Rasûlullâh’a Âşık Şehir

Urfalı şâir Nâbî, Medîne-i Münevvere için söyler:

Hakikat cennetinin en korunmuş köşesi, peygamberlik ilinin baş şehri, Medîne’dir.

Uyuduğu yer, o yer, o Nebîler Şâhı’nın; cennet eğer yüzükse, kaşı da Medîne’dir.

* * *

Her şey, nübüvvetin 11. senesinde Akabe’de, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Mekke’ye haccetmek için gelen Es’ad bin Zürâre, Avf bin Hâris, Râfi’ bin Mâlik, Kutbe bin Âmir bin Hadîde, Ukbe bin Âmir ve Câbir bin Abdullâh’ı İslâm’a davet etmesi ile başlar.

“Hac” yönelmek, bir işe niyet etmektir. Mübârek Medîneli sahâbîler de en güzel işe yönelip, Peygamber Efendimizi ve müslümanları bağırlarına bastılar ve Medîne’nin “nûrlu şehir” olmasının önünü açtılar.

Akabe’de Peygamber Efendimize ilk biat eden Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- Medîne’de nüfuz sahibidir ve arkadaşlarının İslâm Dîni’ne girmesine vesîle olur. Bir yıl sonra, Peygamberliğin 12. senesinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e söz verip hac mevsiminde Akabe’ye gelen ilk altı kişiye, Muaz bin Hâris, Ubâde bin Sâmit, Yezid bin Sa’lebe, Abbas bin Ubâde, Ebu’l-Heysem Mâlik bin Teyyehan, Uveym bin Sa’ide ve Zekvan bin Abdikays dâhil olurlar.

Canları pahasına Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaat edeceklerine ve gerektiğinde O’nun yolunda savaşacaklarına söz verip Peygamber Efendimizin vazifelendirdiği ilk mürşid Mus’ab bin Umeyr’i yanlarına alarak Medîne’ye dönerler.

Es’ad bin Zürâre’nin evine yerleşen Mus’ab bin Umeyr, burayı irşad merkezi hâline getirir. Hazret-i Ömer’in Mekke’de müslüman olması nasıl sevinçle karşılanmışsa; Medîne’de Sa’d bin Muâz’ın İslâm’a girmesi ile aynı sevinç yaşanır.

Bu kez peygamberliğin 13. senesi, hac mevsiminde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e biat etmek üzere Akabe’ye içlerinde iki de hanımın bulunduğu 70 sahâbe gelir. Bütün Arap kavimlerinin düşmanlığını üzerlerine çekeceklerini bildikleri hâlde, Peygamber Efendimiz’i -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve beraberindeki bütün mü’minleri, Medîne’ye dâvet ederler. Canlarını, mallarını İslâm uğruna fedâ ettiklerini bildirirler. Bu vefâlı, yiğit insanların şehri olan Medîne, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i beklemektedir.

İkinci Akabe bîatından birkaç yıl sonra, Mekke’de sayıları ancak iki yüze ulaşan müslümanların, Medîne’ye hicret etmesine izin verilir. Hicretle bütün müslümanların bir araya gelip ilk İslâm devletinin kurulduğu kutlu şehirdir, Medîne…

“Ensâr” ismini, Medîneli müslümanlara Tevbe Sûresi’nin 100. âyet-i kerîmesinde bizzat Cenâb-ı Allah vermiştir.

Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh-:

“-Ensâr’ı sevmeyen ve onların haklarını bilmeyen, mü’min değildir. Allâh’a yemin ederim ki onlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bağırlarına bastılar. O’na yardım ettiler. Allah onlardan râzı olsun. Biz onların memleketine hicret ettik. Onların bizi misafir etmek için bazen aralarında çekiştikleri olurdu. Hattâ bizim için kur’a bile çektikleri olurdu. Öyle ki, daha sonra biz onların mallarında tasarruf etmek hususunda onlardan daha yetkili kılındık. Bundan dolayı hiç de rahatsız olmadılar. Bütün bunlardan öte, nefislerini Peygamberlerinin uğruna fedâ ettiler.”[1]

Hazret-i Âişe Vâlidemiz tarafından Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle dua ettiği rivayet edilir:

“Allâh’ım! Bizlere Mekke’yi sevdirdiğin gibi, ondan daha da fazla Medîne’yi sevdir.”(Buhârî, Deavât, 43)

Medîne, Cenâb-ı Allâh’ın sevdiği şehirdir. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sevdirilen şehirdir. Sağlığında Efendimizi bağrına basan, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âşığı bir şehirdir, Medîne...

“-Mekke ile Medîne, baştaki iki göz gibidir.” diyene Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sevdalısı:

“-O zaman sağ göz, Medîne’dir.” deyiverir.

* * *

“Bütün beldelere gâlip gelecek bir beldeye hicrete emrolundum. Ona «Yesrib» diyorlar. O, Medîne’dir. Körüğün, demirin pasını temizlediği gibi, o da kötü insanları temizleyecektir.”[2]

“Hazret-i İbrâahim Mekke’yi harem kıldığı gibi ben de Medîne’yi harem kıldım.”[3] buyurarak Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu vefalı şehre en büyük vefayı gösterir.

Bilindiği üzere “harem”; korunmuş, dokunulmaz, bazı şeylerin yasaklandığı, her türlü tecavüzden güvenli yer anlamındadır.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne-i Münevvere için:

“Medîne’nin kapılarında ve geçit veren yolların her birinde saf tutmuş melekler vardır. Buraları korurlar…”[4] buyurmuştur.

Medîne’ye hicret edip, Mekke’ye hasret hastalığına yakalanan, Medîne’nin havasına ilk önceleri alışamayan, namazda ayakta duracak mecâli kalmayan sahabe-i güzîni gören Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Mekke’yi bize bereketli kıldığın gibi Medîne’yi de bize iki kat bereketli kıl.”[5]

“Yâ Rabbi, Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi, Medîne’yi de bize sevdir. Allâh’ım, Medîne’nin ölçek ve tartılarına bereket ver, bize sıhhat ver.” diye duâ eder.[6]

Medîne’ye gelip müslüman olan, sonra da sıtma hastalığına yakalanıp Medîne’den ayrılmak isteyen arabîye (bedevîye), Peygamber Efendimiz izin vermek istemez. Israrı üzerine izin verilir. Arabî gittikten sonra:

“-Medîne kendileri için hayırlı bir vatandır, eğer bilselerdi… Medîne’den hoşlanmadan onu terk eden bir kimse olursa, şüphesiz Allah, Medîne’de ondan daha hayırlı olan birini bedel kılacaktır. Medîne hayatının zorluklarına karşı sebat eden kimse için ben, kıyamet gününde muhakkak bir şefaatçiyim veya şâhidim!” buyurdu.[7]

Hem bu duânın hürmeti, hem de bağrında barındırdığı Peygamber Efendimiz, Ehl-i Beyt, sahâbîler ve tabiûnun mübârek rûhâniyetindendir ki, bugün Medîne’nin bütün müslümanların gönlünde çok özel bir yeri vardır. Bu hadisin bereketinden istifade etmek isteyip de şefaat ümit eden nice sırlı Allah dostu, memleketlerini bırakıp “Medîne mücâviri” olmuşlardır. Muhterem Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri’ne kabir yeri olarak Eyüp Mezarlığı teklif edilince:

“-Bize sorarlarsa, Medîne’yi arzu ederiz.” buyurmuşlar, Medîne’ye hicret edip, orada vefat ettikten sonra Cennetü’l-Bakî’ye defnedilmişlerdir.

Son devir Osmanlı ulemâsından Hattat Mustafa Necati Erzurûmî Efendi Hazretleri Medîne’de yerleşip, koku sattığı dükkanının civarında Beşirağa veya Revaku’l-Etrâk olarak bilinen eski bir Osmanlı medresesinde, Medîne İslâm Üniversitesi’nde okuyan Türk öğrencilere hizmet edip Medîne’ye gelen Türklere mihmandarlık etmiş ve vefatını müteâkip Medîne’ye defnedilmiştir.

Medîne-i Münevvere’de bulunan Ârif Hikmet Kütüphanesi müdürü büyük âlim Ali Ulvi Kurucu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âşığı olup, Medîne-i Münevvere’de medfun olan sırlılardandır.

Buhara’da doğup Medîne-i Münevvere’ye yerleşen Muhammed Zekeriya el-Buhârî Hazretleri, bu bereketten istifade etmek için bütün gayretini sarf eder, Medîne’de vefat etmek hususunda çok titizlenir. Bu hadîs-i şerîfe şiddetli bağlılığından ötürü, “Taşrada ölürüm!” korkusuyla Medîne-i Münevvere dışına çıkmaz ve şöyle der:

“-Bir kere Medîne-i Münevvere’den çıktım, yolda araba kaza yaptı. Sanki bu kazada lisân-ı hâlle bana «İşte bu, senin Medîne-i Münevvere’den çıkışının cezasıdır.» denilmişti. Bir daha Medîne-i Münevvere’den dışarı çıkmadım.”

Ahmed Aksakal, Saatçi Osman Efendi, Şıh Fehmi Efendi; Türkiye’den Medîne’ye hicret eden kıymetli insanlardır.

Medîne’de yaşamak, başka şehirlerde yaşamaktan farklıdır. Kendisini Mescid-i Nebî’ye, Harem’e göre ayarlayan, para kazanmak derdinde olmayıp, vefâlı Ensâr gibi Efendimize asr-ı saâdet ruhu ile bakanlar burada barınabilirler. O zaman Mescid-i Nebî ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün dertlere derman olur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e komşu olmak, cennete komşu olmaksa, bunun böyle olması haktır. Gönlün her an Peygamber Efendimiz ile olması gerekir.

İmam Mâlik Hazretleri, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hürmetinden yıllarca çıplak ayak yürümüştür bu beldede…

Medîne, sıradan bir şehir değildir. Orada uyulması gerekli kurallar vardır. Medîne’nin her neresinde olunursa olunsun, ses yükseltilmez. Hele ki Mescid-i Nebî civarında sesler kısılır, Allah Rasûlü rahatsız edilmez. Efendimizin kabr-i şerîfleri ziyaret edilirken susulur. Bu, kalplerin takvâ imtihanıdır. Hazret-i Peygamber’in misafiri olunduğu akıldan çıkarılmamalı, kimse ile tartışılmamalı, mümkün oldukça abdestli olunmalı, aslâ yüksek sesle konuşulmamalıdır. Hucurât Sûresi’nin 2. âyet-i kerîmesi unutulmamalıdır. Medîne şehrinde yerlere tükürülmez, çöp atılmaz.

“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit Sana gelip de Allah’tan af dileseler, Sen de rasûl olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allâh’ı tevbeleri kabul eden, pek merhametli bulacaklardı.” (en-Nisâ, 64) âyet-i kerîmesi gereğince gözyaşı döküp, necat umulmalıdır.

* * *

Peygamber Efendimiz’in:

“Kim hac yapar da ölümümden sonra kabrimi ziyaret ederse, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur, ona şefaatim vâcip olur.”[8]

“Mescid-i Nebî’de kılınan bir vakit namaz, Mescid-i Haram dışında diğer mescitlerde kılınan bin vakit namaza denktir.”[9] müjdelerine nâil olunan Medîne’ye, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyarete gelindiği zaman, Hak katında kıymeti büyük olan bir peygambere sahip olmanın şükrü edâ edilmeli, bu nîmete eriştiren Cenâb-ı Hakk’a hamd edilmelidir.

Salavât-ı şerîfe ve istiğfara devam etmeli, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Allâh’ın izniyle, her hâlimizden haberdar olduğu bilinmelidir. O’nu sevmedikçe îman etmiş olmayacağımızdan; Efendimiz’in şefaatine ermek, sevgisi ile rızıklanmak, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak ve Sünnet’ine harfiyyen uymak için Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti istenmelidir. Beş vakit namazı, Mescid-i Nebî’de kılmaya gayret edilmelidir.

* * *

Medîne’de edep çok önemlidir. Urfalı şâir Nâbî’nin Medîne’ye yolculuk yaparken Medîne tarafına ayaklarını uzatarak yatan bir kişiyi görüp de şiirinde söylediği gibi:

 

Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.

(Edebi terk etmekten sakın! Zira burası, Allah Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimiz’in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teâlâ’nın nazar kıldığı, Rasûl-i Ekrem’in makâmıdır.)

 

Habîb-i Kibriyâ’nın hâb-gâhıdır fazîlette,

Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.

(Burası, Cenâb-ı Hakk’ın Sevgilisi’nin istirahat ettikleri yerdir. Fazîlet yönünden düşünülürse, Allah Teâlâ’nın arşının en üstündedir.)

 

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil,

Amâdan açtı mevcûdât dü çeşmin tûtiyâdır bu.

(Bu mübârek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar, iki gözünü körlükten açtı.)

 

Felekte mâh-ı nev Bâbü’s-Selâm’ın sîne-çâkidir.

Bunun kandili cevzâ matla-i nûr-i ziyâdır bu.

(Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O’nun nûrundan doğmaktadır.)

 

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyandır bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

(Ey Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası, kudsî ruhların/meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek (eşiğini) öptüğü yerdir.)

* * *

Medîne, âşıklar şehridir. Merhum Mehmed Âkif, Safahat’ında “Necid Çölleri’nden Medîne’ye” başlıklı şiirinde şâhid olduğu bir hadiseyi anlatır:

“Sûdanlı bir peygamber âşığı; âilesi, yurdu derken kavuşmaya can attığı hâlde bir türlü Medîne’ye gelip Peygamber Efendimiz’i ziyaret edemez. Artık hasret dayanılmaz olup yollara düşer. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in imdâdına yetişmesi ile sıcak çöl, serin bir vadiye dönüşmüş ve bu hâl üzere Medine’ye:

“-Yâ Nebî, şu hâlime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;

Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!” diye yanık şiirler söyleyerek ulaşır.

Tek hayali, Peygamber Efendimiz’in kabrine sarılmak iken kabrin etrafının demir parmaklıklarla çevrili olduğunu görünce, kabına sığmayan aşk dolu gönlü buna dayanamaz, parmaklıklara sarılıp:

“Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden;

Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!” diye inleyerek rûhunu teslim eder.

* * *

“-Hacdan memlekete döndükten sonra içimde bir aşk ateşinin yanmakta olduğunu hissettim.” diyerek anlatmaya başlar Ali Ulvi Kurucu Efendi’ye Celal Hoca (Celaleddin Öktem)… “Ömrümde görmediğim bir ateş, gün geçtikçe artıyordu. Memlekette okunan ezanlarda «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullah» cümle-i celîlesini işitince Medîne-i Münevvere gözümün önünde canlanıyor. O mübarek beldenin taşı toprağı gönlümde tütüyor. Yüce Peygamberim sanki bu günahkâr ümmetine iltifat buyurarak «Dergahımızın kapısı açıktır, gel!» diyordu. Mâbud-i bi’l-Hakk’ıma ellerimi açıp, boynumu büküp, yalvarıyordum:

«-Ey benim Allâh’ım! Hâlim Sana mâlum, Yâ Rabbi! Bütün ömrüm gaflet içinde geçti. Huzuruna çıkacak yüzüm yok. Beni kulluğa kabul eyle. Af ve mağfiretine layık kıl. Habîbi’nin civarını nasîb et, yüksek şefaatine nâil eyle. Yanık bir şâirimizim şu beyti o zaman lisân-ı hâlim idi:

«Yâ Rab medet et, derdime dermanımı göster.

Ya canımı al, ya bana cânânımı göster.

Ağlatma beni Yusuf u Ken’ânımı göster.»

Âile efrâdı, eşi, dostu, “Bu memleketin sana ihtiyacı var.” diyerek, Medine’ye yerleşme kararından vaz geçirmek için çok uğraşırlarsa da dinlemez:

“-Bu yolda ölmeye karar verip de maddî kıymetler gönlümden silinip, ne ağır yol masrafları, ne de yolda mâruz kalacağım sıkıntılar gözüme görünmüyordu.”[10] diye anlatır duygularını…

Kızı Ayşe Hümeyra Hanımefendi ile geldiği Medîne’den gördüğü rüya ile ayrılmak zorunda kalsa da, kızı hâlâ Medîne’de yaşamaktadır.

* * *

Medîne ahâlîsine hürmet etmek gerekir. Mecnûn bir köpeğin etrafında saygıyla dönmekte, ona saf gül şerbetleri vermektedir. Bunu gören biri, köpeğin birçok ayıbını sayıp Mecnûn’u kınar. Hazret-i Mevlânâ, burada şöyle bir açıklama getirir:

“Ayıptan anlıyordu, ama gâipten pay almamıştı. Mecnun dedi: «Sen tümüyle dış görünüş ve cisimsin, içine gir de ona benim gözümle bak. Bu sevgilinin çözülmez tılsımıdır. Bu, Leylâ’nın sokağının bekçisidir. Bak, çabasına, yüreğine ve tanıyışına. Nereyi yurt seçip de mesken tutmuş baksana.”[11]

Ecdadımız, bunu bildiği için asırlar geçtiği halde Medîne halkına, “sürre alayları” ile hediyeler göndermiş, o kutlu beldelere hizmet edebilmek için âdeta birbiriyle yarışmıştır.

* * *

Medîne’de kalındığı müddetçe mutlaka ziyaret edilmesi gerekli yerler, sahâbenin hissiyatı ile ziyaret edilmelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret için Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile yola çıktığı zaman, Medîne’ye 5 km. mesafede bulunan Kuba’da 14 gün kalır, cemaatle namaz kılmak üzere ilk mescidi inşa ederler.

Temeli takvâ üzere atılan bu mescide, sadece namaz kılmak niyeti ile gelip “burada iki rekât namaz kılanın bir umre sevabı alacağını” müjdeleyen Peygamber Efendimiz’e ittibâen bu mescidi ziyaret etmek, orada namaz kılmak müstehaptır.

Kuba halkı temiz olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’de övülmüşlerdir. Duâ ederken:

“Yâ Rabbi! Bu mescidin ahâlisini Sen kitabında temizlikleri ile övdün, onları sevdiğini îlan ettin. Maddî ve mânevî temizliğe erişip sevdiğin kulların arasına girmeyi, bizlere de nasîb eyle. Temeli takvâ üzere kurulan bu mescidde, takvâlı kullarından olmayı, her türlü münâfıklık ve fitneden uzak olmayı, Hazret-i İbrahim misâli kalb-i selîm ile huzuruna gelmeyi bizlere nasîb eyle.” diyerek, o mescidde dua edilmelidir.

Hicret esnasında, Kuba’da on dört gün geçirildikten sonra Medîne’ye ulaşmak üzere tekrar yola çıkılır. Ranuna Vadisi’ne gelindiğinde, Peygamber Efendimiz ve yanındakiler, burada misafir olarak kalırlar. Cuma günü öğle namazı vakti girer ve ilk Cuma namazı emredilir. Peygamber Efendimiz, burada ilk Cuma hutbesini okur ve Cuma namazını kıldırır. Buraya Cuma mescidi yapılır. Medîne’de bulunanların burayı da ziyaret etmesi gerekir.

Cennetü’l-Bakî de ziyaret edilmesi gerekli yerlerdendir. Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde doğu tarafındaki bu kabristanda Hazret-i Hatice ve Hazret-i Meymûne Vâlidelerimiz hâriç, Peygamber Efendimiz’in bütün hanımları medfundur. Hazret-i Fâtıma dâhil, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızları ve oğlu İbrahim burada medfundur. Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas ve halası Hazret-i Safiye burada medfun olup, Ehl-i Beyt’ten Efendimizin pek çok torunu burada bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz’in “ikinci annem” dediği Hazret-i Ali’nin annesi Fâtıma binti Esed de bu kabristandadır. Rabbim şefaatlerine nâil etsin ümmet-i Muhammed’i…

Yağmur duâsına çıkan Efendimiz’i gölgeleyen buluta istinâden yapılan “Ğamame (Bulut) Mescidi”… Peygamber Efendimiz’e, Cebrail -aleyhisselâm-’ın müjde verdiği:

“Allah; «Bana kim salât ederse, Ben de ona salât ederim. Kim selâm verirse, Ben de selâm veririm.» buyuruyor. Ben de Allâh’a şükür secdesi yaptım.”[12] buyurduğu yerde yapılan ve “Secde Mescidi” de denilen “Ebû Zer Mescidi” ile Medîne’nin 5 km. kuzeyinde Uhud Savaşı’nda şehid düşen 70 sahâbenin kabirlerinin bulunduğu Uhud Şehidliği de ziyaret edilmesi gerekli yerlerdendir.

Peygamber Efendimiz, özellikle amcası Hazret-i Hamza, Abdullah bin Cahş, Mus’ab bin Umeyr’in medfun oldukları Uhud şehitliğini her hafta ziyaret eder, onlara duâ ederdi.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde:

“Bu sahra, baştanbaşa sahâbe kanı ile sulanmıştır. Âdâb ile ziyaret etmek gerekir. Zira bu ovaya «şühedâ tarlası» derler.” diyerek anlatır Uhud ve civarını...[13]

Şaban ayının 15. günü, öğle namazı esnasında kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Haram’a çevrildiği “Kıbleteyn Mescidi” de ziyaret edilecek yerler arasındadır.

Hendek savaşının yapıldığı “Yedi Mescidler”, hele ki Hendek savaşında Peygamber Efendimiz’in üst üste üç gün duâ ettiği, duâsının kabul edilip de müşrik ordusunun darmadağın edildiği Sel’ Dağı’nın kenarında bulunan “Fetih Mescidi” mutlaka ziyaret edilmesi gereken mekânlardandır.

Birinci Dünya Savaşı’nda, iki yıl yedi ay boyunca İngilizlere karşı, Hicaz Kuvve-i Seferiyesi komutanı Fahrettin Paşa ve askerlerinin aç kalıp çekirge yeme pahasına Medîne’yi kahramanca savunmalarını, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimî bağlılıklarını, ihlâslarını, İdris Sabih Bey bir şiirle dile getirmiş, Ravzâ-yı Mutahhara’ya gidip Fahr-i Kâinât Efendimiz’e arz etmiştir:

 

“Bir Ülü’l-emr idin emrine girdik.

Ezelden bey’atli hâkânımızsın.

Az idik sayende murâda erdik.

Dünya ve âhiret sultânımızsın.” diye başladığı şiirini şöyle devam ettirir:

 

“Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz.

Can verir canânı veremez Türkler.

Ebedî hâdimü’l-Harameyniniz.

Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.”

Paşa’nın birliğindeki Hilâl-i Ahmer (Kızılay) gönüllüsü Feridun Kandemir, şahitlik ettiği bu dramı tarihe şöyle not düşer:

“Kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış askerlerin, birbirlerine sokulup yardım ederek hâlsiz, mecâlsiz bir durumda, son defa Haremü’ş-Şerif’i ziyaretle Ravza’ya yüzlerini sürerek duâlar ede ede yaptıkları vedâ, görülecek şeydi.”

* * *

Millet olarak Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, mukaddes Medîne beldesine, Sahâbe-i Güzîn Efendilerimize, ecdâdımızla aynı duyguları hissettiğimizi îlân ederiz. Aşk ve minnettarlığımızı âcizâne ifade eden;

“Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.” sözünü tekrar edip, son nefesimizi Mescid-i Nebî’de secdede vererek Cennetü’l-Bakî’ye, Rasûlullah âşıklarının arasına defnedilmeyi, Rabbimiz’den hasretle temennî ederiz.

Efendimiz’in beldesine kıymetini bilerek tekrâren gitmeyi de bütün kalbimizle arzu ederiz. Kabul buyur, yâ Rabbi!

 

[1] Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, I, 88.

[2] Buharî, Fedâilü’l-Medîne, 2; Müslim, Hac, 448.

[3] Müslim, Hac, 454/1360; 475/1374.

[4] Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, VI, sh. 891.

[5] Buharî, Fedâilü’l-Medîne, 9.

[6] Buharî, Fedâilü’l-Medîne, 12; Merdâ, 22, Deavât, 43.

[7] Müslim, 459/1363, Beyhakî, 9661, Begavî VI, 309.

[8] Beyhakî, V, 402, 403.

[9] Müslim, Hac, 511/1397.

[10] Hüseyin Yorulmaz, Bir Neslin Öncüsü Celal Hoca.

[11] Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî, III, 570. beyt.

[12] Kütüb-i Sitte, VI, sh. 138.

[13] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, sh. 722.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle