Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aramızda dolaşan yâdigârları onlar... Tâkatleri nisBetinde O En Sevgili -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e lâyık olma gayreti içindeler... Yaşadıkları binbir sıkıntıyı ağızlarına alıp anlatmaya bile hayâ eden, edep timsâli, nâzenîn torunlarından bir tanesi Seyyide Fatma Zehrâ...
Tam bir Kur’ân âşığı ve hâdimi… Soylu bir Kurrâ Hâfızı Hanımefendi… O, şehit kızı, hâfız annesi, Kur’ân ve tefsir muallimesi… Bu kıymetli hanımefendiyi tanıyınca Kur’ân’a bakışınızı sorgulayacak, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ehl-i beytine muhabbetiniz ziyadeleşecek, inşâallah! Buyurun Nebevî dalın bir goncasının gölgesinde Kur’ân ile buluşmaya…
Kıymetli Seyyide Fatma Zehrâ Hanımefendi, kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Fas’ta doğup büyüdüm. Âilem, Fas’ın tanınmış ailelerinden biridir; Ehl-i Beyt’tendir. Yani soyumuz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in soyundandır. Dedem, Fas’taki “Nakîbü’l-Eşrâf”ın başkanı idi.
Babam matematik öğretmeni idi. Aynı zamanda kendi yaptırdığı câmide imamlık yapıyordu. İmamlıktan hiçbir ücret almazdı. Dedem, Fas’ın en zenginlerindendi. Bin metrekarelik villasında amcamlar ve dedemlerle beraber yaşardık. Evdeki herkesin özel odası ve hizmetçisi vardı. Babam, ben dokuz yaşındayken yaz tatillerinde Afganistan’a gider ve orada Sovyet istilâsına mâruz kalmış müslümanlara yardım ederdi. İki yaz gitti. Üçüncü yaz giderken işinden istifa edip öyle gitti ve orada şehit oldu.
Dedem, evlâtları içinde en çok babamı severdi ve ona, “Habîbî (Sevgilim, canım)!..” diye seslenirdi. Hatta babam, son gidişinden evvel dedem ona:
“-Yeter ki sen gitme! Ben buradan kıymetli arazileri satayım, onun parasını göndereyim. Ama sen gitme!..” dedi. Babam ise:
“-Ben dünyayı satın alacak olsaydım öyle yapardık. Ama ben âhireti satın almak istiyorum, onun bedeli parayla olmaz!” dedi. Dedem:
“-O zaman bana bir vasiyet bırak; çocuklarına sahip çıkayım.” dedi. Babam da ona:
“-Hayır, bırakmayacağım. Ben onları Allâh’a emanet ettim!” dedi ve gitti.
Dedem, hem babamın gidişine, hem de bizim ortada kalmamıza çok üzüldü. Babamın ayrılmasından bir sene sonra da üzüntüsünden vefat etti.
Babam istifa ederek gittiği için devletten bir maaş gelmiyordu. Annem dört çocukla ortada kalmıştı. Babamın vasiyet bırakmamasının hikmeti o zaman ortaya çıktı. Eğer babam vasiyet bıraksaydı, dedem vefat edince sadece vasiyet kadar mal kalacaktı. Babam yaşadığı için mirastan erkek evlat olarak çok büyük bir pay kaldı. Babam Afganistan’da olduğu için mirasın tasarruf hakkı tamamen anneme kalmıştı. Babam bizi Allâh’a emanet ettiği için emanet zayî olmamış, Rabbimiz ömür boyu yetecek kadar payı bize miras yolu ile devrettirmişti. Dedem, “Evlatlarını bana emanet et!” dediği zaman muhtemelen kendisinin babamdan daha uzun yaşayacağını düşünmüştü. Babam ise, bizi hiç ölmeyecek Rabb’e teslim ederek zâyî etmemişti. Babam da dedemin vefatından kırk gün sonra şehid oldu. Eğer babam dedemden erken ölseydi, bize miras düşmeyecekti. İşte tekrar ifade edeyim ki, Allah kendisine emanet edilenleri aslâ zâyî etmiyor. Annem çalışan bir hanım değildi, sadece miras ile bizi büyüttü ve hâlâ onunla geçiniyor.
Bizim terbiyemizde babamın çok büyük emeği vardır. Her akşam, yatsı namazından sonra bizi etrafına toplar bize Peygamberlerin hayatından, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatından, ashâb ve sâlihlerin kıssalarından okur anlatırdı. Sonra da hemen yatardı. Çünkü her gece mutlaka teheccüde kalkar, sabahları da imamlık için sabah namazına giderdi. Peygamber Efendimiz’i çok sık rüyasında görürdü. Görmediği zamanlar nadirdir. O göremediği nâdir zamanlarda da çok üzgün olurdu. Babamın gönlü, ceddi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aşkı ile doluydu.
İki erkek kardeşim var; ikisinin adı da Muhammed…
“-Niye ikisine de aynı ismi verdin?” diyenlere:
“-Yirmi tane oğlum olsa, yirmisine de Muhammed ismini verirdim!” derdi.
Çok küçük yaşında hac yapmış, her sene de umreye giderdi. Peygamberimiz’e duyduğu hasretinden bunu yapardı.
Babam, çok dindardı. Bana daha beş yaşındayken başörtü taktırmıştı; ama zorla değil!.. O kadar sevgiyle ve teşvikle yaptı ki, ben çok severek örtündüm. Hiç bana kısa elbise giydirildiğini hatırlamıyorum. Dâimâ elbiselerim uzun ve üstünde süslü başörtüm olurdu. Altı yaşımdayken babam beni hâfızlığa başlattı. Babam, ben hâfızlığa başladığım zamanlar umreye gittiğinde bana bir laptop hediye getirdi. Bu özel bir bilgisayardı. İçinde sadece Kur’ân hatmi vardı. Ezberleyeceğim sayfaları onlardan dinler, ondan sonra ezberlerdim. Babam Afganistan’a gittiğinde yarım hâfızdım; ondan sonra hep bu cüzleri tekrar ettim.
Dedem, babamı sevdiği gibi beni de çok severdi. Hattâ:
“-Zehra benim torunum değil, kızım!..” derdi.
Ben dedemin ilk torunuydum. Okumayı çok severdim. Liseye kadar başörtülü okudum, ama okula gidince peçemi açıyordum. Yani başım örtülüydü, ama yüzüm açık olurdu. Liseye giderken peçe takmak yasak olduğu için okulumu bıraktım. Bütün okullarda kız-erkek karışıktı, fakat başörtüsü takabiliyorduk. Sadece kızların okuduğu okullar da vardı, ancak oralarda da başörtüsü yasaktı. O okullarda ders veren erkek hocalar da bulunuyordu. Bu yüzden ben liseye devam etmedim. Okul birincisi olduğum için hocalarım okulu bırakmama çok üzüldü. Ben de üzülmüştüm, ama içimden kendimi hep şöyle tesellî ettim:
“Zehra, sen Allah için ne kadar fedakarlık edersen Allah sana daha hayırlısını ve daha fazlasını ikram edecek!..”
Kendimi bildim bileli genel romatizma rahatsızlığım vardı. On iki yaşlarındayken artık hastalığım iyice arttı. Ağrılar ancak iğne ile dindiriliyordu. Hatta doktorlar benim bundan sonra yürüyemeyeceğimi, tekerlekli sandalye ile dolaşmam gerektiğini söylediler. İki haftada bir, iğne ve serum alıyordum. On beş yaşına kadar hep böyle acılar içinde yaşadım. Doktorum:
“-Bir ay tuz yeme! Ay sonunda seni tahlil yapacağız.” demişti.
Bir ay tuz yemedim. Doktora gideceğim günün gecesinde bir rüya gördüm. Rüyamda büyük bir caddedeyim; birçok insan var etrafımda ve hepsi ihramlı bir şekilde beraberce telbiye getiriyorlardı. İçlerinde babam da vardı. Bir müddet sonra hepsi gitti, ben tek başıma kaldım. Telaşla evime nasıl gideceğim diye düşünürken biraz uzakta küçük bir ev gördüm. O eve gittim ve kapıyı çaldım. Yaşlı bir hanım kapıyı açtı. İçimden:
“-Bu ev, benim dedemin evi! Bu kadın kim acaba?” diyorum. Nihayet o yaşlı kadına:
“-Bu ev benim dedemin evi, sen kimsin?” diye sordum. Yaşlı hanım:
“-Ben senin deden olan Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesiyim!” dedi.
Benim elimden tuttu ve içeriye girdik. İçeride eski bir yatak vardı. Elinde bir tabakla yanıma geldi, tabağın içinde toprak ve zeytinyağı vardı. Sonra benim ayaklarıma ve romatizma ağrımın olduğu bölgelere bu zeytinyağlı topraktan sürdü. Sonra içeriye oğlu Ömer geldi ve beni oğlu Ömer ile nişanladı. Sabahleyin uyandığımda ben de o ağrılardan eser kalmamıştı. Rüyamı annemlere anlattım. Annem:
“-Vallâhi bu apaçık bir müjde!.. İnşâallah bir şeyin kalmadı.” dedi.
Doktora tahlile gittik. Doktorum:
“-Vallahi bu bir mucize, hiçbir şeyin kalmamış!” dedi. Bize, “Ne kullandınız? Bir bitki mi kullandın, bu hastalığın bu kadar iyileşmesi mümkün değil!” dedi.
Tabiî biz bir şey söylemedik. Ondan sonra bir daha ilaç bile kullanmadım, elhamdülillah! Sonra O annenin Peygamberimiz’in hangi hanımı olduğunu araştırdım. Ömer isimli oğlu olan, Ümmü Seleme annemiz imiş. Belki eşim, o Ömer -radıyallâhu anh-’ın torunlarındandır, kim bilir?!
Babam, kendisi öğretmen olduğu hâlde bana:
“-Kızım, önemli olan şer’î ilimler; Allâh’a iyi bir kul olmak!.. Gerisi önemli değil.” diyerek beni hep Allâh’ın dininde yoğunlaşmaya yönlendirdi. Bana hediye olarak hep kitap alırdı. Ben de okumayı çok sevdiğim için hepsini okurdum. Arapçaya hâkimiyetimi de babama borçluyum. Araplarda bir “âmmîce” denilen halk dili var, bir de “fussa” dediğimiz hakikî, fasih Arapça var. Fussa dilini halk pek bilmez; okullarda hep Fransızca öğretilir ve konuşulur. Yani halk, ya âmmice Arapça veya Fransızca konuşur. Bu da bizi dilimizden ve dolayısıyla dînimizi hakikî olarak anlamamıza vesîle olan hakikî Arapça’dan koparmak üzere yapılan emperyalist bir plân aslında... Bizim evimizde haftada bir gün Fussa Arapça konuşma günümüz vardı. Herkes o gün mecburen hakikî Arapça’yı konuşur veya okurduk. Dolayısıyla evimizdeki çocuklar bile onu duyarak öğrenirdi.
Babanız şehit olduğunda siz kaç yaşındaydınız?
Babamın şehit haberi geldiğinde ben dokuz yaşındaydım. Zaten biz o sıralarda babamdan böyle bir haber gelebileceğini tahmin ediyorduk. Çünkü babamın şehit olmasından bir hafta önce birçok yakın dostumuz rüyalarında babamla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyalarında görmüşlerdi. O hafta babam Cuma namazından sonra şehit olmuş. Öğrendiğimize göre, Afganistan’da herkese daima dersler okutmuş. Dedem, babamdan kırk gün evvel vefat ettiği için babam, babasının vefatına üzülmüş ve daima Kur’ân okumuş. Zaten kendisi de Kurrâ hâfız idi. İnsanlarla pek konuşmamış. Konuştuğu zaman da sadece Allah için yapılan sohbetler olmuş. Babam, Ağustos ayında şehit düşmüş. Sıcakta onu iki gün boyunca şehitler mezarlığına götürmek için bekletmişler. Ama onun cesedi hiç bozulmamış. Rengi bile değişmemiş; hatta kokmadığı gibi etrafına misk kokuları yayılmış. Bize üzerinde taşıdığı namaz takkesini göndermişlerdi. Vallahi o takkede kokusu hiç bitmeyen bir misk kokusu vardı. Babam çocukluğundan beri oruç tutardı. Muhtemelen o gün de oruçluydu. Hatta çocukken sık sık hâtiften gelen bir ses duyarmış. O ses, ona:
“-Duâ et, icâbet edilecek!” dermiş.
Gerçekten kimin için duâ etse, çok kısa zamanda duâsı kabul edilirdi. Kendisi için de:
“-Yâ Rabbi, beni Firdevs-i Âlâ’ya ulaştır!” diye duâ ederdi. İnşâallâh o duâsı da makbul olmuştur.
Evliliğiniz de biraz maceralı olmuş, değil mi?
Evet, evliliğim biraz maceralı geçti. On iki yaşıma girdikten sonra evlilik için pek çok teklif gelmişti. Bizim bölgemizde büluğa girdikten sonra evlilik için teklifler gelmeye başlar. Ama ben on sekiz yaşıma kadar hiçbir teklifi değerlendirmedim. Babam gibi ahlâklı ve takvâlı birisi ile evlenmek istiyordum.
Eşim, benden onbeş yaş büyüktür. O Amerika’da okumuş. Eşim ve ailesi, dindar değillermiş. Fakat eşim Amerika’ya gidince oradaki müslüman topluluklardan etkilenerek İslâm’ı yaşamaya başlamış. Çok gariptir ki, Fas “İslâm Devleti”; Amerika “küfür devleti”… Eşim İslâm’ı, İslâm devleti içinde değil de küfür diyarında iken bulup benimsiyor ve yaşamaya başlıyor. Hem de takvâ boyutunda… Upuzun sakalı varmış, Pakistanlılar gibi kıyafet giyermiş. Daima dünyanın çeşitli yerlerindeki zulüm gören müslümanlar için yardım toplayan bir insan olmuş.
Bir müddet sonra:
“-Amerika küfür beldesi, ben bir müslüman olarak İslâm beldesinde yaşamalıyım!” diyerek Araplardan vize istemeyen tek ülke olan Suriye’ye hicret etmiş. Eşim, gerek sözlü, gerekse yazılı olarak Fas’ın gidişatını eleştirdiği için ülkeye girişi yasaklanan bir düşünürdü. Bu yüzden Fas’a değil de Suriye’ye yerleşmiş. Orada bulunan İslâm âlimlerinden dersler almış. Benim dayım da o sıralarda Suriye’de yaşıyordu. O dayımı da babam büyütüp terbiye etmişti. Bu yüzden en çok dayımı severdim. Dayım, eşimle de yakın arkadaşmış. Eşim, dayıma dindar bir kızla evlenmek istediğini söylemiş. Dayımın aklına ilk defa ben gelmişim:
“-Benim yeğenim var, ama yaşı senden bir hayli küçük!.. Hem annesi sana vermez.” demiş. (Çünkü annem, eşimden sadece dört yaş büyüktü.) Zengin tüccarlar istediği hâlde, onlara kızını vermediler. Amcası Emniyet müdürü; sen de yasaklı birisin. Ülkene giremiyorsun. Yeğenimi buraya gönderip evlenmesine hiçbiri izin vermez!..” demiş.
Eşim:
“-Ben istihâre yaparım, sen de arayıp sorarsın. Bakalım ne diyecekler?!” demiş.
Eşimin arkadaşı da bir rüya görmüş, baştan aşağı siyah giyinmiş bir hanım ona gösterilip:
“-Bu senin arkadaşının eşi, o aynı zamanda bir hâfızdır!..” demişler.
O arkadaşı, rüyasını eşime anlatmış. Annemin yakın arkadaşı da rüyasında benim evlendiğim kişinin sîmasını görmüş. Fotoğrafı Suriye’den geldiğinde annemin arkadaşı:
“-Vallâhi bu bana rüyamda gösterilen kimsedir!” demişti.
Dayım telefon açıp anneme söyleyince, annem, tabiî ki “Olmaz!” dedi. Dayım, eşimin ahlâkından, dindarlığından bahsetse de annem yine “Olmaz!” dedi. Sonra dayım:
“-O hâlde Fatma Zehra’ya soralım!” dedi. Benimle konuştu; ahlâkının güzelliği bana çok tesir etti. Anneme dönüp:
“-Tamam, ben kabul ettim!” dedim. Annem:
“-Nasıl olacak? O hiç Fas’a gelemeyecek, sen oraya gideceksin. Belki sen de hiç gelemeyeceksin!” dedi. Ben de:
“-Allâh’a tevekkül ettim!” dedim.
Suriye’den bize resimlerini gönderdi. Resimler o günün şartlarında iki günde geldi Annem resimleri görünce:
“-Kesinlikle olmaz!” dedi. Çünkü eşim 1.90 metre boyunda, iri ve uzun sakallı, ben ise çok zayıf, kısa boylu, ondan on beş yaş küçüğüm. Ben onu, boyu-posu için değil, ahlâkı için seçtim! Ben babam gibi takvâlı olduğu için onu seçtim!” dedim ve kabul ettim.
Annem, amcama durumu anlattı. Amcam:
“-Fatma Zehra kabul etti ise, ben ona karışmam, yardım ederim!” dedi.
Birkaç gün sonra eşimin anne-babası geldi, nişan yaptık. Sonra iki gün düğün oldu, ama hiçbirinde damat yoktu. Düğüne gelen insanlar, damadı soruyorlardı. Biz de:
“-O tâcir, çok meşgul, gelemiyor!..” diyorduk.
Daha sonra annem ve kardeşimle beraber Suriye’ye gittik. Dayım ve teyzemlerde kaldık. Gittiğimizde Ramazan ayı idi, biz Şevval ayını bekledik. Çünkü Peygamberimiz’le Âişe annemiz o ayda evlendiği için “sünnet bir evlilik”le başlasın hayatımız, diye düşündük. Düğünümüz Fas’ta olmuştu. Ama biz birbirimizi hiç görmemiş ve konuşmamıştık. Eşim, dayımlara geldi. Orada görüşecektik ilk defa… İftara gelmişti. İftardan sonra onun bulunduğu odaya girdik annemle beraber… Benim yüzüm peçeli, ellerimde eldiven ve başım önümde… Yani ne ben ona bakabildim, ne de o beni görebildi. Annemle konuşmaya başladılar. Annem eşim vazgeçsin, kabul etmesin diye beni o kadar kötüledi ki, anlatamam. Eşime:
“-Benim kızım hiç yemek yapmayı bilmez, evimizde bütün işi hizmetçiler yaptığı için ev temizliği de, çamaşır yıkamak da bilmez. Tavuktan, sinekten bile korkar. Çok asabîdir… vs.” Bir kız için söylenebilecek ne kadar kötülük varsa, hepsini söyledi
Peki, zevciniz, annenizin söylediklerine nasıl cevap verdi?
Ne söylerse hepsine:
“-Hayırlı olur inşâallâh, hayırlı olur inşâallâh!..” dedi.
Annem odadan çıkınca:
“-Nasıl beğendin mi?” diye sordu. Ben:
“-Onu hiç görmedim, sadece çoraplarını gördüm!” dedim.
Eşim dayıma:
“-Yüzünü görmem lâzım; bu benim şer’î hakkım!” demiş.
İki gün sonra tekrar geldi. On beş dakika peçemi açtım. O beni o zaman gördü, ama hiç konuşmadım. O daha sonra annemi arayıp:
“-Fatma Zehra konuşabiliyor mu?” diye sormuş.
Üçüncü görüşmemizde, Şevval ayında nikâhımız kıyıldı, evlendik. Evlendikten kısa bir müddet sonra da Türkiye’ye geldik.
Hâfızlığınızı ne zaman tamamladınız? Kıraat-i Aşera’ya nasıl başladınız?
İkinci çocuğum doğduğunda, yirmi üç yaşındayken kendi kendime hâfızlığımı tamamladım, elhamdülillah! Babamla yaptığım sayfaları çok tekrar edip “has”ladığım için o sayfalarım yüzüne okuyorcasına sağlam oldu. Türkiye’ye geldiğimde kimseyi tanımıyordum. Bir arkadaşım vardı. Arapların kurduğu “Dârusselâm Vakfı”na götürdü beni… Oradaki Araplarla tanıştım. Yasemin Hoca beni sınav yaptı; okuyuşumu çok beğendi. En iyi hâfızlık sınıfına başladım. Orada “itkân icâzeti” alıyorsunuz. Her sayfanızın okuyuşunu dinliyorlar ve her sayfanın okuyuşu ve hâfızlığı için bu icâzeti alıyorsunuz.
Burada dört ay içinde “hâfızlık icazeti”mi, sonra da Dünya Hâfızlar Birliği’nin kurucusu ve sorumlusu olan Eymen Hoca’nın talebesi olan Rihab Hoca’nın talebesi Yasemin Hoca’dan “itkân icâzeti”mi aldım, elhamdülillah!
Rihab Hoca’dan “Cezeriyye”yi okudum. Rihab Hoca, okuyuşumu çok beğenince “Şatibiyye kıraati”ne başlattı. İki hocam da benimle birlikte kıraatlere başladı. Sonra “Verş Kıraati”ne başladık, ama o kıraati bize öğretecek bir hoca İstanbul’da yoktu. Biz de internetten bu okuyuşu öğreten hocalarla görüşüp internet üzerinden bu eğitimi aldık. Ben kalan kıraatleri de tamamlayıp “on kıraat üzere kurrâ hâfız” olmak istediğim için eğitime devam etmek istedim. Fakat evimizde internet yoktu. Pasaportumuz olmadığı için evimize internet alamıyorduk. Bu yüzden komşumuzdan ricâ ettik, onların internetine bağlanıyorduk, ücreti de ortak ödüyorduk. Bu mesele de halledilince internette hocaları ve diğer kıraatlerin metinlerini bulup diğer kıraatleri de ezberlemeye başladım.
Nihayet hepsini ezberledim, fakat elimde icâzetim yok! İcâzet alabilmek için internet üzerinden icâzet veren hocaları aramaya başladım. Libya’da bulunan bir hocanın üç kıraati okutup icâzet verdiğini buldum. Dünya Kurra Hâfızlar Birliği başkanı Eymen Hoca’nın talebelerinden bir hoca, ona hemen e-mail atıp bütün kıraatleri ezberlediğimi ve icâzet almak istediğimi söyledi. Hocadan aynı gün cevap gelmiş; ben cevap bile beklemediğim için dört gün sonra cevabın geldiğini gördüm ve çok sevindim.
Hoca, “«skaype»den bana okursan, şu saatler arası müsaitim!” diye cevap yazmış ve ben o saatlerde hazır bulunuyordum. Fâtiha’dan başlayıp Nâs Sûresi’nin sonuna kadar internet üzerinden hocama okudum, yani hatmettim. Hocam da çok beğendi. Üç kıraatle okudum. Altı ayda yarısını tamamladım, haftada üç gün okuyordum. Hiç yalnızken okumadım. Yanımda ya eşim ya da oğlu oluyordu. Zaten okurken yüzümü de görmüyordu. Kamerayı evin tavanına çeviriyordum.
İslâm’ın “ihtilât emri”, internet için de geçerlidir. Suriye’de de erkek hocalar, hanım talebelerini yüz yüze okutmazlar; bir perde arkasından okuturlar. Sonra Libya’da darbe oldu, internet gitti. İki ay sonra hocam e-mail attı.
“-Darbe bitince internet üzerinden derslerimize devam edeceğiz!” dedi.
Üç ay mecbûren ara vermiş olduk. Sonra tekrar başladık. Hocam:
“-Burada ne olacağı belli olmaz; bu yüzden bir ay içinde tamamlamalıyız!” dedi. Artık her gün okumaya başladık. Bir ay içinde bitirdik. Küçük kızım bebekti ve ben her gün sabahtan kursa ders vermeye gidiyorum, akşam 16:00’ya kadar kurstayım. Eve geliyorum, üç çocuk ve akşam eve gelen talebelerim var. Astım olduğum için tıkanıyorum; interneti açmadan bir saat evvel buhar yapıyorum, ondan sonra hocama ders vermeye başlıyorum. Her oturuşumuzda hocama üç kıraatle on beş sayfa okuyordum. Hocam, hem okuyuşuma, hem de azmime hayran kalıp:
“-Senin gibisini hiç görmedim!” diyordu.
Türkiye’ye gelen bir hoca ile bana icâzetimi gönderdi. Daha sonra ben kurstaki hocalarımı okutup onlara icâzet verdim, elhamdülillah!
Yakında Kur’ân-ı Kerîm’in hattı ile ilgili bir icâzet alacağım, inşallah! Ben üç kıraatle icazetimi almıştım, fakat ben on kıraat üzere okuyup kıraatimi tamamlamak istiyordum. Dubai’de bir arkadaşım var; eşi Dubai’de imam… İnternet üzerinden onunla görüşüyordum. Bu isteğimi ona söyleyince o:
“-Burada on kıraat üzere okuyup icâzet veren eşimin hocası var. Bu hoca, on kıraati en yüksek derece ile bitiren dünya birincisidir!” dedi.
«Skaype» adresini verdi, oradan görüşüp durumumu anlattım. O da:
“-Önce okuyuşunu dinlemem lâzım!” dedi. Ben okuyunca:
“-Halâs, tamam, tamam okuyuş çok iyi! Sana kalan kıraatleri okutacağım, fakat bir şartım var!” dedi. Ben de
“-Şartınız nedir?” deyince:
“-Müsait olduğun her gün okuyacaksın, bahane istemiyorum!” dedi.
“-Kabul ediyorum!” dedim. Sekiz ayda 10 kıraatle okuyuşumu bitirdim.
On kıraat üzere okuyuşun usûlü nedir?
Önce bütün kıraatler üzere okuyuşu defterinize yazıyorsunuz. Her kıraatin yazılışı da, okunuşu da farklıdır. Her kıraat için ayrı Mushaf, yani Kur’ân-ı Kerîm metni var. On tane mushaftan bir âyet alıyorsunuz; on ayrı şekilde yazıyorsunuz. Bu yazdığınız on ayrı okuyuşu ezberliyorsunuz. Böyle böyle bütün Kur’ân-ı Kerîm’i on kıraat üzere yazıyorsunuz. Sonra bu yazdığınız kıraatleri ezberliyorsunuz. Bazen on ayrı okuyuştur bu... Bu âyetlerin bazılarının yazılışları iki sayfadan fazla da sürebilir. Bittiğinde Kur’ân-ı Kerîm’i on defa yazmış ve on ayrı okuyuşla ezberlemiş oluyorsunuz. Bu çok meşakkatli, ama mânevî ikramı da o nisbette fazla… Sanki mânevî lezzeti olan, kurulmuş on ayrı sofra gibi…
Bu zaman zarfında daima hayırlı ve müjdeli rüyalar görüyordum. Sanki Allah benim için ayrı bir zaman yaratmış gibiydi, zamanımda büyük bir bereket vardı. Sabahtan akşam 19:00’a kadar öğrencilerimle meşguldüm. Sonra kıraatleri yazıp ezber yapıyordum. En küçüğü dokuz aylık olmak üzere üç çocuğum, evim ve bir işim vardı. İşte bütün bunların ciddi bir aksaklık olmadan vaktinde yetişmesi, Allâh’ın lütuf ve ikramından başka bir şey değildir.
Kıraat üzere okuyuşla, hâfızlığınızı taçlandırmak azmi nereden geliyordu?
Bu, benim küçüklüğümden beri hayalimdi. Babam da iki kıraat (Hafs ve Verş) üzere Kur’ân hâfızı ve âşığı idi. Onun gibi Kur’ân-ı Kerîm okuyuşunun hakkını vermeyi istiyordum. Allah Teâlâ, hakkıyla yaşamayı da nasip etsin inşâallâh!..
O zaman iki çocuğum vardı ve ikincisi çok küçüktü. Eşim o günlerde bana çok yardım etti. Eğer onun yardımları ve desteği olmasaydı, bu kadar kısa bir zamanda tamamlayamazdım. On altı senedir evliyiz. Bir tek kelime kötü sözünü duymadım; çok merhametli ve ailesine çok değer veren bir zevc… Allah kendisinden râzı olsun. Ben evlendiğimde teyzemin kızı, babamı rüyasında görmüş. Şehid babam, bu evlilikten çok mesrur olduğunu ve eşimin makâmının Sidretü’l-Müntehâ’da olduğunu söylemiş.
Beni hâfızlığa teşvik eden hususlardan birisi olarak kızkardeşim gördüğü bir rüyadan bahsedeyim size… Kız kardeşim rüyasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmüş. O, ben ve kız kardeşim bir sofranın etrafında oturuyormuşuz. Kız kardeşimin ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde birer bardak süt varmış, ama ben de yokmuş. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendi sütünü bana ikram etmiş, ben de hepsini bitirmişim. Kız kardeşim bunu görünce çok utanmış. Çünkü Peygamber Efendimiz’e hiç süt kalmamış. Bunun üzerine kendi bardağını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ikram etmiş.
Kız kardeşim bu rüyayı belki de evliliğimin ilk ayında görmüştü. Rüya yorumlamada iyi olan teyzeme bu rüyanın yorumunu sorduk. O da:
“-Bu çok ilim demek, şer’î ilim demek!..” diye yorumlamıştı. İşte bu tâbir, benim dînî ilimlere ve bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’e olan sevgi ve meylimi arttırdı.
Oğlunuz Ahmed’in hâfızlık hocası da sizsiniz. Altı yaşında hâfız olmuş. Küçük yaşta hâfızlık eğitimi için nasıl bir metot uyguladınız?
Oğlum Ahmed, doğmadan evvel bir bebeğimizi kaybetmiştik. Daha doğmadan vefat etmişti. Ben o zaman Hazret-i Meryem Annemizi rüyamda gördüm. Şimdi rüyamı anlatmak istemiyorum. Ama bu rüyayı, sâlih bir kimse şöyle yorumlamıştı:
“-Senin bir oğlun olacak. O bülûğ vaktine erişmeden evvel hâfız olacak ve şehid olarak vefat edecek!..” demişti.
Gerçekten daha sonra oğlum Ahmed dünyaya geldi ve bülûğa erişmeden hâfız oldu. O daha üç yaşındayken ben ikinci bebeğime hâmile oldum. Hasta yatardım, o da benim yanıma yatardı. Ben kısa sûreleri okurdum, o da tekrar ederdi. Böylece kısa sûreleri ezberlettim. O kadar kısa sürede ezberliyordu ki, ben ona hayran kalıyordum. Çocukların ezberlemesi için hazırlanan bir hatim cd’si var. Hoca okuyor, çocuklar koro hâlinde tekrar ediyorlar. O kaseti dinliyordu. Uyuyunca da ilk iki saat uykusunda dinletirdim. Ben sabah uyandığında ezberletmek için âyete başlıyordum. Meselâ ben; “Amme yetesâelûn…” deyince o, “ani’n-nebei’l-azîm” diye devamını getiriyordu. Uykusundaki o dinleme ile ezberliyordu, mâşâallâh!
Üç buçuk yaşındayken yazmayı, daha sonra da okumayı öğrettim. Beş yaşındayken son beş cüzü ezberlemişti. Okumayı öğrenince kendisi ezber yapmaya başladı. Bir defa okuyunca sayfayı ezberlemiş oluyordu. Allah ona özel bir ikramda bulunmuştu; o da bunu değerlendiriyordu. Yedi yaşına gelmeden hâfızlığını tamamladı, elhamdülillah!
Dokuz yaşında burada Diyânet’in hâfızlık imtihanına girdi. Hayran kaldılar, bizi tebrik ettiler, elhamdülillah! Burada Arap Okulu’na verdik. Onu birinci sınıftan değil, ikinci sınıftan başlattılar. Suud Konsolosluğu başarısından dolayı onu burslu okutuyor, ayrıca burs veriyorlar. Onu da, bizi de umreye göndermek istediler. Fakat ne onun ne de bizim pasaport ve kimliğimiz olmadığı için götüremediler. Benimle birlikte 16 cüzü, on kıraatte bitirdi. Şu an bir erkek hocadan ders alarak devam ediyor. Erkek hocadan icazet alması daha iyi olur diye düşündük.
Kur’ân-ı Kerîm yarışmalarına girmek istiyor, ancak pasaportu olmadığı için katılamıyor. Türkiye’de ayrıcalıklı özellikleri olan çocuklara Türk pasaportu verilebiliyor. Hatta geçtiğimiz aylarda Suriye’den gelen bir piyanist çocuğa bir gecede pasaport çıkartılıp Türkiye’yi temsilen yarışmalara gönderdiler. Ben kendimden ve eşimden vazgeçtim; sadece çocuklarım için istiyorum. Liseyi bitiriyor, üniversiteye gidecek. Fakat oğlumun bu kadar başarısına rağmen pasaportu olmadığı için burada üniversite okuması mümkün değil!.. Ancak Allah büyük, mutlaka bir kapı açacaktır. Bizim eşimle pasaportumuz vardı, ama süresi bittiği için bir şey yapamıyoruz.
Türkiye’ye geldiğinizde ne gibi sıkıntılar çektiniz?
Çok fazla problemimiz vardı. Maddî sıkıntılarımız, ikamet problemimiz… Ayrıca eşim işsizdi. İlk geldiğimde hiç komşum yoktu. Zaten Türkçe bilmiyordum. Pasaportumuzu kaybedince de korkumuzdan başkaları ile iletişim kuramadık.
Peki, evi nasıl kiraladınız?
İlk geldiğimizde eşyalı bir evde kaldık. Ardından 3 yıl boyunca eşimin bir arkadaşının evinde kaldık. Onlar evlerini satmaya karar verince orayı da boşalttık. Hanımı da benim arkadaşımdı. Iraklı Semira… Daha sonra beni Dârusselâm Vakfı ile tanıştırmıştı. Sonra başka birinin adıyla kiraladığımız başka bir eve geçtik.
İkamenizi nasıl kaybettiniz?
İlk önce Suriye’den gelmiştik. Suriyeli gibiydik. Suriye’den gelişte üç ayda bir yurt dışına çıkınca vizemiz yenileniyordu. Vize yenilenmesi için Kıbrıs’a gidip geldik. Eşim üç defa gitti, ben ise iki defa gittim. Türkiye’den çıkmamız yeterliydi, hemen geri dönüyorduk. Son seferinde oğlum yeni doğmuştu ve ben hastanedeydim. Görevlilere durumu anlattık, sadece eşimin çıkması yeterli oldu. Pasaportumuzun süresi bitince Türkiye’de kaldık.
İstanbul’da hangi hizmetlerde bulundunuz?
Uzun müddet Kumrulu’da Arapça hocalığı yaptım. Hâlen evimde de Arapça, Kurrâ okuyuş ve tefsir dersleri veriyorum, elhamdülillah!
Kaç yıldır Türkiye’desiniz? Biz Türk kardeşlerinize dergimiz aracılığı ile söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Türkiye’ye gelmeden evvel hiç İstanbul’u görmemiştim. Suriye’den Türkiye’ye geleceğimiz günlerde rüyamda bir şehir gördüm. Evlerden çok mescid vardı. Bütün şehir camilerle dolu, bütün şehir mesciddi. İstanbul’a gelip de câmileri görünce:
“-İşte rüyamda gördüğüm câmiler, bu camilerdi!..” dedim.
Daha önce Türk mimarisinde bir câmi görmemiştim. 1999 yılında Türkiye’ye geldik ve daha ilk çocuğum Ahmed yoktu. En yalnız olduğum zamanlarda, benim âilem oldular. Bütün Türk kardeşlerime çok teşekkür ederim. Özellikle de Zehra Eriş hocama ve ailesine teşekkür etmek istiyorum. Buradaki kardeşliği tattıktan sonra Fas’ta yaşayabileceğimi zannetmiyorum. Kendi memleketimde, kendi ailemin yanında gibiyim. Allah hepinizden râzı olsun.
Kardeşlerim, çocuklarınıza Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmekte geç kalıyorsunuz! Hâfızlık yapmaya çok teşvik edilmediğini görüyorum. Bu hususa ağırlık veren cematler de var, ama yeterli değil. Daha çok ehemmiyet verilmeli!.. Tabiî ki, tek Kur’ân-ı Kerîm’in okuyuşunu öğretmek ve Kur’ân hâfızı yapmak yeterli değil!.. Kur’ân ahlâkı ile çocuklarımızı yetiştirmeliyiz. Kur’ân’ı yaşamaları, hâfızlıktan daha önemlidir.
Bir de Arapça öğrenmeli çocuklar… Arapça’yı öğrenirse, Kur’ân-ı Kerîm’i anlayacak. Her dil öğretiliyor, ama Arapça’ya çok ehemmiyet verilmiyor Türkiye’de... Namazı, gördüğüm kadarıyla herkes kılıyor, ama namaz gibi farz olan oruca yeteri kadar ehemmiyet verilmediğini görüyorum. Ramazan’da bizim ülkelerimizde herkes oruç tutar, çocuklar bile… Ama burada açıkça yemek yeniyor. Tutulmasa bile açıkça yemek yemek büyük bir isyan alâmeti!.. Misafir gelen Suriyeliler bile Türkler’den bu yanlışlıkları, “hürriyet” adı altında kopyalayıp yaşamaya başladılar.
Bir de en çok hayret ettiğim şey; anneler tesettürlü, fakat kızları tesettürlü değil!.. Bu, hiç normal değil!.. Yani nesillerimize dînî hayatımızı aktaramamak büyük tehlike!.. Yeterince dinimizi öğrenmez, onu hakkıyla yaşamaz ve Allâh’ın emrettiği “emri bi’l-mâruf”u yapmazsak, nesillerimizi kaybederiz!.. Bu da çok büyük bir mesûliyet!..
“Ehl-i Beyt” olmak büyük bir kıymet, büyük bir ikram!.. Siz “Ehl-i beyt”tensiniz. Peygamberimizin soyundan gelmek nasıl bir duygu?
Çok büyük bir ikram, elhamdülillah!.. Daima dikkatli olmak, Peygamber Dedemize layık bir evlât ve ümmet olmak için hayatınıza çeki düzen vermek zorundasınız. Peygamber Efendimiz’i çok seviyoruz. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sadece Peygamberimiz değil; aynı zamanda Ceddimiz, Dedemiz!.. Babam:
“-Ehl-i Beyt için iki günah, iki sevap vardır!..” derdi.
Ne yaparsan iki katı… Zaten Ahzâb Sûresi’nde de bu hakîkat bildirilmekte... Ama biz de insanız ve günahlardan korunmuş değiliz; hatalarımız da, günahlarımız da olabilir.
Bize kıymetli vakitlerinizi ayırıp sorularımıza cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Estağfirullah kardeşim, ben teşekkür ederim. Allâh’a emânet olunuz.
YORUMLAR