İnternetten gelen bir mektup… Amerika’dan gelen selâm ve muhabbetler… Ardından şu cümleler:
“Elhamdülillâh, henüz iki yıllık Müslümanım. İslâm konusunda yeni yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Sufizm kitabı da araştırmalarımda çok büyük bir yardımcım oldu.
Amerika’da tasavvufa âşinâ olmayan kimselerle konuştuğumda, tasavvufun tamamen İslâm dışı olduğunu söylüyorlardı. Hâlbuki bir kısmı da, İslâm’ın tasavvuftan ibâret olduğunu ifade ediyordu. İşte bu karışıklıkta, okuduğum bu kitap kafamdaki bütün soru işaretlerini sildi. İslâm’da gerçeğin ne olduğunu, dengenin nasıl kurulduğunu öğrendim.
Biz sonradan Müslüman olanlar olarak Amerika’da iki büyük problemle karşı karşıyayız: Bunların ilki, Müslümanlıktan uzak bir toplumda az sayıdaki Müslümanlar olarak kendimizi yalnız hissetmemizdir. Diğer büyük problemimiz ise, daha önceki müslümanların şahsî, ırkî ve kültürel zaaflarının İslâm’a ve Müslümanlara mâl edilmesidir. Müslümanlığın yanlış tanıtımı ve bize de yanlış örnekler bırakmaları, İslâm’ı anlamamızı, anlatmamızı ve yaşamamızı zorlaştırıyor. Bizim, bu iki engeli aşarak İslâm’ın en saf, en temiz hâlini bulmamız gerekiyor. Aksi hâlde geçmiş Müslümanların yapmış oldukları hatalar ve hâkim Amerikan kültürü karşısında eziliyoruz.
İşte ben bu ortamda böyle muhteşem bir kitapla karşılaştım. Bana İslâm’ın nezâket ve zerâfetini, sükûnet ve huzurunu bahşetti. Âdeta İslâm’ın bütün hayatı kuşatan o ölçüleriyle hayatıma rehber oldu. Benim sınırlarımı çizdi, kafamdaki kara bulutları dağıttı, zihnimi ve gönlümü berraklaştırdı. Selefî-vehhâbî grupların, Peygamberler, Allah dostları ve müttakî kimseleri karalayışlarına en güzel cevap oldu. Tasavvuf yolu, benim gönlüme ulaşan en güzel yol oldu.
İşte bu, kitabın gücüdür. Kitap, kılıçtan üstündür. Kelimeler kuvvetlidir; savaş başlatabildiği gibi, başlamış savaşı da sona erdirebilir. Bu sebeple ne söylediğin ve nasıl söylediğin çok önemlidir. Çünkü hangi niyetle ve ne kadar samimiyetle söylersen, söz o kadar tesir edecektir. Sûfîler, bu mânâda Allâh’ın seçkin bir zümresidir. Onlar yaşadıklarını söyler ve söyledikleri de yaşanır.”
Satırlar, böyle uzayıp gidiyor. Bir kısmını burada naklettiğimiz bu cümlelerin sahibi, Cennet (Rachelle Faulkner) Hanım… Amerika’da eline geçen Muhterem Osman Nûri Topbaş Efendi’nin “Sufizm” kitabının (“Îmandan İhsana Tasavvuf” adlı kitabının İngilizce tercümesi) kendi dünyasını nasıl etkilediğine dâir duygu ve düşüncelerini bir mektup ile bize ulaştırdı.
Bu mektup üzerine Osman Efendi, Cennet Hanımla irtibata geçilmesini ve kendi ağzından İslâm’a nasıl ulaştığının sorulmasını istemişti. Dr. Süleyman Derin Bey, kısa bir bilgi notu ile durumu anlatarak Cennet hanıma, nasıl Müslüman olduğunu sordu. Şimdi, onun ifadeleriyle kısa ve ibretli bir hayat hikâyesi…
“Açıkçası mektubumun birileri tarafından fark edileceğini ve bana geri dönüleceğini hiç düşünmemiştim. Bu yüzden ilginize bütün kalbimle tekrar teşekkür ediyorum.
Ben, Afrika kökenli Amerikalılardanım. (Afro-Amerikan) Pek çok afro-amerikan gibi biz de İslâm deyince, Eliyah Muhammed’in kurup teşkilatlandırdığı İslâm Milleti’ni (Nation of İslam) biliyorduk. Onlar, İslâm’ın siyahlara özgü bir din olduğunu düşünüyor ve beyazların Müslüman olmasını kabul etmiyorlardı. Babam da beni, küçük yaşta bu İslâm düşüncesiyle tanıştırdı. Ancak bu cemaatin yaptığı birtakım yanlışlar sebebiyle insanlar, bunların etrafından dağıldı. Bizim âilemiz de Hristiyanlığın bir koluna (Baptist Mezhebi) kaydı.
11 Eylül 2001’de, yaşanan büyük travma, İslâm’a fatura edildi ve müslümanlar, toplumdan öfke ve nefretle dışlandı. Ben, o zamanlar İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Babama uyarak onunla birlikte kilise ve âyinlere katılıyordum. Ama içimde de pek çok soru işareti vardı. Meselâ, “Baba Tanrı’nın oğulla hem bir, hem de ayrı olmasını” bir türlü anlayamıyordum. Başka takıldığım konular da vardı. Pek çok kültüre sahip olmakla övünen Amerika’nın, sadece Hristiyanların önemli günlerini, bir Pazar gününü kutlama günü kabul etmesi garipti. Her Pazar, insanların en güzel kıyafetlerini giyerek sanki defileye veya podyuma çıkar gibi kiliseye gelmesi, Tanrı’yla irtibat kurmak için bir aracı insana (papaz, rahip) ihtiyaç duyulması, fakirlerin sıra beklerken zenginlerin rahiplerle rahatlıkla iletişim kurabilmesi hep dikkatimi çekmişti. Aynı şekilde kiliseye girebilmek için ücret ödemek de bana hiç mantıklı gelmiyordu. Bu tezatları gören pek çok insan, kiliseden ve Allah inancından uzaklaştı. Ben ise, Hazret-i Îsa’nın bir tanrı olamayacağını düşünüyor, içimde var olan Allâh’ın inancını diri tutmaya çalışıyordum.
Yaşadığım sıkıntıları babamla paylaşmak istediğimde, o: “Bu sorular, bizden önce de vardı. Bizden sonra da olacak. Hristiyanlık bizim, âilemizin dini!” deyip sorularımı geçiştiriyordu. Ben de kendi kendime, “Ben bu sorularla yaşamayacağım, bunları çözeceğim!” dedim. İşte bu yüzden Allâh’ın bana bir yol göstermesi için duâ etmeye başladım.
Büyük bir değişimin arifesindeydim. Ama kendimde buna yetecek cesaret ve güç bulamıyordum. Babamı üzmek istemediğimden Memphis’teki bir câmiden aldığım kitapların yüzüne aylarca bakmadım. Çünkü babamla birbirimize çok yakındık. Bana âdeta, “babasının kızı” diyorlardı. Aradan aylar geçti. 2011 yılının Mart ayı idi. Bir gün dayanamadım, o kitaplardan rastgele birisini aldım, okumaya başladım. O sırada babam beni gördü ve:
“-Değişik kültür ve inançları da keşfetmelisin. Ancak Hristiyanlık, âilemizin inancı. Ona odaklan ve orada kal!” dedi.
Ben de onu teselli etmek için kendisini çok sevip saydığımı, sözlerini dikkate alacağımı söyledim. Babamı hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum, ama kendi kişiliğim de vardı. Duygularım, düşüncelerim, meraklarım… Ben kendi mutluluğumun peşinden gitmeliydim. Artık hayatımda ciddi kararlar verme zamanı gelmişti. Allah’tan bana yardım etmesini istedim. Çünkü bunu tek başıma yapamazdım.
2011 yılı Temmuz ayıydı. Kaliforniya’ya doğru giderken, yaklaşık bir saatlik bir mesafe kalmıştı ki, hayatımda gördüğüm en korkunç trafik kazalarından birisine şahit oldum. Birisinin tam ayakları üzerinde ölüşünü seyredince bütün hayatım değişti. Bu hayatımdaki en travmatik tecrübelerden biriydi. Küçük çocuk, kız kardeşini kurtarmak için herkesten yardım istiyordu. Ama kimse bir şey yapamıyordu. İşte insanların hepsinin âciz kaldığı o an, tek ve güçlü bir Tanrı’ya ihtiyaç olduğunu hissettim. İslâm, gerçek yoldu. Ben ya şimdi bu hakikate ulaşacaktım ya da hiçbir zaman…
Kaliforniya’ya döndüğümde ben de sadece bunu yaptım. Gizlice araştırmalarıma devam ederken “şehadet” kelimesini söylemenin müslüman olmak için yettiğini söyleyen bir internet sitesi buldum. Hemen denileni yaptım ve müslüman oldum. Ama bu, bana tabiî gelmiyordu. Ben kendimi hâlâ sır saklıyormuşum hissediyordum. Ramazan geldi. İnsanların Ramazan’daki hallerini gözlemlemek istiyordum. Tek başıma 8 gün oruç tuttuktan sonra, bunun doğru şeklini incelemek için bir cami buldum. Kesinlikle harika bir şeydi!.. Orada Kur’ân-ı Kerim’i, kendi okunuş tarzıyla ilk defa dinledim. Bu, kulağıma bir mûsikî gibi gelmişti. Omuz omuza namaza durmanın ne kadar şaşırtıcı bir şey olduğunu izah etmekten âcizim. Ben, başımdan geçenleri, o caminin imamına ve onun hanımına anlattım. İmam efendi, hanımına İslâm’ın temel vazifelerini bana anlatmasını istedi; İslâm’ın beş şartı gibi… Nihayet “tekrar kelime-i şehâdet getirmek istersen, sana düşünmek için iki hafta zaman!..” dediler.
Ben ikinci defa şehadet getirdiğimde, benim doğum günüm 2011 yılının bir pazartesi günüydü. Bu, benim gerçek doğum günümdü. Allah, bana hayatımda yeni bir başlangıç sundu. Kendisinin beni ne kadar çok sevdiğini göstermek için günde beş kez huzuruna, O’na secde etmem için kabul buyurdu. O’nunla günde beş kez buluşmak, benim için hiç bitmeyen bir şereftir. Bilhassa Ramazan ayında bulunan Kadir Gecesi, benim en sevdiğim gecedir. Bu, başlı başına huşû uyandıran bir gecedir. Bir çocuk gibi, aklınıza gelen her şeyi Allah Teâlâ’dan isteyebilmek ne kadar harika!..
Elhamdülillah, ben bütün samimiyetimle büyük bir yolculuğa başladım. Bana hayat hikâyemi paylaşma fırsatı verdiğiniz için size ve Osman Nûri Topbaş Efendi’ye çok teşekkür ederim. Allâh’a emanet olun. Los Angales’ten selamlar…”
YORUMLAR