Arabistan ve Hristiyanlık
Arabistan Yarımadası’nda, bilhassa Peygamber Efendimizin yaşadığı Mekke-Medine bölgesinde, Hıristiyanlık çok yaygın bir din değildi. Hıristiyanlar daha çok Arabistan Yarımadası’nın kuzey ve güney bölgesinde yer almaktaydı. Çeşitli kabileler arasında tek tük yaşayan münzevî Hıristiyanlar bulunduğu gibi, bazen kabilenin hepsinin birden Hıristiyanlığa mensup oluşuna da rastlanırdı. Hristiyan Arap kabilesi olan Gassânîler (Benû Gassan) ile Hıristiyanların yoğun yaşadığı Necrân bölgesi ilk akla gelenlerdir.
Peygamber Efendimiz ve Hristiyanlar
Peygamber Efendimizin çocukluğu döneminde, amcası Ebû Talib ile bir ticârî seferde karşılaştığı rahip ile ilgili kıssa birçok İslâm tarihi kitabında yer alır. 12 yaşlarında Şam tarafına doğru giderlerken Busra denilen bir köyde, Bahira ismindeki bir rahip, pek âdeti olmadığı hâlde kâfileyi davet etmiş ve onlara yemek ikrâm etmişti. Orada Peygamber Efendimizi “keşfetmiş”, ona birtakım sorular sorarak ileride kendisine nübüvvet verileceğini anlamış ve Ebû Tâlib’i, onu Şam’a götürmemesi noktasında ikna etmişti.
Daha sonraki yıllarda aynı bölgede Nastura ile görüşen Peygamber Efendimize, 40 yaşında nübüvvet verildiğinde, ne olup bittiğini anlamak üzere, Hazret-i Hatice’nin akrabası olan Varaka bin Nevfel’e müracaat etmişti. Varaka, Tevrat ve İncil’i bilen, yaşlı bir âlimdi. Peygamberimizin anlattıklarından, O’nun Allah tarafından nübüvvetle vazifelendirildiğini anlamış ve ileride başına gelecekler hakkında kısa bir mâlumât vermiştir.
Bu iki hâdisede zikredilenler dışında, Mekke ve Medine’de, Peygamber Efendimizin etrafında çok fazla Hıristiyan bulunmamaktaydı. Ancak Peygamber Efendimiz nübüvvetin ilk yıllarında Mekkeli müşrikler tarafından işkence altında kıvrandırılan ashâbını, insaflı bir Hıristiyan kral olan Habeşistan Necâşîsi Ashama’ya yönlendirmiştir. O da Peygamber Efendimizin göndermiş olduğu muhâcir Müslümanlara sahip çıkmış ve onları ülkesinde barındırmıştır.
Hudeybiye Anlaşması’nı müteâkip Peygamber Efendimiz, civardaki kabile ve ülkelere, İslâm’a davet etmek üzere elçiler göndermiştir. Bu elçilerin gittiği yerlerden bazıları da Hıristiyanlığı benimsemiş kabile ve devletlerdi. Meselâ o günkü Bizans (Roma) İmparatoru Herakliyus, Peygamber Efendimizden gelen bu mektubu almış, o bölgede bulunan Mekkeli Araplardan bir heyeti huzuruna çağırtarak kendilerine Peygamber Efendimiz hakkında birtakım sorular sormuştur. Onların verdiği cevaplarla, gönlen İslâm’a meyleden Herakliyus’u, etrafındaki kabinesi sert muhalefeti ile bu görüşünden vazgeçirmiştir.
Yine bu sıralarda Müslüman elçilerine yapılmış olan taarruz ve suikastlar neticesi Peygamber Efendimiz, üçbin kişilik bir müfrezeyi Mûte’ye göndermiş (hicrî 8. yıl), bundan bir yıl sonra, başında bizzat bulunduğu bir ordu ile Hıristiyan Bizans idâresinde bulunan Tebük’e kadar ilerlemiştir.
Peygamber Efendimizin gerek İslâm’a dâvet mektupları, gerekse askerî harekâtı göstermektedir ki, Hıristiyanlık hükmünü yitirmiş bir dindir. Onun mensupları da İslâm’a girmedikçe hidâyet üzere değillerdir.
İşte bu hakikati çok canlı bir örnek olarak; Peygamber Efendimizin Necran’dan gelen Hıristiyan heyeti ile yaptığı görüşmelerde de görmekteyiz:
Necranlı Hristiyanlarla Görüşme
Necran, Mekke ile Yemen arasında bir yerdir. Necranlılar, yurtlarındaki bir uzun hurma ağacına taparlarken oraya gelen bir İsevî (Hıristiyan), onların hâline şaşırmış ve onları Hazret-i İsa’nın tevhid dinine davet etmişti. Peygamber Efendimiz bu bölgeye de İslâm’ı dâvet mektubu göndermiş, bunun üzerine içlerinde din âlimlerinin bulunduğu bir heyetle Medine’ye gelerek Peygamberimizle tanışmak ve O’nun doğruluğunu kontrol etmek istediler.
Hicretin 10. yılında altmış kişilik bir heyet Medine’ye geldi. Peygamberimizle görüşmek üzere Mescid-i Nebevî’ye uğradılar. Peygamber Efendimiz onları İslâm’a dâvet etti. İleri gelen âlimleri:
“-Biz zaten müslümanız!” diyerek Peygamberimizin teklifini reddedince, Allah Rasûlü:
“-Sizin Allâh’a oğul isnad etmeniz, haça tapmanız, domuz eti yemeniz, içki içmeniz sizi İslâmiyet’ten men ediyor!” buyurdu.
Bu şekilde başlayan karşılıklı konuşmalar uzayıp gitti. Onlar Hazret-i İsa hakkında sorular soruyor, Peygamber Efendimiz de kendilerine cevap veriyordu. Hatta bu soru-cevaplar üzerine Âl-i İmrân Sûresi’nin ilk seksen âyeti nâzil olmuştu. Tartışmalar, hararetli bir şekilde devam etti. Nihayet Peygamber Efendimiz, onları hanımları ve çocuklarını da yanlarında getirerek, Allâh’ın lânetinin “yalancı”nın üzerine olması şeklinde “lânetleşmeye” dâvet etti.
Hattâ ertesi gün Peygamber Efendimiz, Ehl-i Beyt’inden o sırada altı yaşında olan Hazret-i Hasan ve beş yaşında olan Hazret-i Hüseyin’in ellerinden tutmuş, arkasında kızı Hazret-i Fâtıma ve damadı Hazret-i Ali olmak üzere, muhataplarını beklemişti. Ancak Necranlılar, gördükleri hakikatler karşısında Peygamber olduğunu anladıkları bu kimseyle lânetleşmeyi göze alamadılar. (İbn-i Kesîr, Siyer, 4/100; Kurtubî, 4/104)
Kendi aralarında yaptıkları görüşmelerde, Peygamber Efendimizin söylediklerinin haklı olduğunu itiraf ettiler ve bir peygamberle lânetleştikleri takdirde kendilerine, âilelerine ve soylarına bir felâket geleceğinden korkarak lânetleşmekten vazgeçtiler ve Peygamber Efendimize cizye vermeyi kabul ettiler.
Peygamber Efendimiz, Necran’dan gelen Hıristiyanlara İslâm’ın prensiplerini anlattıktan sonra, onların şüphe ve inkâra devam etmeleri üzerine şu âyet-i kerîme inmiştir:
“Hak olan hüküm Rabbinden gelendir. Bundan böyle bu konuda seninle mücâdele yolunu tutar ve delilini kabul etmezlerse, de ki: «Gelin, oğullarımızı ve sizin oğullarınızı, bizim kadınlarımızı ve sizin kadınlarınızı çağıralım. Biz ve siz beraberce bulunalım ve Allâh’a yalvaralım: Yalancıların tepelerine lânetin inmesini dileyelim.” (Âl-i İmrân, 60-61)
Bu hâdiseye “Mübâhale” adı verilmiştir. Bütün bu hakikatler de şu âyet-i kerîmelerin ne kadar doğru olduğunu göstermektedir:
“Şimdi (ey mü’minler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre, Allâh’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi. ” (el-Bakara, 75)
“Allâh’ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allâh’ın indirdiğini (Kur’ân’ı) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir!..” (el-Bakara, 90)
“Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince, ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allâh’ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terk ettiler.” (el-Bakara, 101)
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler.” (el-Bakara, 146)
YORUMLAR