Güzel günlerdeyiz. Kutlu günlerdeyiz. Günleri güzelleştirenin dünyayı teşrif ettiği günlerdeyiz. O yüzden gelin, bu yazımızda O’nun sevgisi adına, O’na muhabbetimiz adına yine O’ndan sözü açalım. O’nun gül dünyasından demetler devşirelim hayatımıza... O’nun mübarek sözlerini, mübarek şemâilini ve mübarek rûhâniyetini hatırlayalım yeniden… O’nun mânevî ve fizikî varlığına teberrük edinen ashabı gibi, biz de O’nun adıyla başlayarak bereket dileyelim: Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.
Teberrük’ün kelime mânâsı, mübarek görme, bereket umma, değerli addetme olarak ifade edilir.[1]
Tasavvufî bir kavram olan teberrük, kendisine kıymet verdiğimiz, sevdiğimize ait herhangi bir eşyayı, onu hatırlatan herhangi bir şeyi sevme ve değer vermedir. Kültürümüzde hatıra olarak adlandırılan bir çeşit değer verme biçimi, bir mânâda o eşyaya sahibinden dolayı değer vermedir.
Teberrük meselesi, sahabe-i kiramın hayatında var olmuş ve onlar Peygamber Efendimizin hem cismine, hem de ona ait olan bir eşyaya değer atfetmişler ve o şeyi, sadece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ait olduğu ve O’nu hatırlattığı için sevmişlerdir. Bu konuda hadis kitaplarında hayli rivâyet mevcuttur. Birkaçını burada zikretmekle beraber Efendimize olan muhabbetlerinden dolayı ashâb-ı kiramın “teberrük” mahiyetli yaptıkları davranışlardan birkaçını zikretmeye çalışacağız.
Tasavvuf kitaplarında teberrük, genel mânâda iki şekilde ifade ediliyor; birincisi gıda ile teberrük, ikincisi ise eşyâ ile teberrük.[2]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in pâk hayatında sahabe-i kirâmın, O’nun yediği şeylerden kalanları yiyerek, içtiği içeceklerden kalanı içerek bundan feyiz ve bereket umdukları rivayetlerde mevcuttur. Allah dostlarının yediklerinden yemekle de gıdalanarak teberrük yapılmıştır. Bu, teberrük edilen zâta karşı duyulan muhabbetin bir ifadesidir.
Günlük hayatımızda sevdiklerimizi hatırlatan şeylere ayrı bir kıymet veririz. Meselâ annemizin, babamızın, evladımızın sevdiği bir eşyâ, kullandıkları bir şey bizim için onları sevdiğimizden dolayı farklı mânâlar ifade eder. Beşerî münâsebetlerde bu böyle iken, Allâh’ın rahmet olarak gönderdiği Efendimiz’e muhabbetin bir tezâhürü olarak O’na ait bir eşyaya ihtiram göstermek, O’nun ümmeti için ne kadar mânâlıdır.
İşte sahâbe-i kirâmın Peygamber Efendimizin yediği ve içtiği ile teberrük ettiklerini anlatan birkaç hadise:
Esmâ binti Ebî Bekr şöyle anlatıyor:
Ben, Abdullâh bin Zübeyr’e hâmile iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına hicret etmiştim. Medine’ye vardım ve Kubâ’da konakladım. Orada Abdullâh doğdu. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldim. Onu kucağına aldı ve bir hurma istedi. Hurmayı ağzında biraz çiğnedikten sonra bir parçasını Abdullâh’ın ağzına koydu. Abdullâh’ın midesine inen ilk lokma bu oldu. Ona duâ etti ve Allâh’tan bereket taleb etti.[3]
* * *
Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir:
Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağındaki çocuğa kâbına erilmez bir incelik ve nezâketle:
“– Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” buyurdular.
O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya sezâ şu büyük cevâbı verdi:
“– Yâ Rasûlallâh! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!”
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler.[4]
* * *
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i misâfir ettiği günlerde yemek pişirir ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi’nin parmaklarının dokunduğu yerleri sorar ve araştırırdı.[5]
* * *
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- da, Hendek savaşı öncesinde büyük hendeklerin kazıldığı o zor zamanlardaki bir hâtırasını şöyle nakleder:
Biz hendek kazarken çok sert bir kayaya rastladık. Ashâb, Rasûlullâh (s.a.v.)’e gelip, durumu arz edince Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat hendeğe indi. Kazmayı eline alıp indirince o sert kaya kum gibi dağıldı. Bu mûcizevî tecellî cereyân ederken gördük ki, Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlıktan karnına taş bağlamış. Zîrâ orada kaldığımız üç gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Bunun üzerine:
“– Yâ Rasûlallâh! Eve kadar gitmeme müsâade buyurunuz.” dedim. İzin verdi. Eve gittim ve zevceme:
“– Ben Rasûl-i Ekrem’in hâline dayanamıyorum. Evimizde yiyecek bir şey yok mu?” dedim. Zevcem:
“– Biraz arpa ile bir keçi yavrusu var.” dedi.
Ben oğlağı kestim, âilem arpayı öğütüp ekmek yaptı. Eti de tencereye koyduk. Ekmek pişmek üzere ve tencere taşlar üzerinde kaynamakta iken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gidip:
“– Biraz yemeğimiz var. Bir-iki kişiyle bize buyurunuz.” diye ricâ ettim.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Ne kadar yemeğiniz var?” diye sordu. Olanı söyledim.
“– Hem çok, hem de iyi!.. Âilene; biz gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmemesini, ekmeği de fırından çıkarmamasını tenbih et.” buyurdu. Ashâbına da: “Kalkınız!” emrini verdi. Muhâcirler ve ensâr hep birlikte kalktılar.
Bunun üzerine âileme gidip (yemeğin azlığı ve zâhiren kâfî gelmeyeceği endişesiyle o an için küçük bir şaşkınlık yaşayarak):
“– İşte Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhâcir, ensâr ve bunlara katılan diğerleriyle berâber geliyorlar.” dedim.
Âilem:
“– Rasûlullâh, hazırlığımızın ne kadar olduğunu sormadı mı?” dedi.
“– Evet, sordu.” dedim.
“– Öyleyse müsterih ol.” dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelenlere:
“– Giriniz, sıkışmayınız.” buyuruyor, ekmek kesiyor, üzerine et koyuyor, etin suyunu da bunun üstüne döküyordu. Nihâyet bütün ashâb doydu. Yemekten bir miktar da arttı. Âileme hitâb ederek:
“– Bunu ye ve komşularına ikrâm et. Çünkü açlık ortalığı kapladı.” buyurdu.”[6]
İşte Rasulullah Efendimizle bir hayatı paylaşan sahabe-i kiramın hayretlere düşüren muhabbet ve teslimiyetleri...
Allâh’ın ümmet-i Muhammed’e bir ikramı olarak telakkî edilebilecek, günümüze kadar gelen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ait eşyalar; “mukaddes emanetler” adıyla yâd edilmektedir. Mübarek hırkası, nâlinleri savaşlarda kullandığı eşyaları gibi pek çok kıymetli eşyanın ülkemizde olması ise ayrı bir bahtiyarlıktır. Sakal-ı Şerîfi’nin muhtelif zamanlarda ziyaretlere açılması, bizlerin yüzyıllar sonra kendileri ile teberrük edebileceğimiz Efendimiz’den hatıralardır. Hepsinden önemlisi ise, Peygamber Efendimizin ümmetine emânet ettiği Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Seniyyesi ve Ehl-i Beyt’idir.
Duâmız:
Rasûlullah Efendimiz şu duâyı yapmadan bir meclisten kalkmazdı:
“Allâh’ım! Bize günahla aramızda engel olacak kadar korkundan (takvâdan) hisse ver. Bizi, cennetine ulaştıracak kadar taatini nasip eyle. Dünya musibetlerini hafifletecek güçlü îman ver. Allâh’ım! Bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden faydalandır; ölümümüze kadar da onları devamlı kıl. Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et. Bizi dinimizde musibete uğratma. Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz, ilmimizin sonu kılma. Bize acımayanları üzerimize musallat etme.” [7]
[1] Büyük Türkçe Sözlük, D. Mehmet Doğan, “Teberrük”
[2] İmandan İhsana Tasavvuf, Osman Nûri Topbaş, s.415, Erkam Yayınları, 2010
[3] Buhârî, Akîka,1., İmandan İhsana Tasavvuf,Osman Nûri Topbaş, s: 417 Erkam Yayınları, 2010
[4] Buhârî, Eşribe, 19.
[5] Müslim, Eşribe, 170-171.
[6] Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141.
[7] Tirmizî, Daavât 80.
YORUMLAR