Ramazan Denince

Ramazan denince hepimizin yüreğinde bambaşka duygular uyanır. Kimi çok eskilerde kalmış bir hâtıra canlanır gözümüzde… Kimi annelerimizin yaptığı yemeklerin sıcacık buğusu sarar içimizi… Kimi orucun lütfettiği mânevî, derin bir haz… Ramazan ve bereket… Bir ay boyunca bu iki dostun hikâyelerini dinler dururuz.

Kimi sevdiklerimizle yaptığımız hoş sohbetleri anımsar, kimi ise, pencerenin önünde semayı seyrederken, mahyaların «elveda ya şehr-i Ramazan» diye içimize fısıldadığı hüznü hatırlarız, avuçlarımıza dolan gözyaşlarımızı…

Bir devran, kimi zaman arayışlarımıza yol gösteren bir mîlad, dönüm noktasıdır Ramazan… Bir hayat tarzı koyar aslında önümüze… Zevk ve neşenin, hüzün ve ve gözyaşının birleşerek bir buhur misali, akşam ezânlarına karıştığı bir arınma ânı… Şükür ve paylaşmanın gönül semâlarımıza mahya olup asıldığı bir aşk mektebidir Ramazan…

Mânâyı bitirip tüketen materyalist dünyanın donuk gözlerine inat, yüzündeki çilleriyle barışık, ışık dolu bakışlarıyla hayata gülümseyen, tertemiz, mâsum bir çocuk… Belki de beton dünyaların en fazla tüketemediğidir Ramazan…

Şimdi otursak sizinle, “Ramazan” deyip daha uzun uzadıya neler söyleriz kimbilir? Hele bir de yanımızda dedelerimiz, ninelerimiz olmaya görsün?!. Asıl onlarla yapılır gerçek Ramazan sohbetleri..

“-Ahhh! Nerde o eski Ramazanlar!..” diye başlayan bir sohbetle sabahlarız.

Hele dedenizin sürekli anlattığı -ve ninenizin defalarca dinlemek zorunda kaldığı bir askerlik hatıraları vardır, bir de Ramazanlar…

Her şey bir yana…

Biz bu yazımızda daha da eskilere gideceğiz sizlerle… Ruhlarındaki inceliği Ramazanla coşturan, incelikleriyle Ramazan’ı daha da bir anlamlandıran… Ramazanla yeniden anlam kazanan güzel insanların yaşadığı dönemlere… Osmanlı’daki Ramazan günlerine…

 

RAMAZAN GELDİ…

Bütün İslâm dünyasında olduğu gibi, Osmanlı’da da Ramazan ayına çok önem verilirdi. Ramazana bir-iki ay kala, her evde hazırlık ve tedarikin yanında, bayram havası eşliğinde tatlı bir telaş başlardı. İftarın önemli özelliği olan “iftariyelikler” hiç üşenilmez, İstanbul’da belirli yerlerden alınırdı. Meselâ peynir çeşitleri bir yerden alınırken, zeytin çeşitleri bazen tamamen aksi bir istikametteki zeytinleriyle ünlü bir dükkândan temin edilirdi. Pek tabiî bu iş erkekler tarafından yerine getirildi. Çarşı pazarlarda bakkallar, demet demet renkli bağlara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar, şekerci dükkânlarında türlü reçel nümuneleri birer ufak tabak içine konur, dükkânlar envâi şerbetlik şekerlerini, haması denen şerbetliklerle sunardı.

Hânedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Hanımlar, Ramazan’da giymek için kendilerine ve yardımcılarına elbiseler yaptırır, hatta bazıları oda döşemelerini dahî yeniletirdi.

Sarayın da Ramazan hassasiyeti noktasında çalışmaları vardı. Şaban ayı itibariyle «Ramazan Tembihnâmeleri» adı altında bir dizi emir yayınlanırdı. Bu tembihnâmelerde, halka ibadetler husûsundaki hassasiyetler hatırlatılır, imam ve vâizler câmilerde, bekçiler ve tellallar mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda devletin Ramazan tenbihleri duyurulurdu.

Aynı zamanda birilerinin Ramazan’ı fırsat bilerek yiyecek fiyatlarını arttırmasına mâni olacak tedbirler alınır, denetlemeler yapılırdı. Yiyeceklerin fiyatı, özellikle unlu mâmullerin gramajları ve içlerine nelerin konulacağı devlet tarafından îlân edilir ve emirlere uyulup uyulmadığı sıkı sıkı takip edilirdi.

 Tenbihnâmelerde, sokak ortasında bir şey yenilip içilmemesi de üzerinde ehemmiyetle durulan konulardandı. Oruç tutmakla mükellef olmayan hâmile kadınlar ile yolcuların da oruç zamanlarında alenen yiyip içmeleri yasaktı

Ramazan’ın gelişi, bütün bir halk tarafından heyecanla beklenirdi. Rumeli’den Arabistan çöllerine kadar uzanan imparatorlukta, Ramazan’ın geliş günü, şehrin bulunduğu boylama göre değişirdi. Bu yüzden çevresindeki tepelere akşamüstü tırmanıp,  hilâlin ufukta boy göstermesini bekleyenlerin sayısı çoğalırdı. Ne zaman iki şâhit koşarak gelir ve yetkilinin karşısında, ilk hilâli gördüklerini yeminle belgelerse, o akşam Ramazan topları atılırdı.

Topu duyan ev hanımları mutfağa koşar, ilk sahur hazırlıklarına koyulur, sokaklarda bekçi davulları gümbürdemeye başlar, peşlerine takılan her boydan çocuk:

“-Ramazan geldi, hoş geldi!..” çığlıklarıyla etrafı çınlatırdı.

O günden sonra bir ay tüm okullar, devlet daireleri, çarşılar, güneş tepeye dikilinceye kadar sessiz bir uykuya gömülür, ancak öğle ezanından sonra kıpırdamaya başlardı. Belki de şöyle demeli, eski toplumumuz gece hayatı (ibadetleri dışında) nedir bilmezdi. Normal şartlarda hava karardıktan sonra bütün sokaklardan el ayak çekilir, şehri derin bir sessizlik kuşatırdı. Bekçilerin değnek ya da düdük sesleri, köpek havlamaları, yer yer telaşlı sesleri o kadar…

Bu hayat tarzı, Ramazan hilâli görülür görülmez tersine döner; halk, geceleri sokaklara dökülürdü. Kahvehâneler dükkanlar, zaman zaman devlet dâireleri sahura kadar açık bulundurulur; sokaklar kandil, fener ve fanuslarla aydınlatılır, kandil ve mahyalarla donatılan minareler geceleri bir şehrâyine dönüştürürdü. Böylece on bir ay boyunca son derece yavaş ritimle yaşanan hayat, birden bambaşka bir canlılık ve renklilik kazanırdı.

Hâsılı o günler için, geceyle gündüzün yer değiştirmesi gibi hârikulâde bir hadiseydi Ramazan…

 

 SAHUR YEMEĞİ

Ramazan’ın ilk gecesindeki sahur yemeği çok önemliydi. Çocukların bile bu mânevî havadan tat almaları için Ramazan davuluna eşlik eden manilerle tatlı uykularından uyandırılır, sahura kaldırılırdı. Sahurda yenen yemekler, iftarda yenen yemeklere oranla da basitti. Anadolu’da, Rumeli’de sahur yemeklerinde ekserî gözleme, börek yerlerdi. Kadınlar gece hamur yoğurur; gözlemeleri, börekleri sofraya taze taze getirirlerdi.

İstanbul’da ise, sahurda pek börek yenilmezdi. Sahur sofralarına kazandibi çöreklerle, kaşar peyniri, gerdan ve dil söğüşü konurdu. Bir akşam pilav, bir akşam taygan denilen makarna pişerdi. Herkes birer kâse yoğurt, birer kâse hoşafla pilavı veya makarnayı yedikten sonra ağzını çalkalayıp niyet etmeden evvel bir kâse hoşaf daha içerdi.

 Sahur yemeğinden sonra sabah namazına kadar hatim okunur, sabah ezânı okununca da namazlar kılınıp yatılırdı. Her şey bir yana, orucun dâvetine kulak verilir, onun o lâhûtî ikliminden istifadeye çalışılırdı.

 

İFTARA DOĞRU…

Gün ilerlemiştir. Ancak bütün bir halk, bir ibadet heyecanı içinde sabırla, hiç şikâyet etmeden ibadetini hakkıyla îfâ etme gayretindedir.

Avrupalı seyyahlardan Edmando dé Amıcıs bu hâle şaşkınlığını gizleyemeyerek şöyle bir misal verir.

“Sandalcıları güneşin batışından birkaç dakika önce seyretmeye gitmelisiniz. Dinlenenleri, kürek çekenleri, hemen oracıktakileri, uzaklaşmış olanları sayınca bin civarında sandalcı görürsünüz. Şafaktan beri hiçbir şey yememişlerdir. Yorgunluktan ölürler. Ama ağızlarına asla iftardan önce bir şey sürmezler. Birkaç defa Haliç’in içerlek bir köşesinde bizi götüren sandalcıları yemek yemeye davet ettik; güneşi korkulu gözlerle işaret ederek daima «Yok yok!..» diye cevap verdiler.”

Gün boyu iftar hazırlığı yapılır, ama hiçbir yiyecek ağza götürülmez, açlığa rağmen oruçluyu doyuracak olmanın ecir ve hazzını yaşanırdı.

Evin hanımı için Ramazan’ın ilk günü büyük sınav anlamına gelirdi. İftariyeliklerle süslenmiş sofra başında, misafirlerle birlikte topun sesini ve câmilerin kandillerini gözleyen çocuk çığlıklarıyla karışırdı ezân sesleri... Oruçlar açılmadan evvel duâ edilir, sonra ikram edilen iftariyeliklerden alınırdı. İftariyelikler arasında, Mekke’den getirtilen Zemzem ve Medine hurması olmasına önem verilirdi. Çerezler, gülden kayısıya, çilekten ahududuya kadar çeşitli reçeller, tulumdan örgüye, beyaz peynirden kaşar peynirine kadar peynir çeşitleri, pastırmalar, zeytinler, börekler, kaymak, bal, tereyağı… açılan orucun ilk yiyecekleri olurdu.

Daha sonra kısa bir ara verilir, sağlıklı yemeğe özellikle dikkat edildiğinden bir anda çok fazla yemek yenilmezdi. Bu esnada hâne halkı topluca namaz kılmaya kalkar, namazdan sonra evin hanımı asıl müthiş lezzetleri sofraya dizmeye başlardı. Tarhana, şehriye, düğün çorbası... Ardından Ramazan’ın vazgeçilmez yemeği olan pastırmalı yumurta, kapalı, kalaylı sahanlar içinde takdim edilirdi. Yanında mutlaka Ramazan pidesi olurdu.

Sonraki yemekler; etinden sebzesine, pilavından böreğine ev sahibinin gücüne göre sıralanırdı. Ancak bu kadar çeşit, davetlilerin kendi faklı damak zevklerine hitap etmek, böylece her gelen misafirin doyurulmasını sağlamak içindi. Bütün bunlar yenilirken ne içilirdi diye sorabilirsiniz, tabiî ki şerbet. Bu şerbetler içinde en sevileni de kuşburnundan yapılanı olurdu. Sahurda içilen şerbetin gün boyu susamayı engellediğine inanılırdı. Şerbeti elmasiye, muhallebi, güllaç gibi hafif sütlü tatlılar takip ederdi

Bütün ileri gelenlerin (eşrâfın) konakları herkese açılır, halk dâvet beklemeden zengin sofralarına koşup  orucunu nefis yemeklerle açabilirdi. Üstelik bir de «diş kirası» alırdı. Diş kirası, bir bakıma, “Lutfedip iftarda fakir soframızı şereflendirdiniz, yoruldunuz, yorgunluğunuzun karşılığı olarak lütfen hediyemizi kabul ediniz!..” mânâsına gelirdi.

Sarayda da Ramazanlar çok güzel geçerdi. Bir hafta evvelden hazırlık başlardı. Temizlik yapılır, kiler-i hümayundan (saray mutfağından) bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariyeler gelirdi.

Ramazan’ın ilk gecesi, bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, seccadeler yayılır, Harem ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli müezzin gelirdi. Yatsı namazı vakti olunca çifte ezân okurlardı. Misafirler ağır ağır kollarını sıvayarak abdest almaya başlarlar, müezzinler arka safta cemaatin hazırlanmasına nezaret ederler, saflar yavaş yavaş dizilir; ilahiler okunarak namaz kılınırdı.

Gece kapılar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya kadar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir vaaz verirdi. Akşam, topla beraber zemzem-i şerifle oruçlar açılır, iftar takımları hazırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi. Haremin saray dairesi, Ramazan’da âdeta câmi hâline gelir, herkes ibadetle vakit geçirirdi.

Sarayda yapılan «huzur dersleri»ni de unutmamak lazım. Padişahın huzurunda yapıldığı için bu ismi almış olan bu dersler, normal zamanlarda haftada iki kez yapılırken Ramazanlarda sekiz defa yapılırdı. Mukarrir ve muhatap efendilere kendilerine mahsus mevkide minberlere otururlardı.

Mukarrir; Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmekle vazifeli müderristir. Derse önce mukarrir efendi başlayarak herhangi bir âyeti tefsir eder, bunun üzerine muhatap efendiler sual sorar, o cavap verir, ders bir münazara şeklini alırdı. Böylece hem ilmen, hem de mânen istifâde edilirdi.

 

HUZURUN DOLUP TAŞTIĞI VAKİTLER…

Ramazan’ın gelişiyle sokaklar bir anda şenleniverirdi. Hele ki, İstanbul sokakları daha bayram gelmeden bayram yerine dönerdi. İstanbul Ramazanlarında Direklerarası ve Şehzadebaşı’nın büyük önemi vardı. İftardan sonra Veznecilerden Saraçhâne’ye kadar uzanan bir miting manzarası görülürdü. Minarelere mahyalar asılırken çayhânelerden lambalar sokaklara kadar taşardı. Mahyalar demişken… Öyle bahsedip geçivermek olmaz

 

VE MAHYALAR..

Her sene Ramazan yaklaşınca Vakıflar İdâresi, câmilere kandil yağları, balmumları dağıtır. On beş gün kala, yani Berat Gecesi’nin ertesi günü, çifte minarelere mahyalar çekilirdi. Çifte minarelere «selâtin câmileri» denilir ki, mahyalar bu çifte minârelerin aralarına kurulurdu.

İlk mahya I. Ahmed zamanında 1617’de Sultanahmed Camii’ne kurulmuştur.

İslâm’ı ve O’nun tatbikatını bediî bir şekle dönüştürmekte pek mahir olan Osmanlı, mahyalarıyla da hayranlık uyandırmıştır. Tahsin Öz’ün anlatımıyla bir ecnebî seyyahı bu konuda şunları söylemiştir.

“Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya layık Türklerin, hiçbir medenî eseri olmasa bile yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler arasına yazı yazmayı akıl edişleri ve bunda muvaffak olmaları onların medeniyette ne kadar ileri olduklarının bir ifadesidir.”

Ne diyelim..Takdir sizin..

* * *

Semadaki yıldızlara mahyalar tebessüm ederken, onlara sokaklarda eşlik eden başka bir yoldaş daha vardır: Fenerler.

Mâlum... Geceleri normal zamanlarda çarşı-pazar açık olmadığı için Ramazan’la beraber her yer fenerle dolardı. Bir de «Hayâlî Fenerler» vardı. Bu fener, su kovası şeklinde ve o büyüklükte bir kağıttan yapılır, çevresine tuhaf tuhaf şekiller resimler yapılırdı. İçine mum dikilir; dükkanlara, münasip mahallere asılırdı. Bu fener daima döner, döndükçe resimler değişirdi.

Ramazan geceleri herkese bir fener lâzımdır hâsılı..Tabiî mahallenin muzır çocukları bırakırsa… “Fener kapmak” dedikleri bir oyunları vardır bunların… Pusu kurup “portakal” diye bir işaretle yerinden fırlayıveren veren çocuklara kurban giden fenerler…

Hâsılı her şey, bir renk, bir tatlılıktır Ramazanla…

 

GÖNLÜME HUZUR SALAN..BİRKAÇ LATİF KELAM..

Gönülleri şâd olsun, ecdâd her şeyi yerli yerince yaşayan, latifeyi de seven kimselerdi. Ancak «Latîfe, latîf gerektir» ya… Mesele, nükte ve incelikti.

Hepimiz duymuşuzdur. Şark’a ait çok bilinen ve Ramazanların vazgeçilmez nüktedanları vardır. Bunlardan biri ise meddahlardır. Meddah, medheden demektir. Hakîkatte hikaye anlatan ve lehçe taklitleri yapan sanatkardır. Yüksekçe bir yer hazırlanacak, bu kürsünün üzerine bir sürahi ve bardak konacak, meddah makamına geçip konuşacak amma… Meddah, her şeyden evvel güzel konuşmasını bilecek, kelimeleri tane tane söyleyerek dinleyenleri yalnız anlattığı fıkralarla meşgul edecektir. Tek başına bir oyun olan meddah, bugünün stand-up şovlarıyla karşılaştırılacak olursa, edep, incelik, zerafet ve mizah anlayışımızdan neler neler kaybettiğimiz, çok açık bir farkla görülecektir. Zevklerimizi yitirmek, ne hazin bir neticedir.

Bir de “orta oyunu” ile “Hacivat-Karagöz oyunları” vardır. Bunlar da ince mizah anlayışının farklı örnekleridir.

Ancak hepsinden öte, bir zamanların kültür ve sanat ocakları olan Semâî Kahvehânelerini unutmamak lâzım… Halk edebiyatının mühim örneklerinden biri olan “semâî” okumalarından dolayı bu adı almış olan semâî kahvehânelerinin en mühim özelliklerinden biri de sadece Ramazan ayına has oluşlarıydı. Gündelik hayatın temel sanat ve eğlence kurumları arasında ön safta yer alan ve özellikle avam halkın gelenekle yoğrulmuş hoşça vakit geçirme ihtiyacına cevap veren semâî kahvehaneleri, kendine özgü bir edebiyatın gelişmesine zemin hazırlamış ve bu mekânlar, dönemin yapısına uygun olarak halk arasında oldukça ün salmış mânî, semâî, koşma ve destan okuma ustaları yetiştirmiştir.

Semâî kahvehânelerinin programında yer alan en orijinal ve heyecanlı bölümlerden biri de muammâ çözmekti. Çözülmesi istenen muammâlar (bilmeceler) manzum olarak yazılıp süslü bir çerçeve ile kahve duvarına asılır, çözülene kadar orada kalırdı. Eğer Ramazan sonuna kadar çözülemezse, bunu asan âşık tarafından cevaplandırılıp konulan mükafat alınırdı. Fakat sadece bu muammâyı çözmek yeterli olmaz, aynı zamanda bunu yazan şâiri de bir şiirle mat etmek gerekirdi.

Semâî kahvehâneleri en parlak dönemini Sultan II. Abdülhamid Han zamanında yaşamış, I. Dünya Savaşı sonrası birçok güzel gelenek gibi sırra kadem basmıştır.

 

YÜREĞİNİ BÖLÜŞMEKTİR RAMAZAN

Ramazanla beraber paylaşma daha bir artar, muhtaçlara daha fazla titizlik gösterilirdi. Hâli vakti yerinde olanlar, muhtaç ve fakirlere Ramazan’dan evvel ihtiyaçlarını karşılardı. Gönlü ganî olanlar iftarlık reçelinden kavurmasına kadar yardımda bulunur, muhtaçların gönüllerini alırlardı.

Fakir, kimsesiz, elden ayaktan düşkün, câmi odalarında yatıp kalkan bekârlara, mahallenin hâli vakti yerinde olanları, önceden aralarında anlaşırlar ve mahalle bekçisini para ile tutarak, bu gibi kimsesizlere her akşam başka bir evden, bir tepsi iftarlıkla bir tas çorba, iki sahan yemek gönderirlerdi. Geceleri sahur yemeğini, davula çıkan bekçi, dönüşte sıra hangi evde ise uğrar, erzakları alır, ertesi gün ise boş kapları getirirdi.

Osmanlı’nın muhtacı gözetme hususundaki hâline şu hadise ne güzel bir örnektir.

Ramazan günlerinde çoğunlukla kılık kıyafet değiştirmiş zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalara gider; bakkal, manav dükkanlarına girerler, tenha zamanları seçerek sorarlarmış:

“-Zimem defteriniz (mahalle sâkinlerine ait veresiye defteri) var mı?”

Esnaf bu defteri çıkarınca şöyle dermiş;

“-Lütfen baştan, sondan veya ortadan -söyleyenin tercihine göre- şu kadar sahifenin yekûnunu yapınız!..” der.

Yekûn kendisine söylenince:

“-Silin borçlarını… Allah kabul etsin!..” der, çeker gidermiş.

Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezmiş. O günkülerin söyleyişi ile «rıza-yı ilâhî, emr-i celîlini îfâ için!..»

 

ELVEDÂ, YA ŞEHR-İ RAMAZAN

Ramazan’ın onbeşinden sonra tatlı bir hüzün yaşanırdı. Mahyalar «Elveda Ya Şehr-i Ramazan» yazdı mı insanlar:

“-İki gözüm Ramazan işte geldi geçiyor!..” diye kederli kederli söylenirlerdi. Ramazan’ın son gecesi sokaklar ve camiler birden tenhalaşır, insanlar kendilerini tuhaf bir boşluk içinde hissederlerdi. Bayram namazı yoğun bir biçimde yaşanan dînî hayatın bir çeşit «hatimesi»ydi. Aslında yeme-içme ve sevinç günleri olan bayrama hüzünle girilirdi.

Bayram âdeta o büyüleyici Ramazan günlerinden sonra diğer günlerin rutinliğine yumuşak bir geçiş sağlayan üç güzel gündü. Üçüncü günün sonunda, insanlar şafağın ilk ışıklarıyla başlayan ve karanlık bastırınca sona eren günlere hülyalı, sessiz ve sırlı gecelere hazırlanmış olurlardı.

* * *

Ramazan… Yağmur sonrası gelen bir gökkuşağı gönül vadilerimize… Rengarenk, doyumsuz bir manzara yüreğimize sunulan… Kısa, fakat anlamlı, bizi çepeçevre kuşatan, belki de hayal âleminin en umulmaz, beklenmedik kesitlerini hayatımızın bir anda tam ortasında bulduğumuz anlardır Ramazan..

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle