Öyle bir ibadet yapalım ki, onun vesîlesi ile azgınlıklarımızın, günahlarımızın ve zâlimliklerimizin Cenâb-ı Hak’ta oluşturduğu gazabı söndürsün.
Öyle bir ibadet yapalım ki; onun vesilesi ile nefsimiz arınsın, kalbimiz selîm olsun.
Öyle bir ibadet yapalım ki; Peygamber Efendimiz’in duâsı bizim üzerimize vâsıl olsun.
Öyle bir ibadet yapalım ki; bizdeki eğri düşünceler, eğri fiiller onunla doğrulsun.
Öyle bir ibadet yapalım ki; âhirette yüce Mevlâ’mızdan dünyaya tekrar döndürülmeyi, o ibadeti yaparak sâlihlerden olmayı dileyecek kadar kıymetli olsun.
Öyle bir ibadet yapalım ki, hayatımızı gül bahçesine çevirsin, o ibadetle fakirimizin yüzü gülsün, zenginimizin dünyevî hırs ve tamahı yok olsun. Allâh’a kulluk ile gönüller mutmain olsun.
Öyle bir ibadet yapalım ki; biz o ibadete sımsıkı sarıldıkça hastalarımız şifâ bulsun, musibetin dahî önüne geçsin.
Öyle bir ibadet olsun ki; biz onu yapınca gönlümüzdeki çalkantılar durulsun, Peygamber Efendimizin duâsı ile gönlümüz huzur bulsun.
Öyle bir ibadet olsun ki; onu terk eden kişi, dünyevî hırs ve tamah içerisinde mahv u perişan olsun.
* * *
“Ne çekiyorsunuz! Alt tarafı bir adam öldürdük.”
Yıllar evvel gece yarısı Moda’da sürat yarışı yapan zengin çocukları, epeyce borcu olduğu için gece çalışmak zorunda kalan bir taksi şoförünü kaldırımda müşteri beklerken çiğnemişler, ölümüne sebep olmuşlardı. Olay yerine gelen gazeteciler, fotoğraf çekmek isteyince bu sözleri söylüyorlardı:
“-Ne çekiyorsunuz, alt tarafı bir adam öldürdük!”
Bu zengin çocuklarının bu derece hastalıklı bir gönle sahip olmalarının sebebi ne idi?
Hatırı sayılır bir fabrikatör âilesinin fertleri, Çapa Tıp Fakültesi’ne girerler. Girer girmez bir hareketlenme başlar. Telefon edilerek evinden çağırılan profesörler, artık görev başındadır. Hemen doktorlar koşturur, tahlil için laboratuarda sıra beklemezler; hemşireler yetişir, doktorun odasında kan alınır. Röntgen hemen çektirilir, beklenmeden halledilir her şey… Sıradan bir vatandaşın bir ayda yaptıracağı bütün tetkikler, iki saatin içinde halledilir. Bütün işleri şipşak halledilen o efendi, kendisini nasıl hisseder? Özel?! Ayrıcalıklı?! Güçlü?!
Her istediğini kolayca elde edebildiğini, parası ile birçok engeli aşabildiğini gören bir nefis, her şeyi mücadele ederek zorla kazanan, hastane kapılarında bekleyen, bir ilâç alabilmek için elindeki son parayı da harcayan kişiler ile aynı ruh ve gönül duygularına sahip midir? Paranın çokluğunun verdiği güven ile, paranın îtibarının büyüklüğünün verdiği rahatlık, kişileri hangi ruh hâllerine sürükler?
Her istediğini kolayca elde edebildiğini gören kişiler, kalplerinin üzerine oturmuş zehirli bir yılan ile birlikte yaşıyor gibidirler. O yılan, her gün onları zehirler. Bu zehir ile gönülde azgınlıklar, kibir, gurur, ucub, pervâsızlık, aşırı dünya hırsı ve muhabbeti gibi çok büyük mânevî hastalıklar oluşur. “Para kimdeyse güç ondadır.” sözü, insanlar arasında boşuna mesel olmamıştır. “Para, kişinin konuşmasını, oturup kalkmasını, giyinip kuşanmasını, insanlara bakışını bile değiştirir.” derler. Hâsılı, mal-mülk sahibi olmanın azdırdığı insanları başka hiçbir şey bu kadar rahat azdıramaz. Hemen hemen birçok büyük günah da para ile yapılır.
Mekke’de Peygamber Efendimize en çok acı çektirenlerin, şehrin ileri gelen zenginleri olduğunu görürüz. O kadar ileri giderler ki; herkesin içinde çekinmeden Peygamber Efendimizin omuzlarına deve işkembesi koyabilmeleri, ayak takımını kışkırtıp kirli istek ve arzuları için kullanabilmeleri, Efendimizi taşlatabilmeleri, gariban müslümanların canları üzerinde hak sahibi olduklarını düşünüp pervâsızca işkence yapabilmeleri, bu zevâtın hastalığının ne derece büyük olduğunu bizlere gösterir.
Kur’ân’da bahsi geçen kavimlerin helâkinde de “şehrin ileri gelen zengin eşraf takımı”nın katkıları büyüktür. Firavun’un, Firavunluk iddiasında bulunması da her şeyi kolaylıkla elde edebilmenin onda oluşturduğu kişilik bozukluğundandır. Devamlı insanlardan itibar, saygı, hizmet gören; her zorluğu, malı-mülkü ve itibarı ile aşan insanlar kendilerini her şeyin üzerinde görürler. Herkese emretmeye alışan biri, Allâh’ın emrine kolay kolay boyun eğemez. Bu anlattıklarımız, Allah’tan bîhaber olan, kulluktan uzak olan, varlıklı bir insanın nefs ve ruh hâllerinin resmidir. Öyle ki, Mekkeli ileri gelen müşriklerin Peygamber Efendimizden istedikleri belli başlı tâvizler arasındadır; müslüman olsalar dahî fakirlerle aynı mecliste oturmamak, onlarla aynı safta namaz kılmamak… vb.
* * *
Orhan Pamuk’un “İstanbul, Hatıralar ve Şehir” kitabındaki bir hatırası şöyledir:
Teşvikiye Câmii’ne evdeki hizmetçileri ile birlikte gider. Câmiye gelenler hiç de eşraftan değildir; zenginlerin hizmetinde bulunan hizmetçiler, kapıcılar vb. insanlar câmide saf tutmuştur. O zamanki çocuk aklı ile ibadeti, fakirlerin yaptığı bir fiil olarak anlar. Her şeyi olan zenginlerin ihtiyacı yoktur ibadete. Bir daha da câmiye gitmez. Zira orası, kendisine göre değildir.
* * *
Mal ve mülkü olmasa da çok günah işleyen kişilerde de büyük mânevî hastalıklar vardır. Çok günah işlemek de kişide mânevî hastalıkların artmasına sebeptir.
Tevbe Sûresi’nin 103. âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize şöyle emir buyurur:
“Onların mallarından bir sadaka al ki, bununla, kendilerini temizleyip arındırmış olasın. Onlara duâ da et. Doğrusu Sen’in duân, onlara huzur ve güvendir. Şüphesiz Allah Semî’dir, Alîm’dir.”
Aynı sûrenin 99. âyet-i kerîmesinde ise:
“Bedevîlerden öyleleri de vardır ki, Allâh’a ve âhiret gününe îmân eder, infâk ettiğini Allah katında bir yakınlığa ve Rasûl’ün duâ ve bağışlanma dileklerine vesîle edinir. İyi bilin ki bu, onlar için gerçekten bir yakınlaşmadır. Allah, onları rahmetine alacaktır. Şüphesiz Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” buyrulmaktadır.
Sözlük mânâsına baktığımız zaman “sa-da-ka” kökünden türeyen kelimelerin tamamında; “doğruluk, samimiyet, ihlâs ve bağlılık” ön plândadır. Sadaka kelimesi, dosdoğru, eğriliği olmayan mânâsına geliyor; buradan da anlıyoruz ki, sadaka veren insanlarda eğer eğrilik, düşünce bozukluğu, muhabbet bozukluğu var ise hepsi düzeliyor, kişi emredildiği gibi dosdoğru oluyor. Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başladığı andan son âyetlerin inişine kadar, önemine binâen devamlı tekrarlanan bir ibadet, sadaka vermek... Kelime mânâsındaki doğruluk gibi, sadaka vermeye devam eden kişilerin marazları, eğrilikleri düzeliyor, doğruluyor. Kalbî hastalıklarımıza çâreler oluyor.
Münâfikûn Sûresi’nin 10. âyet-i kerimesinde: “Sizden birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam.» demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.” buyurulmakla cehennemden en çok koruyucu ve kişiyi sâlihler arasına dâhil edici ibadetin “sadaka vermek” olduğunu öğreniyoruz.
Başka bir âyet-i kerîmede ise:
“Mallarını, Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başakta yüz tohum olmak üzere yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Böylece Allah dilediğine kat kat artırır. Şüphesiz Allah Vasî’dir, Alîm’dir.” (el-Bakara, 261) buyrulmakta...
Ömer bin Abdülaziz:
“Namaz seni yolun yarısına, oruç Melik’in kapısına, sadaka ise Melik’in huzuruna iletir.” buyurmuştu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hadîs-i şerifleri ile bize rehberlik ederek:
“Sadaka, Allâh’ın gazabını/öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.” (Tirmizî, Zekât, 28)
“Sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi günahların azabını söndürür.” (Tirmizî, Îman, 8) buyurmuşlardır.
İbni Ebi Ca’d:
“-Sadaka yetmiş kötülüğün kapısını kapatır.” diyor. (Feyzu’l-Kebîr, III, 201)
Hazret-i Lokman, oğluna:
“-Oğlum, bir hata işlediğin zaman hemen arkasından sadaka ver.” tavsiyesinde bulunuyor.
“Yoksullar sâdık olup, doğru söylemiş olsalardı, onları boş çevirenler iflah olmazdı.” buyuruyor Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-... (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, III, 102)
* * *
Farz, vâcip, nâfile hangisi olursa olsun, mâlî ibadetlerini edâ eden mükellef, îmânında sâdıktır.
Mü’minûn Sûresi’nde, “kurtuluşa eren mü’minler”in bir özelliğinin de “insanlara zekât vermek için çalışmak” olduğunu öğreniyoruz. Malı, üst üste yığıp da gururlanmak için değil, garibanlara yetişip zekât vermek için çalışmak... Kimseden beş kuruş karşılık beklemeksizin sırf Allah rızâsı için onların ihtiyaçlarını gidermek, malımızı onlarla paylaşmak. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ihtiyaç sahibi olanlara sadakayı kendi elleri ile verir, aracılar ile verdirmezdi.
“Gece gündüz, açık-gizli, mallarını sarf edenlerin mükâfâtlarını Rab’leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (el-Bakara, 274) âyet-i kerîmesi nâzil olunca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Çok mal biriktirenler sefildir.” buyurmuşlardı.
Sahâbe-i kiram:
“-Bunun hiçbir istisnâsı yok mudur?” diye üç kez sorunca Peygamber Efendimiz mübârek elleriyle işaret ederek:
“-Malıyla sağından solundan şöyle şöyle, arka ve önünden şöyle şöyle infak edenler bunun dışındadır.” buyurdular. (Ahmed Bin Hanbel, Müsned, II, 428)
Bugün bölünmüş benliklerimiz, parça parça olmuş gönüllerimizin tamiri için sadaka vermeye o kadar çok ihtiyaç var ki… Rızkımız azsa, sadaka vermeliyiz. Çocuklarımız namaz kılmıyorsa sadaka vermeliyiz. Gafletten bir türlü uyanıp da bâtıla dalmadan vaktin kıymetini bilemiyorsak sadaka vermeliyiz. Bir kerelik değil, hâlimiz düzelene kadar ve devamında… âyet-i kerimede: “Allah yolunda infak edin de kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın; ihsan edin. Şüphesiz Allah ihsan edenleri sever.” (el-Bakara, 195) buyruluyor.
Her ibadetin hikmetini Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça bildirmiş. Zaten Kur’ân-ı Kerîm, aynı zamanda bir “hikmet kitabı”… Namazın hikmeti kişiyi kötülüklerden, fahşâdan alıkoyması... Sadakanın hikmeti ise, kişinin nefsinin tezkiye olmasını, kalbinin selîm olmasını, Peygamber Efendimizin duâsına mazhar olup, gönüllerimizin huzur ve sükûnet ile dolmasını sağlaması…
Sadaka öyle bir ibadet ki; samimî olarak, sırf Allah rızâsı için, ihtiyaç sahiplerinin yüzünü güldürmek maksadıyla yapıldığı zaman günahlara keffâret, cehennem ateşine karşı siper oluyor. Cehennem ateşinin önüne geçebilecek güçte bir ibadet, sadaka vermek…
Hazret-i Îsâ Efendimiz: “İsteyen kimseyi eli boş çeviren eve, bir hafta melekler uğramaz.” buyuruyor.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekir’in kızı Esmâ’ya şu tavsiyede bulunuyor:
“Ey Esmâ!.. Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nîmetini eksik etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki, Allah da sana infak etsin.” (Buhârî, Zekât, 21; Müslim, Zekât 88, Birr 40)
YORUMLAR