Peygamber Efendimizin Rehberliğinde Eğitimcinin Özellikleri

Eğitimcilik peygamber mesleğidir. Bütün peygamberler, vazifelendirildikleri toplumların ilmini, ahlâkını ve ibâdetini kemâle erdirmeye, kısacası Allâh’a olan iman ve teslimiyetlerini artırmaya çalışmışlardır.

 

1- Sahasına Hâkim Olmalıdır

Kısacası söylediğini bilmeli, bildiğini söylemelidir. Allah Rasûlü, Cebrail -aleyhisselâm- vasıtasıyla öğrendiği her şeyi ashâbıyla paylaşmıştır. Kendisine arz edilen meselelerde bilgisi varsa, cevabını hemen verir; aksi hâlde bir vahiy gelene kadar beklerdi. Bu durum, Peygamber Efendimize mahsus bir özelliktir. Yani bize Allah tarafından doğru ve yanlışı öğretmek üzere husûsî bir vahiy inmeyeceğine göre, biz, insanlık için indirilen en son dinin esaslarına müracaat etmeli ve hayatımız için gerekli kıstasları oradan almalıyız. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye başta olmak üzere, İslâm âlimlerinin bir halı gibi ilmek ilmek dokuduğu, Fıkıh, Siyer, Akaid-Kelâm, Tarih, Dil ve Edebiyat, Tasavvuf ve Ahlak ilimlere müracaat etmeden, bu konular hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan konuşmak, beyhude konuşmaktır. İnsana faydadan çok zarar getirir. Câhil rehberler, hem kendilerini, hem de kendilerine tâbî olanların veballerini yüklenerek saparlar ve kendisine uyanları sapıtırlar.

 

2-Bildiğiyle Amel Etmelidir

Bir insan, inanmadığı bir hususa kimseyi inandıramaz. Yapmadığı bir işi, kimseye benimsetemez. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına öğreteceği inanç esaslarına önce kendisi îman etmiş, kalbi mutmain olmuştu. (Bkz: el-Bakara, 285)

Bunun dışında Cebrail’in tâlimi ile ilk namaz kılan, ilk oruç tutan, câhiliye hurâfelerden arınmış bir şekilde ilk defa hac eden, servetinin hemen hemen tamamını zekât ve sadaka olarak dağıtan, cihad meydanlarında düşmana karşı kavî bir şekilde duran ve bütün bunların prensip ve esaslarını bizzat yaşayarak gösteren O’dur.

Allah Rasûlü, bütün bu ibâdet, muâmelât ve güzel ahlâkı, bilgi olarak öğretmekle kalmamış, onların hayatın değişken safhalarına nasıl intibak ettirileceğine dair de canlı bir örnek olmuştur. Peygamber Efendimiz’i tebliğinde başarılı kılan en önemli unsur, bildiklerini ve öğrendiklerini hayatına tatbik etmesi, yaşayarak öğretmesi, âdeta “Canlı bir Kur’ân” olmasıdır.

Bizzat yaparak ve tatbik ederek öğretmek… Tatbik etmek, misal olmak, söylemekten daha çok tesirlidir. Bugün eğitim sahasında eksikliğini en çok hissettiğimiz nebevî usûl de budur. (Bkz: el-Ahzâb, 21) İlim, amele dönüştüğü müddetçe sahibini kurtarır. Aksi hâlde ağır bir yük ve büyük bir vebaldir.

 

3-Muhatabını İyi Tanımalıdır

Terzi, eline aldığı kumaşın özelliklerini bilmezse ya onu kesip biçerken, ya dikip ütülerken muhakkak kumaşa zarar verir. Sıradan bir meslek olan terzilik bile, böyle bir iş için bilgi, dikkat, maharet, ehliyet ve firâset istiyorsa, insan yetiştirme sanatı olan eğitim için de bütün bu özellikler, hatta daha fazlası gerekir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın her ferdinde farklı farklı tecellilerini gösterdiği, büyük bir sanat eseridir. Her insan, âdeta parmak izleri gibi birbirinden farklıdır. Bu sebeple insanı muhatab alan eğitim de muhataba göre şekillenmelidir. Bunun için muhatabın en iyi şekilde tanınması şarttır. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizi şöyle târif eder:

 “Sen onları sîmâlarından tanırsın.” (el-Bakara, 273)

Muhatabı sîmasından anlayabilecek bir idrâk seviyesi… Demek ki, zeki ile ahmak, âlimle câhil, zengin ile fakir, aç ile tok, meraklı ile ilgisiz kimse, o “nebevî firâset” sayesinde ayırt edilebiliyor. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, soruları ve ihtiyaçları, kişinin hâlinden ve sîmasından teşhis ederdi. Bu hususta mü’minlerin içinde de zamanla firâset duygusunun derinleşeceğini haber veren de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir:

“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsir, 15/3127)

Eğitimcinin, muhatabının sıkıntılarını, dertlerini görmeden, sürekli ona bir şeyler öğretmeye çalışması müsbet netice vermez. Zira insanın gönlü, öncelikle kendi sıkıntısıyla meşguldür. Gönülden o dert ve tasayı çıkarmadan, oraya yeni bir şey eklemenin imkânı yoktur.

Eğitimde seviyeyi tespit için de çalışmalar yapılmalıdır. Bu tespitlerin neticesinde de seviyesi zayıf çıkanlara tebessümle muâmele edip, ayrıca meşgul olmak, yüksek çıkanlarla da özel bir alâka ile meşgul olup daha fazla inkişaf ettirmeye çalışmak gerekir. Zira seviyelerin farklı farklı olduğu ortamlarda yapılacak eğitimde, ortalama seviyenin üstündekilerin sıkılması, altındakilerin ezilmesi problemiyle karşılaşılır. Bunun çaresi de kişilere özel alâkadır.

 

4-Şahsî Farklılıkları Gözetmelidir

Bu husus da bir önceki maddenin devamı mâhiyetindedir. İnsanların farklı olduğunu bilen, bu farklılıklara ne şekilde muâmele edeceğini iyi hesab edebilen bir eğitimci, elindeki malzemeden en üst noktada verim alır.

Aslında eğitimciler gönül işçisi ve istikbâlin mimarlarıdır. Bir muallimin öğrencileri içerisinde, kültürlü âilelerden gelenler olduğu gibi, kültürsüz âilelerden gelenler de olacaktır. Kimisi bir evin tek çocuğu iken, kimisi kalabalık bir âileden gelmiş olacaktır. Kimisi hırçın tabiatlı bir âileden gelirken, kimisi zarif, nârin bir yapıda olacaktır.

Eğitimci şahsî farklılıkları gözetmesini bilmeli, problemleri çözmede, dertlere derman olmada, hastalıkları tedavide ona göre bir metot izlemelidir. Her halukârda eğitimci şu hakikatleri düstur edinmelidir:

“Râm olmadan, sahip olunamaz.” Yani, bir şeye kendinizi tamamen fedâ etmeden, o işten bir netice almak, çoğu kere mümkün değildir.

“Problemini çözdüğünüz insan sizindir.” İnsanların yardıma en muhtaç oldukları esnada, onların yanında olur ve dertlerine derman olursanız, o da size gönlünüzü açar. İnsanların problemlerini çözebilmek için de, onları ve problemlerini çok iyi bilmek gerekir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İbn-i Abbas -radıyallahu anhümâ-’ya:

“-Ey İbn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman fitneye düşmelerine sebep olur.” (Deylemî, V, 359)

Hazret-i Mevlânâ da aynı hususta şöyle der:

“-Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin, karşındakilerin anlayabileceği kadardır.”

Yani eğitimci, muhataplarının idrak seviyesine göre bir üslup kullanmalıdır. İdrâk seviyesi düşük olanlara yüksek seviyedeki hakikatleri anlatmaya kalkışmak, hem boşuna bir yorgunluk, hem de o hakikatlerin israfıdır. Zira ecdadın tâbiriyle “Müşterisiz metâ zâyidir.” Yani alıcısı bulunmayan bir şeyi vermeye kalkışmak, onu ziyan etmektir.

Tabiî, bunun zıddı da mümkündür. Yani eğitimcinin dağarcığı ne kadar zengin olursa olsun, şayet onu aktarma kabiliyeti zayıfsa, istidatlı talebeye yazık edilmiş olur.

 

5-Çocuklarla Çocuk Olmalıdır

Eğitimci vakarını zedelemeyecek bir samimiyet ölçüsünde, çocuklarla çocuk olmasını bilmeli; onların oyunlarla, şakalarla dolu dünyasına girerek, onların gönlünü fethetmelidir. Efendimiz, bu hususta çok güzel misaller sergilemiştir:

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescidden hâne-i saadetlerine dönerken çocuklar yoluna çıkarak;

“-Hasan ve Hüseyin’e verdiğin gibi bize de bir şey vermezsen, Sen’i bırakmayız!” dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hazret-i Bilal’e;

“-Eve git; ne bulursan getir de kendimi bunlardan satın alayım!” dedi.

Bilal gidip sekiz kadar ceviz getirdi. Rasûlullah da, bu cevizlerle kendisini çocuklardan satın aldı. Sonra da;

“-Kardeşim Yûsuf’u kıymetsiz bir fiyata sattılar. İşte beni de sekiz cevize sattılar!” buyurarak latîf bir nükte yaptılar.

 

6-Kabiliyetleri Keşfedip Beslemelidir

Eğitim bir yatırımdır. Eğitimci sermayesini, en çok verim alacağı sahaya kullanmaya da gayret etmelidir. Nasıl bir koyun sürüsü içerisinde koçlar hemen belli olursa, eğitimcinin gözüyle de kalabalıklar içinden kabiliyetleri seçmek öyle kolay olmalıdır. Kabiliyetlilere özel alâka gösterilerek, daha fazla inkişaf etmelerine zemin hazırlanmalıdır. Çünkü her insan bir değildir. Bazı insanlara bir saat emek sarfetmekle on metrelik mesafe alınabilirken, bazılarına on saat sarf etmekle bir metrelik mesafe alınabilir. Bu yüzden toplumu sürükleyecek çapta özel kabiliyet ve üstünlükleri olan insanlarla meşgul olmak ve bunların eğitimiyle daha fazla meşgul olmak, verilen emek ve hizmetin daha fazla verimli olmasını temin eder. Peygamber Efendimiz, ilmî ve manevî sahada yüksek kabiliyetlerin bulunduğu “Suffe Ashabı”na daha fazla ilgi göstermiştir. Bu özel alâka sayesinde “suffe ashabı”nın istidatlı gençleri daha fazla inkişâf etmiştir.

 

7-Muhatabı ile Çekişmemelidir

Yirmi üç senelik nebevî hayatı, Kur’an-ı Kerim’in tefsiri mahiyetinde olan Peygamber Efendimiz’in nezih hayatı, yalnız tebliğ ile geçmiş, hayatında aslâ çekişme ve münakaşa olmamıştır.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkan, 63) buyrularak has kulların vasıflarından birinin kimseyle çekişmeyerek münakaşaya girmemesi olduğu ifade edilmiştir.

Zaten Mevlânâ Hazretleri’nin de buyurduğu gibi:

“Câhiller karşısında kitap gibi sessiz olmak lâzımdır.”

Eğitimciler de öğrencileriyle nezaket ve zarafet ölçüleri içerisinde konuşmalı, gereksiz münakaşa ve tartışmalara fırsat vermemelidirler.

Unutmamalıdır ki, sertliğin aşırısı, kin doğurur. Hoşgörünün aşırısı, otoriteyi zayıflatır. Ortası ise, selâmettir. Eğitimci, Allah rızasını ön planda tutup kimseyi incitmeyerek ve incinmeyerek gönlünü bir dergâh hâline getirmelidir.

 

8- Muhatabı Utandırmadan Uyarmalıdır

Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile onu rencide etmemek için -âdetâ- belirsiz hâle getirir ve o kusurdan bütün topluluğu sakındırırlardı. Bazen de muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:

“−Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum.” buyurarak, kendilerine âdetâ galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederlerdi. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir adamdan menfi bir söz ulaştığında: “Falan niye böyle söylemiş?” demezdi. Lâkin:

“İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?” derdi.” (Ebu Davud, Edeb 5/4788)

 

9- Leyyin Lisan Kullanmalıdır

Leyyin lisan ve tebessüm, eğitimcinin tabiat-ı asliyesi olmalıdır. Çünkü eğitim-öğretimin en büyük sermayesi lisândır. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’yı, ilâhlık iddiâsında bulunan Firavun’a gönderirken:

“Ona (Firavun’a) yumuşak söz söyleyin! Belki o, aklını basına alır veya korkar.” (Tâ-hâ, 44) buyurmuştur.

Bizim muhatabımız, Firavun’dan daha aşağı değil; biz de Hazret-i Mûsâ’dan daha üstün değiliz!.. O hâlde karşılaştığımız bütün insanlara muâmelemizde, söz ve davranışlarımızda hep tatlı söz söylemeyi şiar edinmeliyiz.

Hiçbir dere ya da hiçbir akarsu dağa doğru akmaz. İnsanlarla muâmelelerde de kibirli, burnu havalarda olan kimselere dönüp bakan, onlarla muhatab olan çıkmaz.

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize hitâben şöyle buyurmaktadır:

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)

Demek ki, insanlar, tatlı suyun başında toplanırlar. Acı suyun başı, tenhâ olur.

 

10- İmkân ve Fırsatları Değerlendirmelidir

Eğitimci, imkân ve fırsatların, ayağına gelmesini bekleyemez. O daima hizmet arayışında olur. Peygamber Efendimiz, on üç sene insanlara tebliğ için çırpındı. “Ayağıma gelsinler de anlatayım.” demedi. Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi azılı müşriklere bile defalarca gitti, onları İslâm’a dâvet etti. Panayırlarda, pazarlarda, kalabalıklarda hep insanları Allâh’a dâvet etti. Belki bir kişinin hidâyetine vesile olur diye bütün fırsatları değerlendirmeye çalıştı.

Hidâyete erişmiş ashâbının, dînî hakikatleri iyice anlaması için de her fırsatı ganimet bildi, değerlendirdi. Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Bir keresinde Allah Rasûlü’ne bir grup esir getirdiler. İçlerinde (ayrı düştüğü) çocuğuna duyduğu hasretten dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan, göğsüne bastırıp emziren bir kadın da vardı. Efendimiz çevresindekilere (o kadını işaretle);

“-Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu.

“-Asla, atmaz” dedik. Bunun üzerine Şefkat Peygamberi Efendimiz;

“-İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu. (Buharî, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 22)

 

11-Beden Temizliğine ve Kıyafetlerine Özen Göstermelidir

Eğitimci, insanların dış görünüşe her zaman önem verdiklerini unutmamalıdır. Her ne kadar anlatılan şeyler çok değerli de olsa, onu takdim eden kimse, insanları tiksindirecek veya kendinden uzaklaştıracak bir şekilde ise, sözün kıymeti de kendiliğinden azalır. İnsanlar, kıyafetleri ile karşılanır, söz ve sohbetleri ile uğurlanır.

Allah, peygamberlerini, insanların kendilerinden uzaklaşmasına sebep olacak her türlü sakatlık, hastalık ve illetlerden muhafaza etmiştir. Kısaca eğitimci, karakter ve hayranlık tevzî eden kimse olmalıdır. Üstü başı dağınık olanın zihni de dağınık olur.

Allah Rasûlü, üstü başı dağınık olarak huzûruna gelen bir adama:

“Malın var mı? Hâlin vaktin nasıl?” diye sormuş, adamın maddî imkânının iyi olduğunu bildirmesi üzerine:

“O hâlde, Allah sana mal verince, eseri üzerinde görünsün!” (Nesâî, Zînet, 54; Ahmed b. Hanbel, IV, 137) diye onu îkâz etmişlerdir.

Başka bir hadîslerinde de:

“Allâh, kuluna verdiği ni’metin eserini onun üzerinde görmeyi sever..” (Ahmed b. Hanbel, II, 182) buyurmuşlardır.

Bu vak’alar İslâm’da kalb temizliği ile zâhirî estetiğin birbirinin mütemmimi olduğunu ne güzel ifâde eder.

Sözün tesirini artıran, beyânı güçlendiren ve güzelleştiren yardımcı unsurlardan biri de tabii bir jest-mimik kullanımıdır. Efendimiz, anlatımı güçlü kılmak ve dikkatleri teksif etmek için ellerini ve yüz hatlarını da tabiî bir şekilde kullanmıştır. Eğitimci, mesajını verirken muhatabının sadece kulağına hitap etmekle yetinmemeli, jest ve mimiklerle gözlerine de hitap etmeyi bilmelidir. Jest ve mimikler, konuşanın rahatlığını gösterirken, konuşan ile dinleyen arasında da sıcak bir alakaya zemin oluştururlar.

Cabir (r.a.) Efendimiz’in etkili hitâbetini şöyle anlatır:

Rasulullah (s.a.v.) hutbe îrad ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir;

“Düşman sabah ve akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz!” diye ordusunu uyaran kumandan gibi öfkesi artar ve şahadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek:

“–Benimle kıyâmetin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim.” derdi.” (Müslim, Cuma 43; İbn-i Mace, Mukaddime 7)

 

Melike ŞAHİN

 

 

 

 

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle