PENCEREMİN BUĞUSUNA YAZDIĞIM SATIRLAR

Kar taneleri, bir pamuk yumuşaklığında, âdeta havayı incitmemek için usul usul yeryüzüne merhaba derken, bu kış ortasında, kırmızı güllerden boncuk boncuk şebnemlerin süzülmesi düşünülemezdi elbette... Her bir meleğin taşıdığı kar tanesi beraberinde Rahmân’ın katından rahmeti indiriyordu üzerimize sessiz sedâsız…

Her sabah, kapısından adımımı içeri attığım zaman, okulumuzun mânevî bir sıcaklığın yanında maddî sıcaklığı da yüzümü şefkatli elleriyle sıvazlardı. Yeryüzünde bu kadar acı ve ızdırap yaşanırken, her ân insanlık dramları sahneye konurken burada bambaşka bir dünya vardı. Daha önce birbirlerini hiç tanımayan ve belki de birbirlerinin yüzünü hayatları boyunca hiç görmeyecek kimselerin buluştukları bir merkez burası… Bir taraf muhtaç bir gönle ulaşmanın, “verme”nin ve infak etmenin bahtiyarlığı içinde; diğer taraf da başa kakmadan “alma”nın ve böylece dertlerinden kurtulmanın memnûniyeti, mesrûriyeti ve müteşekkirliği içerisindeydi.

“Şekilsiz ve Kusursuz Olan En Yüce Kudret”; öyle ölçüler koymuş ki hayatımıza, o ölçüler lâyıkıyla yaşandığı takdirde dünyanın hangi coğrafyasında ve hangi hâl üzere olursa olsun veren de, alan da râzıdır. O yüce Kudret ki, kalbine merhamet ve şefkat bahşettiği gönül erleri vâsıtasıyla, kapkaranlık bir gecede simsiyah karıncayı unutmayıp rızkını verdiği gibi muhtaçlara da ulaşır.

* * *

Odamın yola bakan penceresinde, her sabah aynı saatte bir grup ilim sevdalısının temiz, heyecanlı ve sâfiyâne şekilde yoldan geçişlerini büyük bir ibretle izliyorum. Bu kardeşlerimiz, öyle bilindiği gibi sıradan ve alışılagelmiş bir şekilde okulumuza gelen talebelerden değillerdir. Ve bu kardeşlerimiz; kimilerinin “özür” diye nitelendirdiği, ama hâllerinde hiçbir “özür” emâresi olmayan, bu güzel insanlar; ellerinde kitapları, ürkek adımlarla medresemizin kapısını şereflendirmektedirler. Bu manzara her sabah aynı filmin aynı kareleriymiş gibi gözlerimin önünden kayıp geçmekte, ertesi gün aynı görüntü tekrar etmekte…

Bakü’de kış, çetin geçiyor bu yıl. Her taraf bembeyaz... Ve dışarıda, uğultu ile esen rüzgâr, dondurucu soğuğun şiddetini anlatmaya yetiyor.

Sayıları on ikiyi bulan bu talebelerimiz, hepimizi hayran bırakan bir azim ve gayretle kar-boran dinlemeden, yorulmak bilmeden, tam saatinde derslerine başlamakta ve bizleri, bu hırs ve azimleri ile utandırmaktalar.

* * *

Gözleri, dünyanın bütün güzelliklerini gören bir insana; körlükten, kör olmaktan bahsetmek ne kadar ürkütücü olur değil mi?

Aynı şekilde hayatı boyunca, renk nedir bilmeyen ve bilmeyecek olan, hâfızalarında siyahtan başka bir renk olmayan bir insana binlerce çeşit renkten bahsetmek de o kadar abesle iştigâl olur.

Onlara “kör” demekten utanırım.

Onlara “âmâ” demek de yakışmaz bize…

Bazen penceremin buğusunu silip servis arabasından birbirlerine tutunarak inmelerini ve yine birbirlerinin yardımıyla okulun kapısını nasıl bulduklarını gördükçe; acaba “Gerçek kör kim?” diye kendi kendime sorduğum çok olmuştur.

Evet.

Sâhi, gerçek kör kim?

Gerçek kör, hakkı ve hakikati göremeyen, görmemek için inat eden gözler değil mi? Gerçek kör, gözleri görmeyen değil, Yüce Rabbimizin Bakara Sûresi’nde buyurduğu gibi:

“Allâh, onların kalplerine mühür vurmuştur. Onların kulakları hakîkati duymaz ve gözleri de görmez. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 7)

İşte, kimin kör olduğunu, Rabbimiz en açık şekilde ifade etmiştir. Ya da onları “kör” kabul etmek, kendi körlüğümüzün bir delili olmasın!

Bir büyüğümüz:

“-Kuzum onlar bizim sigortamızdır. Onlar, kıyâmette Rabbimizin huzûrunda bizim lehimize şahitlik edecekler!..” demişti.

Onların bu hâlleriyle Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmek ve İslâm dinini yaşamak husûsundaki gayret ve azimleri; bizlerin ne kadar az şükür sahibi olduğumuzu bir kez daha ortaya koyuyordu. Elbette onlar, bizim can simidimizdi. Onlara hizmet etmek ve onların memnun olmalarını sağlamak ve ağızlarından çıkan:

 “-Allâh sizlerden râzı olsun!” cümlelerini işitmek, bizim için en büyük bahtiyarlıktı tabiî ki…

Bakü’deki Şebnem İslâm Medresesi’nde her gün misafir ettiğimiz çok, ama çok azîz konaklarımız var. Gönül gözleri ile kalp gözleri ile âdeta ilme susamışlıklarını gidermek için medresemize gelen on iki tane kardeşimiz var. Âmâlar (!) sınıfımızı oluşturan bu kardeşlerimize, “âmâ” demenin mahcûbiyetini duyuyorum şu ân. Onlar tabiî ki âmâ değiller. Onların âmâ olduğuna bin şâhit lâzım!..

Geçenlerde derslerine misafir olarak girdim. Onlar, bizim açık gözlerimizle yapamadığımızı kapalı gözleri (!) ile nasıl da yapıyorlar?! En ilginci de bu kardeşlerimize ders veren muallimenin de kendileri gibi âmâ (!) olmasıydı.

Derslere iştirâkleri, sordukları sorular ve meselelere vukûfiyetleri fevkalâde idi.

Önlerinde kabartma Kur’ân-ı Kerîm’leri ve parmaklarının ucunda sanki ilâhî birer optik okuyucuları varmış gibi hızlı ve rahat okuyuşları insanı hayran bırakacak kadar güzeldi. Ve ellerini sürerek Kur’ân okumaları, insana ilâhî kudreti bir kez daha hatırlatıyordu.

Hele bir de yazı yazma teknikleri var! Her harfi, ellerindeki özel kalemlerle nokta nokta yazarken sanki her noktayı vuruşlarında bir “hû” sesi duyuluyordu, sınıfın boşluğunda…

Yâ Rabbi, bu ne kudret, bu ne ihtişam!..

Yâ Rabbi, hangi nimetinin şükredicisi olalım!..

Hangi yana baksak, Senin ilâhî kudretinin sonsuz izlerini görmekteyiz.

Sana binlerce defa şükürler olsun ki, bizi müslüman olarak yarattın.

Ve senden en büyük dileğimiz:

Bizi, huzûruna, müslüman olarak kabul et ve müslüman olarak haşret…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle