlarına sığmayan kirazları kendisine uzattığını gördü. Kirazlardan daha canlı, pırıl pırıl yanan gözlerine baktı. Dalıp gitti. Yolculuğa çıkmış gibiydi. Âlemin kalbinin attığı yere Beyt-i Mukaddes’e vardı. Gözlerinin karasından, Kâbe’nin karasına daldı. Hacılar tavaf tavaf Allâh’a yürüyorlardı. Gönülleriyle secde ediyorlardı Âlemlerin Rabbine. Tecellî tecellî Allâh’ın nûrunun inişine şâhit oluyordu, üç kara nokta. Nazargah olan üç siyah nokta: Görmenin merkezindeki Merdûm-i Dîde (göz bebeği), ilâhî kıvılcıma câzibe olan kalblerdeki Süveydâ, Dünya’nın merkezindeki Kâbe. Siyah oluşları kadar nûra gark oluşlarıyla zıtların cümbüşünü yaşayan üç siyah nokta. 

Resûlullâh’ın simsiyah gözlerinden saçılıp âlemi aydınlatan nûru düşündü. “Gözün bakışı kalbin bakışıdır” demişti hocası.

Kalblerdeki Süveydâ, ilâhî rahmetle ne kadar dolarsa, eşyânın sâhibini görmeye o kadar yakındır. İlâhî rahmetten uzak olduğu kadar eşyanın sahibine de uzaktır. Tüm bu düşüncelerle etrafı seyre koyuldu. Mânâdan uzak asıl sahibinden ırak baktı her bir şeye. Renkler bir bir kayboldu. Simsiyah kesildi her şey. Kocaman bir yangın büyüdü içinde. Renklerini kaybeden insanların yangını. Hızlıca tepeye koştu. Şehrin insanlarına en yüksek sesiyle:

“−Renkleri soldurmayın!” diye haykırdı “Renkleri soldurmayın!” Gözlerinden yaşlar süzüle süzüle secdeye kapandı. Herşey gibi gözyaşları da, Allâh’a koşuyordu şimdi ve kâinat tablolarında en güzel renk sergileniyordu. Dünyadan müstağnî, acziyetle Rabbi’ne yaklaşan insan ve küçülen kainât.

Sendedir mahzen-i esrâr-ı muhabbet sende.

Sendedir mâden-i envar-ı fütüvvet sende!

(Ey insanoğlu! Bilesin ki; muhabbet sırlarının mevcud olduğu gönül sendedir, sende… Yaratılış temizliği, kerem ve mürüvvet nurlarının kaynağı da sendedir, sende…)

Nazar etsen yer ü gök, düzah u cennet sende.

Arş u kürsiyyü melek sendedir elbet sende!

(Şöyle dikkatlice baksan görürsün ki; âdetâ yer, gök, cennet, cehennem sendedir. Hatta arş, kürsü, melek de elbet sendedir.)

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.

Merdûm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen!

(Ey insan, kendi varlığına hoşça bak ki, sen kâinatın özüsün, varlıkların gözbebeği olan âdemsin…) 

Şeyh GALİP

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle