Osmanlı’da Bayram

Osmanlılar, husûsiyle can ü gönülden bağlı bulundukları İslâm’ın kin ve garazı yasaklaması münâsebetiyle her cuma ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları affedip barışmaya vesîle hâline getirmişlerdir. Merhametlerinin muktezâsı olarak şahsî münâsebetlerde kin gütmeyip af yolunu tutmuşlardır.

Villamont şöyle der:

“...Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan af dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha da etmeden evvel affettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”

* * *

Du Loir şöyle der:

“Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dînlerinin bu husûsa âid bir hükmü mûcibince cum’a namazına başlamadan önce düşmanlarını afvettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi hâlde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umûmî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçük olan büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp «Bayramın mübârek olsun!» derler.”

  1. Ubicini de:

“...Cum’a günleri veya bayram günleri bir baba, oğlunu elinden tutup dışarıda gezdirir. Adımlarını da çocuğun adımlarına göre ayarlar. Evlâdının yorulduğunu görürse, omuzlarına alır ya da bir aralık dinlendiği kahve pikesinde yanına oturtur. Onunla pek derin bir şefkatle konuşur. Çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip eder. Çocuğun yanında bulunan gençler ve ihtiyarlardan tiryaki olanlar sigaralarını bırakırlar, onlar da çocuğa gülümserler ve ileride millet ve memlekete faydalı bir kimse olması yolunda temennî ve teşvîklerini dile getirirler.” demektedir.

* * *

Mûsâ Topbaş Efendi, çocukluk yıllarında şâhid olduğu son Osmanlı toplumunun ahlâk, nizâm ve seciyyesini şu şekilde nakleder:

“…O zamanlar Ramazan-ı Şerîf, sabırsızlıkla beklenir, kavuşunca da herkes, oruçlarını büyük bir zevk içinde tutarlardı. Teravih namazlarında câmîler hınca-hınç dolardı. Gayr-i müslimler bile anlayış gösterirler, müslümanlara hürmeten yemeklerini gizli yerlerdi.

O demler, şimdi yapılan kaba, kalb kırıcı şakalar yerine duygulu, ince nükteli latîfeler yapılırdı. Meclislerde çaylar, kahveler, gül şerbetleri ve menba suları içilir, tarihi ibret verici menkıbeler anlatılır, salâhiyetli kimse tarafından şiirler okunurdu.

Asık yüzlülük, saygısızlık ve nâdânlık yoktu. Herkes şendi, güleryüzlü ve neş’eli idi. Bayram ve kandil günlerine hürmet edilirdi. Bu mübârek günlerde herkes birbirini ziyâret eder, Kur’ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okunur, bu suretle birçok ev ve konaklar bu lâhutî nefhadan hisselerini alırlardı.

Herkes hediyeleşirdi. Misâfirlere izzet ve ikrâm ile gönüller tatyîb edilirdi. Zarûret olmadan büyüklerin ve hürmete şâyân kimselerin yanında yüksek sesle konuşmak, çok ayıp ve nezâketsizlik sayılırdı. Çocuklar âilelerinden aldıkları terbiye îcâbı baş köşeye oturmazlardı.

Balı, onun tadını bilmeyen kimselere nasıl tarif edemez isek, o günlerin de tasvirini yapamayız. Hulâsa o günler, bugün hayâl dahî edemeyeceğiniz lâhutî demlerdi, âlemlerdi.” 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle