Edep ve hayâ bahsi geçince, yaz tatillerinde gittiğim köyümü ve rahmetli babaannemi hatırlarım. Her ne kadar müslüman bir anne-baba elinde büyümüş olup birçok güzellikleri doğuştan öğrensek de, babaannemin kısık sesi, mütebessim çehresi ve başından hiç çıkmadığı gibi çenesini dahî göstermeyen beyaz örtüsü, edep ve hayânın ete kemiğe bürünmüş şekli gibi gelir bana…
Allah rahmetiyle muâmele etsin, şimdilerde hatırlayarak en fazla takdir ettiğim yönü, gerek zor hayat şartlarına, gerekse çok zor nefes alıp verdiği ilerlemiş astım hastalığına rağmen, tek kelime şikâyet ve sitem etmeden, ince ince terleyerek gece geç vakitlere kadar çalışmasıydı. Çalışma derken günümüz düzenli daireleri, kaloriferli, konforlu, yalnızca ev içinde yapılan işler değildi onlar… Babaannem, çeşmeden sürekli su taşımamızın yanında; sabah-akşam kocaman ibriklerle kendisi de su taşıyan, gün aşırı, geceden ekmeğini yapan, eve gelen misafirlerden başka evin altında yaşayan hayvanların bakımını ihmal etmeyen, bahçe ekip diken insandı. Bütün bunların yanında ise, nâfile namazlarını, Kur’ân-ı Kerîm’ini ve virdlerini hiç aksatmazdı. Küçücük odada dedemin ve babaannemin seccadesi ve rahlesinin yeri değişmezdi. Evin hiç eksik olmayan misafirlerinin ise, yalnızca mideleri değil; güzel sohbetler, faydalı nasihatlerle kalpleri ve gönülleri de doyurulurdu.
Her akşam, akşam yemeğinden sonra muhakkak misafir gelirdi. Hâl-hatır konuşmasından sonra, mûtâd olarak dedem Osmanlıca kitaplardan sohbet yapar; çay içilip yer sofrasında meyve yenilirdi. Babaannem, sohbetten sıkılıp uyumak istediğimiz zamanlar mısır patlatacağını vaat ederek sohbeti dinlememizi isterdi. Zaten çocuklar için rahmetli babaannemin cebinden şeker ve gofret hiç eksik olmazdı. Ama bunlardan daha tatlı olan hikâye ve tekerlemeleri idi. Özellikle yatarken anlattığı hikâyelerin bitmesini hiç istemezdik. Birçok zaman kendi çocukluğunu anlatırken eskilere dalar gider, gözleri sulanır; biz uyarınca ise, bizleri kucaklayarak tekrar devam ederdi.
Babaannem, günümüzde toplum olarak en fazla ihtiyacımız olan fıtrat özelliğimiz üzerinde çok dururdu. Erkeğin yaratılıştan gelen bir üstünlüğü olduğunu, kadının ise evin süsü ve ziyneti olarak saflığını bozmayıp kocasına her hâlükârda itaatkâr olması gerektiğini anlatırdı. Tenekelerin sokaklarda rastgele çok fazla bulunduğunu, altınların ise sarraflarda özel kutular içinde saklandığını bildirir; ihtiyaç olmadan dışarı çıkmamızı istemezdi. Kadının, kadınlık fıtratı gereği, kendini gizlemesini/örtünmesini öğütler, örtünmenin ise yalnızca beden olarak değil; ses, söz, hâl-hareket, davranış olarak tamamını kapsadığını bildirirdi. Sık sık, -sonradan âyet-i kerîme olduğunu öğrendiğim-; “Yürüyüşünüzde ağır başlı olun, seslerinizi yükseltmeyin; zira seslerin en çirkini eşek sesidir.” (Lokman, 19) nasihatini yapardı.
Babaannemin büyük beyaz örtüsü, dâima çenesinde durur; eve gelen erkek, akraba dahî olsa, muhakkak ağzını kapatırdı. Zaten dedemin yanında ihtiyaç olmadıkça konuşmaz, fakat birbirlerinin hâl dillerinden anlarlardı. Tatilde yeğenlerimle buluşup bolca oynamak düşüncesiyle gürültü yaptığımız anlarda, yanımıza kadar yaklaşıp sessizce;
“Edeptir kişinin dâim libâsı
Edepsiz insan üryâna benzer…” sözü, bize en büyük ders olurdu.
Sofraya oturup kalkışımızda, yer yataklarında hep birlikte yatıp kalkışımızda babaannemin nasihatleri gönüllerimize işlerdi. Yer sofralarında, üç-dört sofra olduğumuz günlerde dahî tek yüksek ses çıkmaz, babaannem her birimizin ihtiyacıyla yakından ilgilenirdi. Zaten günde birkaç kez duyarak ezberlediğimiz;
“Edeple oturup edeple yatın. Siz Allâh’ı görmeseniz de Allah sizi sürekli görüyor, dinliyor.” sözü, hepimizde otokontrol sağlardı.
Edep ve hayâdaki huzur hâli, sanki bütün köyü sarmıştı. Köy sokakları dar ve engebeli olduğu hâlde köyün tamamında bir sükûnet ve huzur vardı. Tatlı su çeşmesinin başı ve kahvehânenin önü hiç boş kalmamasına rağmen, hiçbir karışıklık ve kargaşa yaşanmazdı. Babaannem, ayaklarından çok rahatsız olduğu hâlde, yolu kısaltmak uğruna dahî kahvehânenin önünden hiç geçmez, daima arkasından dolaşırdı.
Çeşmenin başında olan kimse ise, yaşlı-genç herkesin suyunu doldurur, hâlini hatırını sorardı. Birçok zaman, komşuların ibrikleri öncelikle taşınır, sanki herkes birbirine ikram ve iyilik yapmak için yarışırdı. Defalarca gittiğim çeşme başında, değil tartışmak, gönül kırıcı, kahır ve sitem ihtivâ eden hiçbir söz ve davranış yaşanmamıştı.
Elbette babaannemin de üzgün olduğu, acı çektiği; dedemin kendisini üzdüğü günler olurdu. Ama her seferinde sesli sesli istiğfâr çeker, bu üzüntüsünün bir hatâsı sebebiyle olabileceğini söylerdi. Bazen de kendi kendine:
“-Âhirete azık nasıl birikecek?! İşte bunlara sabrede sabrede birikecek!.. Beterinden sakla Allâh’ım…” diyerek duâ ederdi.
Torunlarının her biriyle ayrı ayrı ilgilenir, ayrı ayrı duâlar ederdi. Tedavî için hastahâneye yattığı günlerde ise bana, çok okuyup insanlara faydalı olmamı tavsiye etmişti.
Arkasından da bol bol okuyup duâ ettiğim ve kendisinden çok şey öğrendiğim babaannemin tavsiyesine uyup okumaya devam ediyorum.
Rabbim merhametiyle kuşatsın. Taksîrâtını affetsin, güzel babaanneciğimin… Âmin.
YORUMLAR