“Öğretmenin öğrenci ile ilgili beklentisi ne yönde ise, öğrenci o beklentiye uygun davranır.”
Psikolog Tuğba Demiröz
Hocam, bize biraz “kendini gerçekleştiren kehânet”le ilgili bilgi verebilir misiniz?
“Kendini Gerçekleştiren Kehânet” diğer adıyla “Rosenthal Etkisi” ilginç bir tesbitin ürünüdür. Robert Rosenthal adlı kişi, incelediği bir teorinin doğru olup olmadığını test etmek maksadıyla, bir ilkokulda deneyler yapmaya başlar. Sene 1969, ders yılı başıdır ve öğrencilere zekâ testi uygulanır ve öğretmenlere her sınıfta belirli çocukların üstün zekâlı olduğu söylenerek, bu bilgiyi öğrenciler ve onların âilelerinden gizlemeleri gerektiği tembihlenir. Aslında öğrenciler üstün zekâlı falan değildir, normal zekâ düzeyindedir ve rastgele seçilmişlerdir.
Öğretmenler de bütün sene boyunca bazı öğrencilerin üstün zekâlı olduğunu düşünüyor, sanırım?
Evet, yani araştırılan, öğretmenin, öğrenci hakkında sahip olduğu bilginin bir başka deyişle etiketin, öğrenci başarısını etkileyip etkilemeyeceğidir. Ders yılı sonunda yeniden yapılan zekâ testlerinde ve öğrenci başarı grafiğinde önceki yıllara göre yükselmeler görülmüştür ve ders yılı başında uygulanan zekâ testine oranla daha yüksek puan almışlardır. Sonraki yıllarda yapılan yüzlerce araştırmanın benzer sonuçlar vermesi, psikoloji literatürüne “Rosenthal Etkisi”nin girmesine sebep olmuştur.
Öğretmenin öğrenci ile ilgili düşüncesi ne yönde ise, öğrenci de o beklentiye uygun mu davranıyor?
Aynen dediğiniz gibi, öğrencilerinin üstün zekâlı olduğuna inanan öğretmenler de, öğrencilerinin sıradan veya zihinsel engelli olduğuna inanan öğretmenler de haklı çıkar. Öğretmenin öğrenci ile ilgili beklentisi ne yönde ise, öğrenci o beklentiye uygun davranır.
Buna benzer başka araştırmalar da var mı?
Hasta bakıcılar üzerinde yapılan bir araştırmada, hastanın iyileşmesine dair olumlu beklentilerinin, hastalarda depresyonu azalttığı… Hâkimlerin, sanığın suçluluğuna dair inançlarının, deliller ya da şâhitler ne derse desin, daha fazla ceza vermelerine sebep olduğu… Yöneticileri tarafından üstün nitelikli ve süper ekip olarak tanımlanan satış elemanlarının, üstün nitelikli ve süper satış elemanları algısını doğrulayacak şekilde davranmaya başladıkları görülmüştür.
Yani “Kendini Gerçekleştiren Kehânet” bir tür peşin hüküm… O hâlde özellikle peşin hüküm ve yanlış bilgiler, eğitime de olumsuz yansıyor, diyebilir miyiz?
Bir şeyin farkına varmak gerekir. Yakın çevremizdeki kişilerin bizden beklentileri, bizim hakkımızdaki düşünceleri, bize sarf ettiği sözler; bizim kendimizden beklediklerimizle, kendilik imajımızla doğru orantılı olmaya başlar. Bu sebeple, çevremizdeki kişilerin bize karşı kullandığı, bizim de çevremizdeki kişilere karşı kullandığımız kelimeler, gösterdiğimiz davranışlar çok önemlidir. Çocuğunu sorumsuz, tembel, şımarık, inatçı, iştahsız, terbiyesiz, küstah, yalancı, bencil, uyumsuz, huysuz, mızmız… olarak tarif eden kişilerin çocuklarının, bir süre sonra denildiği gibi olması sürpriz değildir.
Bununla ilgili yaşadığınız bir örnek hâdise var mı, varsa bizimle paylaşabilir misiniz?
Hiç unutmam, bir gün ofise 17 yaşındaki oğluyla beraber bir bey geldi. Çocuğu ilk gördüğümde ağzı yüzü dağılmış, perişan bir hâli vardı. Oturduk, gence hitâben:
“-Geçmiş olsun, yer yanın yara içinde, hayırdır paylaşmak ister misin, ne yaşadın?” diye bir soru yönelttiğimde, baba elini masaya vurarak:
“-Doktor hanım, doktor hanım, âh keşke zamanında beni de babam dövseydi de ben de okumaya devam etseydim, bugün kendi işim olur, milletin ağız kokusunu çekmek zorunda kalmazdım!..” diye lafa girdi.
Ben de böylece genci o hâle getirenin babası olduğunu öğrendim. Baba öfkeliydi; tembel, haylaz, başarısız, elinden hiçbir iş gelmeyen… vasıflara sahip oğlundan iyi şeyler bekliyordu.
Âileler, çocuğuna “tembel” derken aslında çalışkan olmasını istediğini, “yaramaz” derken aslında uslu durması gerektiğini ifâde etmek isterler. Bu baba da aynısını yapıyordu. Bu tür davranışlar sergileyen anne-babalara şu soruyu sorarım:
“-Siz çocuğunuzun tarafında mısınız, yoksa onun karşısında mısınız?!”
Bunca yıllık meslek hayatımda, “karşısındayım” diyene rastlamadım.
İyi niyet mi, yoksa kendi öz evlâdına zarar mı? Sanırım anne ve babalara çok iş düşüyor?
“-Buradan bakıldığında yanında değil, karşısındaymışsınız gibi algılanıyor.” ifâdesi, çoğu âileye derinden tesir eder.
Evet, o baba çaresizdi, kendi okuyamamıştı; birileri keşke onu da dürtseydi, uyandırsaydı diye düşünmüştü. Bu yüzden ona yapılmayanı oğluna yaptı, yani kendince oğlunu uyandırmak istiyordu. İyi niyete bakar mısınız?
Kim diyebilir, “bu baba dayakçı”; kim diyebilir “çocuğuna işkence yapıyor?”
Babaya soruyordum:
“-Oğlunuzun ders başarısını artırsak; ama bunu dayak dışında, hakaret dışında başka güzel yollarla yapsak…” cümlemi tamamlamadan baba söze atladı:
“-Ben dövmek ister miyim yavrumu… Yeter ki okusun… Ne isterse yaparım, ne gerekiyorsa çekinmem, paraysa daha fazla çalışırım. Yeter ki okusun!.. Benim düştüğüm hâllere o düşmesin…”
Ve görüyoruz ki, iyi niyet tek başına çözüm için yetmiyor?
“Olumsuz vasıflandırmalar, eğitime yansır mı?” demiştiniz; gördüğünüz gibi fazlasıyla yansır. Bütün âileler, bütün öğretmenler iyi niyetlidir. Sarf ettikleri sözlerle çocuklara durumun ciddiyetini anlatmaya, onun olumlu özellikler kazanmasının kendisi için iyi olacağını göstermeye çabalarlar. Tembel dediklerinde, onun çalışkan olmasını arzuladıklarının bilinmesini isterler.
Hangi anne-baba, hangi öğretmen, çocuğun çalışkan olmasını, okuyup güzel bir meslek edinmesini istemez ki? Şöyle biraz çocukluğunuza dönün, size söylenilenlere uygun davranmaya çalışmadınız mı?! Bugünkü kişiliğinizi, yakın çevrenizin geri bildirimleriyle inşâ etmediniz mi? “Kırk kere deli dersen, deli olur” diye bir söz vardır dilimizde… O hâlde ne dediğimize dikkat edelim. Söylenilenler düşüncelerimiz, düşüncelerimiz de hayatımız olmaya başlar.
Peki, âilelerin, yani biz anne ve babaların ne yapması gerekiyor?
Âileler, gerçekten iletmek istediği mesajı tespit edip, onu doğrudan iletmeyi deneyebilirler. Dolaylı anlatım, îmâlar, alaylar, hakaretler sadece muhâtabımızı incitir. Bunu dâimâ göz önünde bulundurmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Bu düşünceye göre, çocuklarımızı eğitirken geleceğe dönük değil de kendimize dönük, yani kendimizin kopyasını mı yetiştiriyoruz?
İki kardeş varmış, taban tabana zıt. Kişilikleri, yaşantı ve davranışları... Biri berduş, kavgacı, içkici, küfürbaz... Diğeri bir şirkette üst düzey yönetici, saygılı, hoşgörülü, düzenli bir âile yaşantısına sahip... Merak etmiş bir adam, bu nasıl olur diye ve berduş olana gidip sormuş:
“-Sen nasıl böyle biri oldun?” Berduşun cevabı:
“-Benim babam içerdi, anamı döverdi, söverdi, çalışmazdı, başından belâ eksik olmazdı, böyle bir babanın nasıl çocuğu olmasını bekliyorsunuz.” olmuş.
Cevabını alan adam diğerini ziyaret etmiş ve ona da sormuş:
“-Kardeşin berduşun teki, sen nasıl böyle biri oldun?”
Şu cevabı almış adam:
“-Benim babam içerdi, annemi döverdi, söverdi, çalışmazdı, başından belâ eksik olmazdı. Ben de onun durumuna düşmemek için çalışıp çabaladım.”
Evet, çocuklarımıza tesir ediyoruz, hem de en fazla tesir eden bizleriz, yani anne-babalar… Ama onların bizden nasıl etkileneceklerini belirleyen şey ise, mizaçtır. Ancak çocuğu bomboş kabul edersek sorduğunuz sorunun cevabı değişir; fakat çocuklar bomboş değildir. Onlar kendinden önce gelen nesillerin toplamının genetik koduyla dünyaya gelirler, belli bir zekâ seviyesine, beden tipine sahiptirler.
“Seni doğuracağıma taş doğursaydım.” ya da “Git başımdan, seni istemiyorum.” gibi cümleler, ne derece olumsuz tesir yapıyor çocuk üzerine?
Bizler, ancak bunun üzerine olumlu ya da olumsuz kişilik özellikleri geliştirmesine katkıda bulunuruz. Bebek doğduğunda dişleri yoktur, ağzına konulan her şeyi çiğnemeden yutar. Ona söylenen sözleri de, tutumları da, inançları da, kendisine yapılan davranışları da yutar; yani hazmeder.
Gerçekten ağzının içinde dişleri olmadığı gibi psikolojik dişleri de yoktur. Biri ona “sakar” dediğinde, “Git başımdan, seni istemiyorum, seni doğuracağıma taş doğursaydım!” dediğinde çiğnemez, çiğnemeyi bilmez.
“-A bak, senin söylediğin beni üzdü, ben bunun doğru olduğuna inanmıyorum, sakarlık yaptığım doğru; ama bir kez sakarlık yaptım diye bana sakar demen beni incitti, bu sözünü kabul etmiyorum.” diyemez, olduğu gibi kabullenir.
Eğer şanslıysa, başkalarından duyduğu olumlu sözlerle telâfî eder ya da kendisi hakkında geliştirdiği olumlu imajla… Ama çok fazla eleştirilir, hakkında hep olumsuz şeyler söylenir, yaptığı iyi şeyler, başarıları görmezden gelinirse, “kendilik imajı” zedelenir, bir türlü kendini bulamaz!...
Çocukları için danışmanlık alan bazı anne-babalara rastlarım, zaman zaman… Meselâ anne, “kendisinin özgüvensiz olduğunu, toplum içinde kendini ifade edemediğini, çekingen olduğunu…” söyler ve ekler, “görüyorum ki, çocuğum da benim gibi olmaya başladı, bana benzemesinden çok korkuyorum.” diyerek, danışmaya başvururlar.
Kaçınılmaz olan, çocuklarımıza model olduğumuzdur, evet onlar bizi model olarak alırlar. Onlara nasıl davrandığımızı model alır, kendisi hakkındaki hükümlerimizi önemser. Hiç görmedim, “çocuğum yemek seçer” diyen bir âilenin çocuğunun yemek seçmediğini… Ne dersek, ona uygun davranırlar.
Çocuklarımıza, kendilerini gerçekleştirmek için anne ve babalar olarak fırsat veriyor muyuz?
Sayıları çok az da olsa, sağlıklı âilelere rastlamak mümkün. Ancak sağlıklı bir âilenin ferdi olan çocuk, kendini ortaya koyabilir. Bu âilelerde canlılık, içtenlik, dürüstlük, sevgi hâkimdir. Sevgilerini ve saygılarını birbirlerine gösterirler. Birbirlerini dinler, anlamaya çalışır, birbirlerini düşünürler. Hatalar fark edilip düzeltilmek içindir. Sağlıklı âilede yaşayan çocuk hata yaptığında, şimdi azarlanacak mıyım, beni döverler mi… gibi korkulardan uzaktır. Bu yüzden risk alır, âile de denemesi için ortam ve fırsatlar sunar.
Bir sessizlik olduğunda çocuk bunun huzurdan kaynaklı bir sessizlik olduğunu bilir, acaba kötü bir şey mi yaptım kaygısına kapılmaz. Bu âilelerde çocuk, kendi ile ilgilenilmediğinde bunun vakitsizlikten kaynaklandığının farkındadır, sevilmediğinden değil... Gürültü, bir iş yapıldığında olur; birbirlerini sindirmek ya da can yakmak için değil... Eğer âile sağlıklı ise, çocuğuna kendisini gerçekleştirmesi, kişiliğini oturtması, kimliğini bulması, kendini tanıması için fırsat verir; eğer âile sağlıklı değilse, fert yine gelişir, ama örselenerek, zedelenerek, yaralanarak…
Bir-iki deneme ile “sen yapamazsın, sen beceremezsin!” damgasını yiyen çocuklarımız ileride nasıl kendisini gerçekleştirecekler?
“Sen yapamazsın, beceremezsin!” bir hüküm bildirir, yani bu yolla çocuğa onun hakkındaki hükmümüzü iletmiş oluruz, fakat davranışlar çocuktan çocuğa değişir. Meselâ kararlılık bir mizaç özelliğidir; çocuk kararlılık özelliği ile doğmuşsa, yapana kadar, becerene kadar devam eder. İnatçı bir çocuksa da aynı şekilde davranabilir. İnatçı ve sinirli ise, yapamadıkça sinirlenir, fakat inatla devam eder. Yaptığını ise kendine değil başkaları görsün, “bak nasıl yapıyorum”u ispat etmek için yaptığından hırslı, başkalarının başarılarını çekemeyen, ikinci olmayı bile hazmedemeyen bir yapı geliştirmeye gider.
Ne kadar çok insan varsa, o kadar farklı davranış şekli görürüz, “Sen yapamazsın, sen beceremezsin!” peşin hükmü karşısında… Şu var ki, sağlıklı ebeveynler, çocuğu denemeye teşvik eder, olmayınca eleştirmek yerine:
“-Her zaman olmayabilir, yeniden yeniden denersin!” diyerek yüreklendirir, çocuğun işini kolaylaştırır, ona destek olurlar.
Böyle davranmadıkları takdirde ancak yapabilen, becerebilen çocuklar şanslıdır, sadece onlar takdir edilir, onaylanır, örselenmezler. Ancak çocuk, sadece âilenin kendine söylediği sözlerden etkilenmez, başkalarına söylediklerini de radar gibi alır.
“-Filancanın kızı, yıllardır kursa gidiyor, hâlâ iki nota çalamıyor!” cümlesine şâhit olan çocuk, kendisi performans sergileyeceği konularda konu farklı da olsa kaygı duyar:
“-Ya başaramazsam, ya beceremezsem, âilem ne der?”
«Kendilerini nasıl gerçekleştirecekler?» diye sormuştunuz; eğer hayatlarının bir noktasında “kendilik imajları”ndaki çarpıklıkları, bazı davranışlarını neden yaptıklarını, kendilerine duydukları saygı ve sevgiyi fark eder ve bu yönlerini düzenlemeye niyet edip gayret ederlerse kendilerini gerçekleştirmeye başlayabilirler.
Anne ve babaların “helikopter” şeklindeki, yani hemen müdahale etme, çocukların kendisini gerçekleştirmelerine izin vermeme şeklindeki tavrına dönük olarak neler diyebiliriz?
Çoğunlukla aşırı koruyucu ya da otoriter anne-babalık tutumuna sahip, mükemmeliyetçi kişilik özelliğinde, kontrolcü, havadan nem kapan kişiler çocuklarına ânında müdâhale etme meyli göstermektedirler. Araştırmalar, bu tür özelliklere sahip anne-babaların, çocuklarının bağımlı, özgüveni, özsaygı ve sevgisi düşük, onaylanmadan adım atmayan, kendi fikirlerini geliştiremeyen, kendi farkındalığı düşük, mânevî motivasyonu düşük ve benzeri özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Müdâhale yerinde ve uygun şekilde yapıldığında işe yarar.
Kişilik özelliklerine göre müdâhale şekilleri de başka başkadır. İki çocuk kavga ettiğinde, diğer çocuğun annesiyle kavga eden kimseden tutun da, diğer çocuğu dövene, çocuğu pısırık kaldı, kendini savunamadı diye kendi çocuğuna bir yandan hakaret ederek bir yandan da hırpalayan ve böylece olay yerinden uzaklaştırana, hiçbir şey söylemeyene, iki tarafı da alıp anlamaya çalışana ve daha nice davranış şekillerine rastlamak mümkün… Çocuğumuza müdâhale etmeden önce, “o müdâhale şeklimiz bize yapılsaydı ne hissederdik, aklımızdan neler geçerdi, fizyolojik olarak neler yaşardık?” diye düşünmemiz, muhtemel yanlış davranışlarımızı frenlemek için bize yardımcı olacaktır.
Her çocuk özeldir, biriciktir, tektir, onun nev’i şahsına münhasır yapısını bulmasına yardımcı olacak olan da biz büyükleriz…
YORUMLAR