İnsan, hayatı, kendi iç âlemine göre değerlendirir. Gönül dünyası gelişmemiş insanlar, hayatı gerektiği gibi anlayamaz ve ona kendilerinden bir güzellik katamazlar. Dikkat edersek; hayata mânâ, derinlik ve güzellik katan kimseler, gönül âlemleriyle hayata müsbet bakan, güzellikleri görüp onlara odaklanan îman sahipleridir.
Bu yüzden insanın sık sık kendi dünyasına dönerek muhasebede bulunması, iyiliklerini artırırken, kötü ahlâk ve özelliklerini asgarîye düşürmesi gerekir. Bunun yolu da kendisini acımasızca ve doğru bir şekilde eleştirmekten, yani “özeleştiri”den geçer.
İnsanı, en iyi kendisi tanır; zayıflıklarını ve üstünlüklerini kendisi bilir. Neyi niçin yaptığını, insanlara gösterdiği yüzünün arkasındaki gerçek niyetlerini kendisi bilir. Bu yüzden insanların övgüsü ve kınaması, insanı şaşırtmamalıdır. İnsanın hakiki yüzünü bilmeyen kimseler, bazen ölçüsüz bir şekilde insanı göklere çıkartır ya da yerin dibine sokar. Bir de insanların iltifatları görecelidir. Bugün iltifat edip yere göğe sığdıramayanlar, yarın insan içine çıkamayacak kadar hakarette bulunabilir. O yüzden insanların iltifatına da, hakaretine de gereğinden fazla itibar etmemek lâzımdır. Bunun ölçüsü de, insanın vicdanıdır.
İnsanın öz cevherini keşfederek geliştirmesi, kişinin şahsiyetine olumlu yönde tesir eder. Kendini özeleştiriye tâbi tutan insanın özgüveni artar. Hatasından, yanlışından kurtulma zevkini tadar. İyimserliği, hoşgörüsü ve nezâketi artar. Kendini eleştiren, kendisinin farkında olan başkalarının tenkitlerine karşı da tahammüllü olur.
Günümüzde maalesef herkes, başkalarını tenkit etme hususunda âdeta kıyasıya bir yarış içinde… Başkasının hatasını incelemekten kendisine dönüp bakma fırsatı bulamıyor. Aslında iğneyi başkasına, çuvaldızı kendimize batırmamız lâzım… Başkalarını bir eleştirirken kendimizi bin eleştirmeliyiz. Çünkü başkasını tenkit etmek, insanın nefsâniyetini ve kibrini şişirir. “Onlarda şu kötülükler var, bende yok!” duygusunu verir. Bu da kibirdir, ucubdur; yani kendini beğenip büyük görmedir. Dinimiz, bu iki kötü hasleti de yasaklamıştır. Çünkü kula düşen tevâzû ve acziyetini bilmektir. Bu da insanın kendi nefsine dönmesi, zaaf, hata ve kusurlarını görmesiyle mümkündür ki, buna “nefs muhâsebesi”, yani “öz eleştiri” denir.
Biz ne kadar kendi kusurlarımızla meşgul olursak, o kadar başkalarının kusurlarını aramaktan kurtuluruz. Ne kadar kendi derdimizle meşgul olursak, o kadar kendimizi bulmuş oluruz. Aksi hâlde gözümüz hep dışarıda, başkalarında olduğu müddetçe kendi “benliğimizi” unutur, kaybederiz.
Eskiler, “İslâm’ın şartı beş, altıncısı olsaydı, haddini bilmek olurdu!” demişler. Gerçekten bu, bilhassa günümüzde çok hayâtî bir ölçüdür. Bugün başımıza gelenlerin pek çoğu haddimizi aşmaktan gelmektedir. Haddini bilmek, kulluğunu bilmek, acziyetini, kusurlarını ve varsa, üstünlük ve meziyetlerini bilmek demektir. Haddini bilen, nerede ne konuşacağını, nerede, kime karşı ne yapacağını bilir. Haddini aşan, büyük yüklerin altına girer; rüzgâra tükürmeye kalkar. Neticede yaptığı en çok kendisine zarar verir. Nefsini hesaba çeken, bu ve benzeri büyük hatalara düşmekten kendisini korumuş olur.
Kendini eleştirmeyi öğrenen, başkasına yönelttiği tenkitlerde de aşırılıktan uzak ve insaflı olur. Onların da insan olduğunu, birtakım zaaflarının olabileceğini görür, kabul eder. Herkesi, yetiştiği şart ve ortam ile değerlendirir. Herkesten dört dörtlük olmasını beklemez. Kısacası, hem gönül âleminde, hem de toplumda huzur; insanın kendisini tanıyıp tenkid edebilmesinden geçer.
YORUMLAR