Herkesin hayatında aslâ unutamayacağı kimselerle tanışmışlığı vardır. Ben de bu jokeri çocukluğumda çekmiştim. “Yaşayan Adam”, yumuk ellerim ve kısa pantolonumla oradan oraya koşup topa bir türlü vuramadığım o ilk çocukluk devremde, yüzümün çamurdan kurumuşluğuna rağmen gülümsetirdi beni… Çocuklukta gülümsemek ayrı tatlıdır.
Dükkânı dâim kepenkleri yarı açık duruşuyla, açan kişinin tamamını kaldırmaya üşendiği izlenimi verse de yaşayan adam hiçbir şeyden üşenmezdi.
Annemlerin komşu gezmesine gittiği bir gün, sokakta deli danalar gibi koşunca öğleye kadar ter içinde kalmıştım ve her zaman şekere aç vücudum, susuzluğundan ötürü onu bile kabul etmiyordu. Az cam-çerçeve indirmediğimizden olsa gerek, çevre esnafına yaklaşmaktan pek bir korkardık. Ben de gururumdan ötürü bir arkadaşımın evine de gitmek istemeyerek çevrede su bulacak bir yer aramaya başlamıştım.
Bir yandan çölde devesini kaybetmiş Kara Murat -her nasıl oluyorsa- edâsıyla kendimi kahraman îlan ederek, dublaj sanatçısı üslubuyla karşılıklı konuşmaları seslendirirken, çevremi sarmış düşmanların on beşini de aynı anda indirmek adına kendi etrafımda keskin bir dönüş yaptım. Ve tam burada hâdiseye dâhil olan bir amcanın göbeğinin ortasına çarptım. Başımı ağır ağır kaldırdım. Göz göze geldiğimizde, etrafa şüpheli bir bakış atıp:
“-Diğerleri gelmeden önce buradan gitsek iyi olur!” diyerek müttefikliğini îlan etti.
Ve onun peşi sıra kıkırdayarak, kepenkleri yarı açık dükkâna girdiğimde, Kara Murat’lığımı dahî unutturacak bir manzarayla karşılaştım. Antika bir sedir çaprazında işlemeli bir tütsüyle kapının solunda, üstüne bir parçası gibi kondurulmuş, hızlı hızlı bir şeyler işleyen ve arada bir, sonradan aklına gelmiş gibi tek tük nefes akan teyzeyle duruyordu.
Koyu kestane masa ise üstüne kat kat dizilmiş bir sürü eski kitap ve dergiyle uzuyordu sanki göklere… En güzeli ise şüphesiz, köşeye zarifçe sırtını dayamış tabloydu. Kokusunu buradan duyabileceğiniz bir şekilde resmedilmişti köpüklü deniz ve her an o eski İstanbul sandallarından birine atlayabilirdiniz.
Resme öylesi bir saygı duydum ki, pantolonumun içinden çıkardığım gömlek eteklerini ters çevirerek gömleğin içiyle toz-toprak olmuş ellerimi temizlemeden, içi dolmuş tırnak ucumu resme sürtmedim. Az sonra yaşayan adam, yanımda belirip iki sandalye çekmişti bizim için… Ve bir simidi ortadan bölerek yarısını bana uzattı.
Resimdeki denizin karşısında yaklaşık bir saat oturup ince belli bardaktaki çayımıza susamları damlayan simitleri yedik. Oyalana oyalana… Ve ben annemin şamar korkusuyla ayaklanınca yaşayan adam, dudağının ucunda küçük bir gülümsemeyle bakarak adımı sordu bana…
“-Heft.” derken adımı anlamayacağından korkmaktan alıkoyamıyordum kendimi…
Gülümsedi ve arkasını bana dönerek bir şeyler paketledi, eve gelene kadar bakmamam kaydıyla uzattığı bu hediyeyi alınca -bir an önce açabilmek için nasıl da koşmuştum- çocuk kalbimden yükselen bir heyecanla kıpır kıpır olup teşekkürü hızlıca mırıldanarak uzaklaşmıştım dükkândan…
Elbette bu ilginç kişinin bana vereceği hediye pek çok şey olabilirdi, ama aklıma gelecek en son şeyin, o dönemde oldukça pahalı olan beyaz kâğıtlı bir defter ve dolma kalem olacağına teminat verebilirim. Benim gibi pasaklı bir çocuğa, niye böylesi zarif bir şey verdiğini hep merak etmiştim doğrusu…
Şimdi, bu satırları yazarken içi temiz tırnaklarımla defteri okşuyorum. Acaba yaşayan adam, kendi öyküsünü yazmam için mi uzatmıştı, kendinden bir parçayı… Çünkü onu, ancak ondan bir parçada yansıtmam mümkündü. Dudaklarımda beliren ufak gülümseme hatıralarımdan bir bûseyle hayatıma düşüyor şimdi… O günden sonra kar gibi beyaz bir mendili, göğüs cebimde taşımaya başlamıştım.
Arkadaşlarımla oynamanın zevki, horoz şekeri tadında olsa da yaşayan adamla konuşmayı bırakmam mümkün değildi. Birkaç kere arkadaşlarımdan seçilmişleri oraya götürsem de, onlar sıkıldıklarında, ben mutluluğumun o ilk taze demlerinde oluyordum; bu ise, ortak haz almamızı engelliyordu.
Her gidişimde farklı bir kareyle karşılıyordu yaşayan adam, beni… Dükkânının şeklini hiç değiştirmese de her seferinde farklı bir ayrıntıyla yer ederdi, kalbimde. Belki hayatı görsellere kodlama yeteneğimi fark etmişti, kim bilir?
Bana ulaşmanın yolunu bulmuştu. Gülüşü maviyi anımsatırdı bana; huzurlu, taze, güven dolu… Gök gibi…
Bir gün ikimiz diz dize oturmuş, çeşitli ülkelerdeki “yol” resimlerine bakıyorduk. Ve yaşayan adamla her yol ile ilgili bir hikâye anlatıyorduk birbirimize…
Kimler ne için gelmiş, yol ağzında hangi kavuşmalar -yahut ayrılıklar- yaşanmış…
Hikâyelerimiz karışırdı bazen, onun anlattığı yetim çocuğa bir yol arkadaşı eklerdim meselâ… Her kelimemi dikkatle dinlerdi. Ve bu bende, diğer insanların yanında görüşlerimin dikkate alınmayışından doğan siliklik hissini, tuzla buz ederdi.
Bunu, ona açtım bir gün. Gözlerini bana dikti:
“-Şu an ne hissediyorsun?”
Yaşıyor gibi hissediyordum. Bunu ona söyleyince gülümseyerek çenemi okşadı:
“-İşte bu, bir çocuğun ilk hakkıdır.”
Şimdi bu satırları yazarken anlıyorum, o zaman sadece boş bir tınıdan ibaret, duyduğum karmaşık cümleleri… Çocuğun yaşama hakkını, sadece bedenî ihtiyaçlarından ibaret sananlar, ne de çok hata ediyorlar!..
Resim çizdiğimiz bir ilkbahar ikindisi, yaprakların arasındaki güneşten gülümsüyordu. Çok güzel çizerdi yaşayan adam... O deniz ve eski İstanbul’u resmeden kişi de kendisiydi. İşin garibi, tablonun adının “Çöl” olmasıydı. Ona bunu sorduğumda:
“-Deniz, nasıl da çöldür, bir bilsen!” demişti. “İçine tuz kaçmışın suyu, kime ne fayda!..”
Sonra öğrenecektim, yaşayan adamın bir zamanların kaptanı olduğunu… Ve bir kaza neticesinde, iki hafta bir filikada yardım beklediğini…
Bir denizin iç denizlere açıldığını görebilen, gönlü dalgalı, gözü bulutlu, nefis bir amcaydı yaşayan adam… Dinlemeye doyum olur mu? “Sevmekte sınır olur mu?” gibi bir soru olacaktır bu da…
Kendi kendine konuşmak güzel olsa da, bir dinleyiciye ihtiyaç duyar insan… Maalesef Yâdigâr Nine -ilk gün sedirin üstünde gördüğüm o şirin teyze-, konuşmaya pek istekli sayılmazdı. Eskilerin o kibar yapısıyla pek kelâm etmez, sadece işini görür ve mütebessim çehresiyle bir kenarda durarak severdi, eşini… Yaşayan adam da bunu bilirdi.
Neyse, yanına ne zaman gitsem, anlamayacağımı bilerek de olsa bir şeyler anlatırdı bana… Bu kadar kabiliyetli ve dolu bir insanla karşılaşmamın, merak duygumun sathî/yüzeysel dönemlere denk gelmesi bazen üzer beni…
“Ressam, kaptan, kaliteli bir dünya bakışı var. Pek cici bir eşi, buruk bakan gözleri, tam oturan sözleri…”
Cümlelere dökünce, böylesi bir insan bulmanın zorluğu daha da ortaya çıkıyordur, zannımca… Çocuk haklarına, insan haklarına, çiçek haklarına, boya haklarına, aklınıza gelecek her hakka merakı vardı. Adının Hakkı olduğunu öğrendiğim gün, onu bu dünyadan uğurluyor olmasaydık buna gülerdim muhtemelen… Ama yaşayan adamdan ayrılış zamanı öğrendiğim bu ayrıntı, sadece hıçkırık takviyesi olmuştu, gözyaşlarıma…
“-Oğlum, fırçayı uzat!” derdi. “Boyayı yavaş sür, yumuşak yumuşak… Resmin hakkı emektir!..”
Yazdıklarımı görse, eminim gülümseyecek, belki çenemi okşayacak:
“-Heft de adam olmuş, Yâdigâr Hanım!” diyecekti.
Ona göre adam olmak, fikir sahibi olmaktı.
Ona göre adam olmak; kalem tutmak, anlattıklarınla yüreğe dokunmaktı. O da fırça tutardı. Dalgaları çizerken coşar, çağlar, sert kayalara çarpardı.
* * *
“-Âh zavallı çocuk… O câni, nasıl kıydı Aslı’ya…”
“-Belliydi zaten o adamdan bir halt olmayacağı!..”
“-Susun Allah aşkına, cenaze evinde, tövbe tövbe…
* * *
Gece olmasına rağmen kırık bir aydınlık var dışarıda, kar yağıyor.
Aşmam gerek duvarları, ruhumu korumak için, yaşayan adamla inşâ etmiştik. Kimseye onun kadar güvenmemişken yalnız adımlamam gereken yollar var.
Evet, korkuyorum. Ve demir parmaklıkların ardına yahut içine, herhangi bir yere yazıyorum. O beyaz deftere, kendime, özgürlüğüme ve insanlara…
Kalemime sevdalı binler olduğunu söylüyorlar.
YORUMLAR