Günde beş vakit tekrar eder, duâ ederiz ezanın ardından:
“Ey bu tam davetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allâh’ım! Muhammed’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vesîleyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver, O’nu kendisine vaad ettiğin Makâm-ı Mahmûd’a ulaştır.” Âmin!
Bir nevî bizim âhiret sigortamızdır, bu ezan duâsı… Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, “Ümmetim, ümmetim!” niyazlarını, Bilâl-i Habeşî’yi, ilk ezanı hatırlarız… Kurak gönüllerimizde bir şefaat ümidi, dillerimizde şefaat duâsı vardır…
“Sultanlar Sultânına,
Ol Şefaat-kânına,
Dertliler dermanına,
Kavuştur Rabbim bizi
Dünyada Ravza’sına,
Ukbâda rızâsına
Cennette safâsına
Kavuştur Mevlâm bizi”
der dururuz. Şefaate erme ümidimiz, hep tazedir. Aklımız, mantığımız şefaati reddetmez, sorgulamaz; yüreklerimiz, amellerimizin güvencesiyle değil, şefaat ümidiyle çarpar.
RAHMETE’L-LİL ÂLEMÎN’SİN
HEM ŞEFÎA’L-MÜZNİBÎN…
Son zamanlarda kimi basın-yayın kanallarının da “yoğun” çabalarıyla; eli kalem tutan, iki lâfı bir araya getirebilen, tartışma üretmeye elverişli kimi insanlar, ekranlara çıkıp Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hadislerin sahihliği, Sünnet, Kur’ân Müslümanlığı vb. hususlarda ileri geri konuşup durmaktadırlar. En son, “deve idrarı” provakasyonunda görüldüğü üzere, bunlar hangi maksada hizmet ettiği belli olan kısır tartışmalardır. Bunlar, mâlumunuzdur ki, İslâm’ı ifsâd etme, işi sulandırma, egoya, popülerizme yatırım yapma amacı gütmekte olup maksatlı yapılan faaliyetler cümlesindendir.
Tartışılan bu konulardan bir tanesi de Peygamber Efendimizin ve diğer büyük zâtların şefaat etme meselesidir. Şefaat konusu, Kur’ân ve hadislerde açıkça işlenen, İslâm ümmetinin asırlardır üzerinde hemfikir olduğu bir husustur. Zaman zaman şefaat konusunda aşırı giden grup ve kimseler çıkmış, ancak gerek bunlar ve gerekse şefaati tamamen reddeden çok küçük bir zümre; Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından hep îtidâl ve istikamete davet edilmiştir. Günümüzde bu meseleyi tekrar tekrar ve sulandırarak gündeme getirmek; İslâm inancının doğru esaslar üzerinde anlaşılmasından ziyade, en azından sun’î bir gündem oluşturmak gibi menfî bir gayeye hizmet etmektedir. Biz de bu yazımızda olabildiği kadar meseleyi Kur’ân ve hadis çerçevesinde hülâsâ etmeye çalıştık.
Şefaat Nedir?
«Şef’» kelimesi, sözlükte tek olanın zıddı, yani “çift olmak” anlamına gelir. Bir insanın bir başkasından kendisi dışındaki birine faydalı olmasını veya ondan bir zararı uzaklaştırmasını istemesidir. Yardım etmek, bir başkasından yardım ve aracılık yapmasını istemektir.
Şefaat; terim olarak ise, âhiret gününde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, diğer peygamberlerin ve kendilerine izin verilen sâlih kimselerin mü’minlerin bağışlanmaları için Allah katında duâ ve niyazda bulunmalarıdır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her peygamberin kendisine has ve kabul olunan bir duâsının bulunduğunu, kendisinin de bu duâsını âhirette ümmetine şefaat etmek için ayırdığını bildirmiştir. Kıyamet günü hesabın başlamasını uzun süre bekleyen insanlar sırasıyla Hazret-i Âdem, Hazret-i Nuh, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimüsselâm- gibi peygamberlerden şefaat ve yardım talebinde bulunacaklardır. Lâkin o günün dehşetinden dolayı her peygamber, bir diğer peygamberi işaret edecek, sonunda Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- insanları Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönlendirecektir. İnsanlar Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönelecek, O da Allah’tan şefaat talebinde bulunacak ve Allah Teâlâ, O’nun bu isteğini kabul edecektir. (Bkz: Buhârî, Rikâk, 51)
Peygamber Efendimiz bu hususta:
“Ben Âdemoğlu’nun efendisiyim. Kabri ilk açılacak, ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olanım.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 13; Müslim, Fedâil, 3) müjdesini vermiştir.
Şefaate mazhar olabilmenin ilk ve temel şartı, tevhid akîdesi üzere sabit olmaktır. Zira câhiliye insanlarında “put temelli” yaygın bir şefaat anlayışı mevcuttu. Putları, “Allâh’a yaklaşma vesîlesi” saymak gibi sapkın bir inancın içerisindeydiler. Şefaat iznini verecek olan Cenâb-ı Hak’tır. Şefaat hususu, Cenâb-ı Hakk’ın iznine bağlı olup O’nun râzı olduğu sınırlar içerisinde olacaktır. Hadîs-i şerîfte;
“Benim şefaatim; kalbi dilini, dili de kalbini tasdik ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına samimiyetle şehâdet eden kimse içindir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 518) buyrulur.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- evvelâ ümmetinden başlayarak şefaatte bulunacaktır. Aşağıdaki âyetler, bunun açık delilleridir:
“(Ey Rasûlüm!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şâhid göndereceğimiz, Seni de onların üzerine bir şâhid olarak getireceğimiz günü düşün.” (en-Nahl, 89)
“Rahman nezdinde söz ve izin alandan başka hiç kimsenin şefaate gücü yetmeyecektir.” (Meryem, 87)
“İzni olmadan katında hiç kimse şefaat edemez.” (el-Bakara, 255)
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek Arş’a istivâ eden Allah’tır. O’nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O’na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus, 3)
“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ, 109)
“Allâh’ın huzûrunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince: «Rabbiniz ne buyurdu?» derler. Onlar da: «Hak olanı buyurdu.» derler. O, yücedir, büyüktür.” (es-Sebe’, 23)
Abdullah bin Amr bin Âs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin söylediklerinin aynısını siz de söyleyin. Sonra bana salavât getirin. Çünkü bir kimse bana bir defa salavât getirirse, Allah buna karşılık ona on defa salât eder. Daha sonra benim için Allah’tan vesîleyi isteyin. Çünkü vesîle, cennette Allâh’ın kullarından bir tek kuluna lâyık olan bir makamdır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için vesîleyi isteyen kimseye şefaatim vâcip olur.” (Müslim, Salât, 11)
Câbir -radıyallâhu anh-’tan gelen başka bir rivâyette de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim ezanı işittiği vakit «Ey şu eksiksiz dâvetin ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesîleyi ve fazîleti ver. Onu kendisine vaad ettiğin Makâm-ı Mahmûd’a (övülmüş makama) ulaştır.» diye duâ ederse, kıyamet gününde o kimseye şefaatim vâcip olur.” (Buhârî, Ezân, 8; Ebû Dâvûd, Salât, 37; Tirmizî, Mevâkît, 43; Nesâî, Ezân, 38; İbn-i Mâce, Ezân, 4)
Peygambere salavât getirene, Allah’ın on defa salât etmesinden maksat, kuluna rahmet ve mağfiret etmesi, günah ve kusurlarını bağışlamasıdır.
Vesîle; cennette çok üstün bir makamın adıdır. Her ezandan sonra bu duâyı okuyana Efendimiz’in kıyamette şefaat etme sözü vardır. Fazîlet ise; üstün bir makamın adı olup, diğer mahlûkâttan yüce bir mertebedir.
Makam-ı Mahmud; şefaat makamıdır ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ihsan olunmuştur. İsrâ Sûresi’nin 79. âyetinde:
“Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a (övülmüş makam) ulaştırır.” buyrulmuştur.
Rasûlullah Efendimiz’in şefaatine, “Şefaat-i Uzmâ: Büyük Şefaat” denilmektedir.
* * *
Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-’den gelen bir rivayette de Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kim müezzini işittiği zaman: «Tek ve ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şâhitlik ederim. Rab olarak Allah’tan, Rasûl olarak Muhammed’den, din olarak İslâm’dan râzı oldum.» derse o kimsenin günahları bağışlanır.” (Müslim, Salât, 13)
* * *
Kur’ân-ı Kerîm’i okumak ve onunla amel etmek de şefaate vesîledir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Kur’ân okuyun. Çünkü Kur’ân, kıyamet gününde dostuna (okuyucusuna) şefaatçi olacaktır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 255; Müslim, Müsafirîn, 252)
Şefaatten Kimler Mahrum Kalacaktır?
İnkârcı zâlime (kâfire), şirk koşana (müşriklere) ve nifâka (münâfığa) şefaat yoktur. Âyet-i kerîmeler bu durumu, en net bir şekilde bizim dikkatimize sunar:
“Yaklaşan gün hususunda onları uyar. Çünkü o anda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zâlimlerin ne dostu, ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır.” (el-Mü’min, 18)
“Allah kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz, bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (en-Nisâ, 48)
“Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.” (el-Müddessir, 48)
“Bugün artık ne sizden, ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (el-Hadîd, 15)
Ayrıca peygamberlerin âilesinden olma, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in akrabası olma gibi durumlar, kişide “tevhid inancı yoksa” şefaate faydası olmayan şeylerdir. Peygamber Efendimiz’in inanmayan amcalarına, Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût peygamberlerin kendi eşlerine, Hazret-i İbrahim’in babasına âhirette bir yardımı olmayacaktır. Âyet-i kerîmede bu hususa şöyle işaret edilir:
“Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allâh’a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır, ne de mü’minlere... İbrahim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği bir söz yüzündendi. Onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim, çok içli, yumuşak huylu bir kişiydi.” (et-Tevbe, 113-114)
Şefaat Kimleredir?
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyen kısmınadır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 21; Tirmizî, Kıyâme, 11; İbn-i Mâce, Zühd, 37)
Bu konudaki diğer bir hadîs-i şerîf, biraz daha tafsîlat vermektedir:
“Bana şefaat etmek ya da ümmetimin yarısının cennete girmesi hakkında tercihte bulunma fırsatı verildi. Ben şefaat etmeyi seçtim. Çünkü o daha kapsamlı ve daha yeterlidir. Siz şefaatin takvâ sahibi mü’minler için mi olacağını sanırsınız? Hayır. Aksine o günahkârlar, çok hata işleyen ve kirlenenler içindir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 37)
Bu şefaat, mahşerde hesabın başlaması için peygamberlerin bile talep ettiği şefaat değil, belki daha sonra günahkâr mü’minlerin azaptan kurtulmaları için vukû bulacak olan şefaattir.
Kimler şefaat eder?
Hadîs-i şerîflerde, kimlerin şefaat edebileceği hususu şöyle açıklanmıştır:
“Kıyamet günü üç zümre şefaat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehidler.” (İbn-i Mâce, Zühd, 37)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başka bir hadîs-i şerîfte; Kur’ân’ı okuyup ezberleyen, helâl kıldıklarını helâl sayan ve haram kıldıklarını haram kabul edip uzak duran “hâfız” kimselerin de cennete gireceklerini ve Kur’ân sayesinde âilelerine şefaatçi olabileceklerini bildirir. (Bkz: Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 13; İbn-i Mâce, Sünnet, 16)
Ancak bu konuda İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nin şu îkazını hatırlatmakta fayda vardır:
“Mü’min bir insanın şefaat edileceği ümidiyle, dînin kurallarına uymayı terk edip günahlara dalması, bir hastanın, akrabasından olan başarılı ve müşfik bir hekime itimad ederek, nefsinin arzuladığı her zararlı şeyi yemeye dalmasına benzer. Bu bir cehâlettir. Zira bir tabîbin (doktorun) çaba ve merhameti, bir kısım hastalıkların izâlesine (yok olmasına) fayda sağlasa da, her hastalık için bu söylenemez.
Gayretin faydası, ancak müdahale edilebilecek durum ve hastalıklar için geçerlidir. Bu sebeple kişinin, sırf tıbba îtimad ederek kendini koruma işini terk etmesi câiz değildir.
İşte peygamberler ve sâlih kişilerin, yakın ve uzak olanlara yapacakları şefaati bu şekilde anlamak gerekir. Şefaatin bu şekilde idrak edilip anlaşılması, (günahlardan) endişe ve sakınma duygusunu ortadan kaldırmaz.”
Meleklerin Şefaati
Kendilerine şefaat etme izni verileceklerin arasında melekler de vardır. O gün melekler, Allâh’ın izin verdiği kimselere şefaat ederler. Âyet-i kerîmede:
“Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler.” (el-Enbiyâ, 28) buyrularak Arş’ı taşıyan meleklerin şefaatine işaret edilmiştir.
Başka bir âyet-i kerîmeye göre, melekler Allâh’a şöyle yalvarırlar:
“Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tevbe eden ve Senin yoluna uyanları bağışla! Onları cehennem azabından koru.” (el-Mü’min, 7)
Netice
Şefaat konusu, ilâhî adâlete ters düşmez. Nasıl ki dünya hayatında “referans” denilen bir kaide vardır. Yani yapıp ettiğimiz işlerimizde güvendiğimiz, sevdiğimiz, saygı duyduğumuz insanların aracılığı bizim faydamızadır; hayatımızı kolaylaştırır, memnuniyetimize vesile olur. Şefaat de Cenâb-ı Hakk’a, evvelâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ardından diğer sâlih ve seçkin şahsiyetlerin duâ buyurmasıdır.
Kul, zaman zaman günah işleyebilir, yolunu şaşırabilir, yanlışa düşebilir. Bunun neticesinde:
“-Ben zaten cehennemlik oldum, günahkârım, affım mümkün değil!” gibi vesveselere düşmemesi gerekir. İnsanı ümitsiz kılan bu tür vesveseler, şeytandandır. Dînimizde ye’se (ümitsizliğe) yer yoktur. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53) buyurarak; biz kullarına mükemmel bir müjde vermiştir.
Fakat buradaki ölçü, şeytanın ayak oyunlarına kanmamak ve onun “Allâh’ın affına güvendirmek sûretiyle” bizi günahlara daldırmasına fırsat vermemektir.
Çünkü nasılsa “şefaat var” düşüncesiyle, bile isteye günahlara dalmak, ucu bucağı belli olmaz bir gayyâdır. O günahların ayağımızı kaydırıp bizi her an şirke veya küfre düşürmesi muhtemeldir. Ayrıca küçümsediğimiz cehennem azâbının en küçük bir saniyesi, insana azab olarak yeter de artar bile… Cenâb-ı Hak, hiçbir kuluna zulmetmez; ancak bütün kullarının da hak ettiğini verir.
Rabbimiz, bizlere dünya ve âhirette tevfîkini, âhirette de Rasûlü’nün ve râzı olduğu kullarının şefaatini nasîb eylesin. Ayaklarımızı dini üzere sâbit kılsın. Bizi, rızâsına eren kulları arasına dâhil eylesin. Âmin!
Kaynaklar: TDV Kur’ân-ı Kerîm Meâli; Hadislerle İslâm, Riyâzü’s-Sâlihîn, Doç. Dr. Yener Öztürk, “İslâm İnancı Etrafında Yerli Yorumlar”; Taftazânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi.
YORUMLAR