O’nun İmtihanında O’na Doğru Koşacaksın -2

İstanbul’da en çok hangi hususlarda zorlandınız?

İstanbul’da vaaz vermek çok zor, ateşle oynamak gibi bir şey… Eften püften bir ilimle İstanbul’da tutunamazsınız. Bu yüzden İstanbul vâizleri sürekli kendilerini geliştirir. Allâh’ın lütfu ile cemaatim beni çok sevdi. Zor bir bölgeydi, ama cemaatim:

“-Hocam biz sende samimiyet hissediyoruz. Hiç zorlama olmadan gönülden anlatıyor, gönlümüze giriyorsun.” derlerdi.

Tabi, ne kadar doğruydu bilemiyorum. Bizde Anadolu samimiyeti var, üslûp bilmiyordum. Hâlâ da bilmiyorum. Sevk-i tabiîye göre hareket ediyordum.

Bir gün câmide vazifemi bitirdim. Çıkarken müftülükten arayıp dediler ki:

“-Hocam Edirne Keşan’dan bir genç kız kaçmış. Sinanpaşa Câmii’nin avlusuna sığınmış. Sen git, kızı oradan alıp Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’ne bırak!” dediler.

Akşam saat 17:00 civarı, kızı aldım. Yaşı büyük, ama ufak tefek, minyon tipli, yirmi yaşlarında bir kızcağız. Taksiye bindik. Mor Çatı’ya vardık. Kızı psikoloğa bıraktım:

“-Ben çıkıyorum.” dedim.

“-Yok, çıkamazsın. Bizim onunla konuşmamız ve buranın şartlarına uyup uymadığına karar vermemiz gerekiyor.” dediler.

Yirmi dakika kadar bekledim. Çıktılar. Psikolog:

“-Biz bu kızı alamayız. Bu kızın rehabilite olması lâzım.” dediler.

Akşam olmuş, kızla ortada kalmıştım. İstiklâl Caddesi boyunca yürüyoruz. Kız yol boyunca bana bağıra bağıra küfrediyor, öyle-böyle küfürler değil! Kimse dönüp de:

“-Burada ne oluyor?” diye sormuyor.

Kızcağıza her şeye rağmen kızamıyordum. Gayr-ı meşrû olarak dünyaya gelmiş, câmi avlusuna terk edilmiş, arkadaşlarının tâcize uğradığına çok şahitlik etmiş ve korkmuş. Bu yüzden hastahânelerin ve karakolların civarındaki banklarda yatıp kalkmış. Çok ağır kokuyordu, Allâhu a’lem, aylarca yıkanmamış. Ağır travmalar yaşadığı için rehabilite edilmeden resmî kurumlar, bünyesinde barındırmak istemiyordu.

En son ümidi bizdik galiba… Biz de ona bir yer bulamayınca çok sinirlendi, kendini kaybetti. Küfürler savururken İstiklal caddesindeki heykelin orada benim boğazıma bir yapıştı, boğmaya çalışıyor.

“-Seni öldüreceğim! Seni öldürsem en azından gidecek bir yer bulurum, hapiste kalırım.” diye bağırıyor.

Resmen öldürmeye uğraşıyor; bağırıyorum, çırpınıyorum. Bir Allâh’ın kulu yardıma gelmiyor. Neden, orası Beşiktaş! O esnada müftü bey aradı, can havliyle telefonu açıp:

“-Bu kız beni öldürüyor! İstiklal Caddesi’ndeyim.” diyebildim.

“-Polislerle geliyoruz!” diye bağırdı. Kız bunu duyunca beni bırakıp bağıra bağıra:

“-Allâh’ım! Ben sana ne yaptım, benden ne istiyorsun? Ben mi istedim böyle yaşamayı, ben mi istedim gayr-ı meşru doğmayı?” diyordu.

Beni silkeleyip itti ve koşarak kaçıp gitti. Ben hemen müftü beyi aradım:

“-Kaçıyor, peşinden koşup yakalayayım mı?” dedim. O da:

“-Bırak gitsin.” dedi.

O gün o heykelin orada iki saat ağladım. Allah o kızın o isyanına bence hiç gücenmedi. Gücenmez. Çünkü eksi yetmişteki bir insanla artı otuzdaki bir insanın isyanı aynı olamaz!.. O gün beni en çok üzen şey neydi, biliyor musunuz? Mor Çatı kabul etmeyince bizim câmiadan birçok yeri aradım, kızcağıza kalacak bir yer bulmak için… Hiç kimse kabul etmedi. Rotary Kulübü’nü aradım:

“-Hemen getirin!” dedi.

Kadıköy’de buna benzer kulüpler vardı. Hepsi, sorgusuz sualsiz “Getirin!” dedi. Bize ait bu kızı bırakabileceğim hiçbir yer yoktu.

İkinci en çok üzen şey de o kızın ne gönlüne girebildim, ne de derdine ilaç olabildim. İkisini de yapamadığıma çok üzüldüm. Beni polisler ve müftü bey:

“-Hocam, ya sen onu evine götürseydin, orada ya intihar etseydi ya da seni öldürseydi o zaman ne yapardık?!” diye teselli ediyorlardı.

Bir insan böyle kayboldu işte… O günden sonra benim hâdiselere bakışım çok değişti. Allah Teâlâ’nın kulları ile arasındaki yakınlık, senin benim anlayacağım bir şey değil! Ben o kızın isyanında Allâh’a olan yakınlığını hissetmiştim!

Bir başka hâdise de Yahya Efendi Dergâhı’nda yaşamıştım. Kovboy kıyafetli bir kadın geldi. İmam efendi ile konuşup ona bir zarf bıraktı, çıktı. Ben de imam efendi ve âilesini tanıyorum. İmam efendiye:

“-Hocam, burada garip hadiselerle karşılaşıyor musunuz?” diye sordum. O da:

“-Neler neler yaşıyorum. Meselâ dün bir öğrenci geldi, burs istedi. Bizim de elimizde hiç kalmamıştı. Yarın gel, bakarız.” dedim.

Az önce bu kovboy kıyafetli kadın geldi:

“-Bu zarfı bugün burs almaya gelecek öğrenci varsa, ona verirsiniz!” deyip gitti.

Bu tür hâdiselerden anladım ki, hiç kimsenin zâhirine göre hüküm vermeyeceksin! Ben bundan sonra kendimi Mesnevî’ye verdim.

O günlerde bir arkadaşımın vesilesi ile Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin dersine gittik. Ben ilk defa o gün dersine gitmiştim, hem hocaefendi ile bizzat tanışma ve hem de duâsını almak nasip oldu. Benim vâize olduğumu öğrendiklerinde beni hemen içeri aldılar. Daha içeriye girer girmez oradaki vazifeli arkadaşa, hocamız:

“-Bu kızıma, bizim bütün kitaplarımızdan hediye verelim!” dediler.

Bana hiç soru sormadı.

“-Derslerini niye yapmıyorsun; niye tembelsin?” demediler. “Sohbetlere neden devam etmiyorsun?” demediler. Üstüne üstlük duâ edip gönlümüzü aldılar. Eve geldim; kitapları bir bir inceledim Mesnevî ile alâkalı bütün kitapları önceliğime aldım, okudum. Harika bir şey, nasıl bir feyz!..

 

Sonra tekrar bu yıllarda mı evlendiniz?

Evet, kıymetli eşimle de Şebnem Dergimizdeki yazılar vesilesi ile tanışıp evlenmek nasip oldu. Sonra Denizli’ye, eşimin yanına tayinimizi aldırdık. İki evlâdımız daha oldu. Şimdi de Konya’da vazife yapmaktayım.

Burada da çok güzel hizmet kapıları açıldı, elhamdülillâh. Durmuş Hocam ve kızları Zehra Sert Hanım’ın da öncülüğünde çok güzel cemaatler oluşturduk. Her cemaatten kardeşimizle çok güzel vaazlarda toplanıyoruz. Cenâb-ı Hak burada ayrı bir bereket verdi, cemaatime, vaazlarıma…

Kitleler hâlinde peşimden derslerimi takibe geliyorlardı. Bunlar harika şeyler… Ama hanımlar, uçmaya, uçurmaya çok müsaittirler. O dönem bir imtihan oldu, çok zayıfladım. Kan değerlerim düşünce sinir sistemim zayıfladı, uyku problemleri ile birlikte yeme problemim arttı. Cenâb-ı Hak, bana:

“-Bak, Ben izin vermedikçe ağzını bile oynatamıyorsun. Mârifet sende değil, Bende… Sen kul ol sadece!..” buyuruyordu, acziyetimi öğreterek…

Rabbim, bana hayatım boyunca şunu öğretti: “Yalnız Bana sığınacaksın!”

Ve neticesinde tevekkülü öğretti. İmtihandan kaçamazsın, O’nun imtihanında O’na doğru koşacaksın!

 

Tekrar vâizeliğe dönecek olursak, bir vâizenin günleri, haftaları hangi hizmetlerle geçer?

Normal bir vâize, haftada üç-dört vaaz yapar, bir gün de fetvâ nöbeti tutar, işi biter. Benim bir günde üç tane vaazım olur. Bunların yanında sürekli okuyup çalışarak kendimizi geliştirmemiz gerekir. Kendinizi yenilemez ve toplumun ihtiyacını karşılayamazsanız, sizi kimse dinlemeye gelmez. Boş câmi duvarlarına sohbet edersiniz. Benim beslendiğim kaynak, başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler… Ardından Mesnevî, evliyâullâhın hayatları… Ben klasik tarzda bir yol takip ediyor ve bunlardan besleniyorum.

“-Burada Lalezâr Derneği var. Hocam burada da vaaz verseniz…” diye dâvet ettiler.

“-Hay hay!” dedik.

Yakınlarında Meram Eğitim Araştırma Hastahânesi var; duyurdular, on doktorla derslere başladık. İki ayda dersimizi takibe gelen doktor sayımız iki yüze çıktı, mâşâallâh! Ben doktorlardan gördüğüm vefâyı ilâhiyatçılardan görmedim. Ama ilahiyatçı kardeşlerimizin de çok takvâlı, çok gayretli olanları var, haklarını yemeyelim!

Bir taraf, “Ben biliyorum, oldum, cennet benim!” diye düşünüyor herhalde… Doktorlar neden daha meyyal? Şifânın Allah’tan geldiğine her gün şâhit oluyorlar. Doktor kardeşler:

“-Hocam, bazen yakınımız gelir, bir şey yapamayız. Bir garip gelir, Allah işini çabucak halleder. Bu, Allâh’ın elinde… Biz ameliyatlarda ne mûcizelere şahit oluyoruz. Bazen iyileşemez ölür dediğimiz iyileşir. Yaşayacak, her şey iyi dediğimiz de ölebilir.” diyorlar.

Sonra avukatlar grubu ile ders halkası oluşturduk. Bu kardeşlerimiz çok zorluklar çekerler. Hem dindar olup hem de avukat olmak kolay değildir. Meselâ bir kadına nafaka bağlamak zorunda, ama bu dînen helâl değil! Dînin emirleriyle mer’î hukukun emirleri arasında kalıyorlar. Bir de hanımların fıtratına pek uygun bir meslek değil, bu yüzden biraz sert olmaları gerekiyor. Avukat kardeşlerim de derslere çok vefâlı katılırlar, ihtiyaç hissederler.

Sonra “Mesnevî dersleri yapalım!” dediler. Bu kolay bir iş değil, mübâreğin rızâsı şart. Mevlânâ Hazretleri’ni ziyarete gidince ilâhiyattan Eski Türk Edebiyatı hocam Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin 21. batından torunu A. Selahaddin Hidayetoğlu hocamla karşılaştık:

“-Hocam, Konya’da Mesnevî dersi yapan yer var mı, söyleseniz de gitsek, istifade etsek…” dedim. Hocam:

“-Kızım, ben sana izin veriyorum, sen yap!” dedi.

 “-Hocam, ben nasıl yapacağım.” dedim. Hocamız bana:

“-Kızım, sen Kur’ân tefsiri bilir misin?” dedi.

“-Okuduk, elhamdülillâh.” dedim.

“-Hadis, hadis usûlü bilir misin?” dedi.

“-Okuduk, efendim, inşâallah” dedim.

“-Evliyâullâhı tanır, sever misin?” dedi.

“-Severim.” dedim.

“-Sen şartları taşıyorsun; çalış, araştır, sen yap.” dediler.

Böylece Mevlâna Hazretleri’nin türbesinde, onun yakınlarından olan bir hocamdan destur alarak Lâlezâr’da Mesnevî derslerine başladık. Bu derslerimize öyle bir teveccüh oldu ki, inanamazsınız. Bunun üzerine Konya İl Müftü Yardımcısı Betül Şimşek Öztürk Hocamın teklif ve teşviki ile, “Mesnevî ile Mânevî Terapi” projemiz başlamış oldu.

Konya, genelde tarikat ehlidir. Ama Hazret-i Mevlânâ’yı lâyıkı vechile tanıyıp bilmez, bir İstanbul kadar Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si okunmaz. Birçok cemaat ve derneğin dâveti ile bu proje her yere yayıldı. Mesnevî ile birçok yaralara çare olunduğunu gözlerimle gördüm.

Kanser hastası bir kardeşimizi, eşi, “Zaten öleceksin!” diye tedavi ettirmemiş, çok acılar çekiyor. Ölmemiş, fakat yaşadıklarının zorluğundan Allâh’a ve kadere isyan eder olmuş. Hanımlar durumunu anlattı. Derse kardeşimiz telefonla bağlandı. Biz de o derste Mesnevî’den şu konuyu işliyorduk:

“Kadının birisi çok çocuğunun olmasını istiyordu. Fakat kadın hâmile kaldığı her çocuğu düşürüyordu. Kadının hayatta istediği bir tek şey vardı. Bağrına basıp öpüp koklayacağı bir çocuktu, ama olmadı. Bu kadın en son evladını da düşürdükten sonra Allâh’a:

«-Yeter artık, ben Sana ne yaptım, nedir Senin bana bu yaptığın?» diye isyan edecek oldu. O sırada gâipten bir ses, kadına:

“-Şuraya bir bak!” dedi. Kadın döndü baktı. Cennette harika bir makam…

«-Orası kiminmiş?» Ses:

«-O makam, senin makamındır.» Kadın:

«-Nasıl olur?» dedi.

«-Allâh’ın imtihanına öyle dayandın ki, yerin orası…» Kadın:

«-Yâ Rabbi! Bugünden sonra ne kanım, ne canım varsa, Sana fedâ olsun!»

Bunu dinlerken arkadaşımız gözyaşları içinde tevbe ediyordu.

Buna benzer çok hâtıralar yaşadık. Mesnevî, yaralı kalplere şifâ oluyor. Evliyâullah mânâ âleminde vazifesine devam ediyor. Esmâü’l-Hüsnâ’lar da çok önemli… Özellikle Allah ism-i âzamı… Bilhassa tarikat dersi olanlara hep derim; aksatmadan “Allah” zikirlerini yapsalar, bunun akabinde Allâh’ın izni ile bütün esmâlar kalpte yavaş yavaş tecellî edecektir.

 

Vâiz ve vâizeler, devamlı halkla haşır neşir olduklarından âdeta toplumun röntgenini çekerler. Bize toplumumuzun bugünkü durumunu analiz edebilir misiniz?

Toplum, inşâallah iyiye gidecek. Çünkü her dönemdeki arkeolojik kazılara bakıldığı zaman hep “Gidiş kötü!” denmiş. Şimdiki nesilden de ümitliyim. Belki az-çok ateist, deist vs. var. Soruşturuyorlar, araştırıyorlar, hemen kabul etmiyorlar. O zaman onlara doğru ve gerekli cevapların verilmesi lâzım, örnek olunması lâzım… Dünya sevgisi ile dopdolu olup da o çocuklara Allah sevgisi anlatılınca, hâl ile lisan bir olmadığı için; çocuklar, en süslü, janjanlı sözleri de işitseler, kalpleri tabiî olarak mutmain olmuyor! Bu yüzden kalbe inmemiş sözlere çok îtibar etmiyorlar. İhlâs şart, gayret şart…

Şimdiki neslin, bizim neslimizden daha dürüst olduklarını düşünüyorum. Bizim neslimizin çok yüzü vardı.

“-Yok, dînin kıymetini bilmiyorlar!” deniyor. Bence bu, anne-babalardan, büyüklerden kaynaklanan bir dert! Ben şimdiki neslin anne-babalarını gevşek görüyorum, çocuklarını değil!

Biz birden zengin olduk, gevşedik. Dünyayı çok sevdik. Kızlarımızı evlendirirken tembih edilen şeyler çok farklı… Ben bugünkü ebeveynlerin kendi zihinlerinde oluşturdukları Allah inancının, îman esaslarına uygun bir inanç olmadığını düşünüyorum. Gerçek mânâda tevekkül edilmeyen, tam mânâsıyla îman edip teslim olamadıkları bir Allah inancı… Hakikî şekliyle Allâh’ın takdirine râzı olmakta zorlandığımız bir inanç…

Bizim evvelâ Cenâb-ı Hakk’ı tanıyarak mârifetullah ve muhabbetullâha erişmemiz, îmânımızı tashih edip güçlendirmemiz lâzım... “Ben her şeyin üstesinden gelirim!”, “Ben hâllederim!”le ne evlilik yürür, ne evlât yetiştirilir.

 

Bunu biraz daha açabilir misiniz?

Meselâ şimdi korona sebebi ile herkes evinde, birçok âile yıkılıyor. Neden bunalıma giriyor insanlar evinde? Sokak sokak, avm avm geziyordu. Almalara doyamıyorlardı. Birden bire eve kapanınca mânâ âlemimizin bomboş olduğunu gördük. Eşlerimizle paylaştığımız hayatın, “başkalarına kendimizi göstermek üzere kurulu olduğunu” gördük. Bu, yalan ve oyun-eğlence gibi bir hayattı. Şimdi kendimizi gösterebileceğimiz, başkalarının beğenisi ile beslenebileceğimiz sosyal mecrâ yok, öylece kalakaldık.

İçimize, özümüze dönmemiz gerektiğini gördük. İnsanın en uzun yolculuğunun içine yaptığı yolculuk olduğunu anladık. Ama daha yola çıkılmamıştı. Hayal kırıklıkları yaşadık.

Ölüm korkusu arttı; gördük ki bu virüs, zengin-fakir herkesi yakalayabilir. Şu an bunalıma girecek zaman değil! Şu an Allâh’a koşup sığınma, af dileme, duâ etme zamanı…

Şimdi herkes, küçücük yaşından itibaren habire öğretme derdinde… Tek çözüm, her şeyi öğretmek değil. Ben hiçbir dînî bilgiyi anne ya da babamdan öğrenmedim. Kendileri de bilmiyordu zaten… Birçok hoca, profesör de böyledir. Sen anne-baba olarak bildiğinle güzelce amel et, yavruna örnek ol! Bilmediğini Cenâb-ı Hak zaten öğretecek inşâallah... Şimdiki anne-babalar, “Çocuklar şunu da bilsin, şunu da öğrensin!” derdinde… Bildiklerimiz ile ihlâsla amel etmeye odaklanmamız lâzım, sadece bilmeye değil!..

Bugün dîni herkesten çok iyi bilen, fakat bildikleriyle amel etmeyen nesiller var. Namaz emrini, tesettür emrini biliyor, ama yapmıyor. Bilgi yetseydi, yapardı. Niye amel yok? Çünkü önlerindeki örnek, bir taraftan Peygamber Efendimizin şefaatini umup diğer yandan haram-helâl sınırı da olmayan beş yıldızlı otellerde tatil yapıyorsa… Bu kadar aç müslüman varken markalara etekler dolusu para döküyorsa… Eşya ve arabayla üstünlük yarışına giriyorsa… O anne-baba, çocuğuna hiçbir şey öğretemez! Çünkü kendisi Peygamber Efendimiz’in misyonunu tam mânâsı ile kavramamış demektir. Hem dünya sevgisi, hem Allah sevgisi aynı yerde olmaz.

Biz pusulayı şaşırdık, çocuklarımız bu şaşkınlığın içine doğdular. Çocuklarda suç yok; suç, biz büyüklerde… Bir zaman geldi, çocuklarımızla bizi arkadaş etti, bazı projeler... Şimdi de “Anne-baba olun, onların arkadaşı var zaten…” deniyor, ama geç kaldık.

Benim annem, oklavayı kaldırdığında tir tir titrerdim. Kırklı yaşlardaki nesil, “proje” idik. Bize “Çocuğunuzla arkadaş olun!” dendi. “Örnek olun, rehber olun, yanında yürüyün, yol gösterin!” denmedi. Anne-babanın otoritesi kayboldu.

Biz ecdâdımızdan duâ almış bir nesiliz. Bu duâlar hürmetine gayret edersek düzeleceğiz inşâallah… Biz zor zamanlarda îmânını izhâr eden bir nesiliz; bunun en yakın misâli, 15 Temmuz hâdiseleridir.

 

Son yıllarda “İnsanlar, Kur’ân’ı anlasın, Kur’ân’la buluşsun!” sloganıyla sık sık meâl okuması tavsiye ediliyor. Sizin asıl meşgaleniz tefsir olduğu için size sormak istiyoruz; bu metot, doğru bir metot mudur?

Kesinlikle meâl tavsiye etmiyor, meâl dersi için davet edenlere de gitmiyorum. Bunun örneğini İstanbul’da yaşamıştım. Ortaköy’deki öğretmenlerden oluşan cemaatim, kendi aralarında toplanıp meâl okumaya başlamışlar. Daha ikinci sûre olan Bakara Sûresi’nde kopmuşlar. Öğretmen hanımlardan birisinin kızı, kocasından ayrılmış, tekrar birleşmek istemişler. Ama Bakara Sûresi’nde âyetin meâlinde denk gelmişler ki, “Boşanan kadının tekrar evlenmesi için bir başkası ile evlenmesi gerekiyor.” Benzeri meâl okuyorlar. Damadı çağırıp:

“-Bizim senden evvel kızımızı başkası ile evlendirmemiz gerekiyor. Bu, Kur’ân’ın emri. O, eşinden boşanınca seninle evlenecek!” demişler. Damat:

“-Siz ne diyorsunuz, ben bunu aslâ kabul edemem? Hepinizi vururum!” demiş.

Tabiî, “Talâk nedir, hulle nedir, talâk çeşitleri nelerdir? Ne zaman hulle gerekir?” bilmedikleri için böyle anlamışlar. İslâm’ı bilmiyor, tefsir bilmiyor, tefsir usûlü bilmiyor, fıkıh bilmiyor, hadis bilmiyor, hadis usûlü bilmiyor, Arapça bilmiyor; en sığ denizde boğuluyor, haberi yok! Bu iş; tıp bilgisi, ameliyat eğitimi almayan bir kimsenin, kulaktan dolma tıbbî bilgilerle hayatî riski bulunan bir hastayı ameliyat etmek istemesi kadar tehlikeli bir şey…

Kur’ân-ı Kerîm’in sûre sıralanması çok farklıdır. İlk inen âyetler, Kur’ân’ın ilk sûresinde mevcut değil, daha çok son sûrelerde... Kur’ân-ı Kerîm’de sûreler, nüzûl (iniş) sırasına göre sıralanmamıştır.

Kur’ân meâli okursanız, başlarda “İçkili iken namaza yaklaşmayın!” âyetini okursunuz. Böyle okuyan bir kardeşimiz, “Demek ki, namaz dışında içki içebilirim.” diye anlamış. Bilmiyor ki, bu âyet, tedrîcen, yani üç aşamada indi. En son inen âyetle içkinin her çeşidinin haram olduğunu, Mâide Sûresi’nde Cenâb-ı Hak beyân ediyor.

Âyetlerin nüzul (indirilme) sebeplerini bilmeden okumaya kalkarsanız, kafanız çok karışır. Ben kafasına göre okuyan bir kişinin, zamanla ateist olduğunu dahî gördüm.

“-Bu nasıl bir şey, Allah habire seni yakarım!” diyor dedi bir evlâdımız…

İçim sızladı.

“-Nereden anladın?” dedim.

“-Meal okuyorum.” dedi…

Nüzul sebebini bilmiyor, Siyer-i Nebî bilmiyor, âyetin kime hitap ettiğini bilmiyor ve alt yapı yok. Sonra câhilce Allah Teâlâ’ya kafa tutuyor.

 

Peki, bazıları da “Meâl okumak tehlikeli… O zaman ben tefsirinden okuyayım!” diyor. Hâlbuki bunu diyen kimsenin ne hadis, ne siyer alt yapısı var, ne İslâmî bir bilgisi var. Sorumuzu biraz daha açacak olursak, bir kimsenin kendi başına bir tefsir okuyabilmesi için hangi seviyede olması lâzım?

Burada öncelikle ilk kez meâli, bir tefsir hocası rehberliğinde okuması lâzım… En azından ilk hatmini hocayla bitirmeli… İkinci olarak okuduğu tefsir de çok önemli...

Müfessirin şerîat, hakikat bilgisi çok önemli… Tarîkatlara düşman olan, vahhâbî zihniyetli tefsirler de var. Müfessirin şerîat bilgisi çok sağlam olmalı. Bugün bazı müfessirlerin tefsirleri dikkatle incelenmeli… Kendi fikrini, Cenâb-ı Allah’ın hükmü imiş gibi anlatıyor; okuyucu bu ayrımı yapamayabilir.

Müfessirin îmânî ve amelî hayatı, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde olmalı… Ayrıca tefsir dersi yapan kişinin de Nâsih-Mensûh bilgisi olmalıdır. Sebeb-i nüzûlü bilmesi gerekir. Siyer-i Nebî ve hadis bilgisinin olması lâzım... Bedir Savaşı’nı bilmezseniz Enfal Sûresi’ni anlamazsınız. Fetih Sûresi’ni anlamanız için Hudeybiye’yi bilmeniz şart, Ahzâb Sûresi’ni anlamak için Hendek Savaşı’nı iyi bilmeniz, Âl-i İmrân Sûresi’ndeki bazı âyetleri anlamanız için de Uhud Savaşı’nı çok iyi bilmeniz gerekir.

O dönemin zihniyet ve alışkanlıklarını bilmeden Nûr Sûresi’nin İfk hâdisesini, Tevbe Sûresi’ni, Hucurat Sûresi’ni anlayamazsınız. O dönem Medîne’deki münafıkları, yahudileri bilmezseniz; Allah Rasûlü’nün ne kadar kıymetli bir Peygamber olduğunu idrâk edemezsiniz. Medîne’de sosyal yapıyı bilmezseniz, Bakara Sûresi’ni kavrayamazsınız. Bu da yetmez, peygamberler tarihi bilmeniz gerekir.

Şimdi de şöyle diyebilirler:

“-Hocam, biz bu kitabı anlamayacaktık; bu kitap bize niye indi o zaman…”

Cevap olarak derim ki:

“-Bu İslâmî alt yapıyı almalısın zaten… Tahkikî îman için kulun bu ilimleri öğrenmesi farz. Neden Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emri “Oku!” olmuş o zaman… Kul, Peygamber’ini iyi bilecek. Îman esaslarını iyi bilecek. Tefsir usûlünü bilecek, kitabını okuyacak. İslâm’ı güzel yaşamak için bunlar senin için zarurî ilimler... Oku, öğren ve anla... Bu ilimler, yasak ilimler değil ki...

Yukarıda bahsettiğim gibi, tefsir hocanız da çok mühim… Herkes kendisini besleyecek âyetleri, o âyetlerin nüzul sebeplerini dikkate almazsa Kur’ân-ı Kerîm’de iyi-kötü her şeyi bulabilir. Meselâ tasavvuf düşmanı da olabilir, Müslüman olmayanların düşmanı da olabilir. İyi bir meâlci, aynı zamanda iyi bir Işid elemanı hâline dönüşebilir. Çünkü çok miktarda cihad âyeti var. Bu âyetleri usulünce anlamaz ve açıklayamazsanız; hadislere, Peygamber Efendimiz’in hayatına, İslâm’ın genel çizgisine bakmazsanız, kolaya kaçar, Işidçi olabilirsiniz.

Sünnet, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, yani Kur’ân’ı nasıl anlayıp yaşadığı, bizim için çok mühimdir. Sünnet devreden çıkarsa, herkes kafasına göre Kur’ân-ı Kerîm’i yorumlar ve koskoca bir kaos çıkar ortaya… Çünkü Peygamber Efendimiz’in anladığı Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın murâd ettiği, indirdiği ve yaşanırken gözetimden geçmiş Kur’ân’dır. O sebeple Müslümanları rahatça parçalamak için Sünnet’i ve Peygamber Efendimiz’i önemsiz kılmak istiyorlar. Aman ha! Burası çok mühim. Bu konunun üstünde ısrarla durmamız şarttır.

 

Tefsir hocasında hangi vasıfları aramalıyız o zaman?

Enfâl Sûresi’nde geçen “…Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (el-Enfâl, 17) âyet-i kerîmesini anlamak ve anlatmak için tasavvufun iyi bilinmesi lâzım. Meleklerin inişi ve Rahmânî yardımı anlamanız ve anlatmanız için tasavvuf şart; yoksa ne anlar, ne de anlatabilirsiniz.

Müzzemmil Sûresi’ni okumayan, anlamayan, teheccüd namazı kılmayan bir hoca, hoca olamaz! Bu, bana göre bir ölçü…

Kur’ân’ı anlatacak kişinin Peygamber Efendimiz’in izinden gitme zorunluluğu var kardeşim. Yoksa ne kendine, ne de başkasına bir tesirin olmaz.

Bizim ilâhiyat fakültesinde bir hocamız vardı; hadis profesörü Ali Osman Koçkuzu… Bir gün paçalarını sıvamış, abdeste gidiyor, câmiye cemaate katılacak. Erkek arkadaşların bir kısmı da ellerinde kitap, okulun bahçesinde kitap okuyup kendilerini aydınlatıyorlar. Hocamız câmiye gitti, geldi. Bize derse girdi:

“-Benimle birlikte câmiye, cemaate bir kişi geldi. Diğerleri bahçede oturdunuz. Hiçbirinizden hoca olmaz, ondan olur!” dedi.

O gün benim için bir uyanış oldu. Yolu câmiden, cemaatten geçmeyen, Peygamber Efendimiz’in sünnetini yaşamayan kimseden hoca olmaz! İlâhiyat fakültesinde birçok hoca var; sünneti bilmiyor ya da inkâr ediyor. Bugün ilme ulaşmak çok kolay… Ama yaşama yok, mânâ âlemi yok. Bugün din kültürü öğretmenleri kendilerini sorgulamalı… Yıllarca dersine girdiğim talebe neden deist oluyor, diye…

Bir; sünnet üzere yaşamadığın için… İki; kendini yetiştirmediğin için… Tek maaş endişesi ile gidiyorsan, gitme! Adanmış olmayacaksan, gitme! Çocuklarından çıkar, sonra…

 

Gençlerle buluşmalarınızdaki tespitlerinize göre, çağımızın gençliğinin en büyük problemi nedir?

Allâh’a inanmaya ve îman etmeye hepsinin ihtiyacı var. Sağlam kulpu tutmazlarsa, kalp boşluk götürmez. Mutlaka o boşluğu doldururlar; ya hayır ya da şerle…

Allah sevgisi, Kur’ân sevgisi ve Peygamber sevgisi ile yetiştirebilmemiz için bu sevgilerin bizde de olması lâzım… İstanbul Beşiktaş’ta kaldığım semtte, yatılı bir Kız Kur’ân Kursu vardı. Ara ara yaz döneminde çocuklara vaaz etmek için giderdim. Çocuklarını kursa bırakıp kendileri tatile giden âileler gördüm ben… Beni bir veli telefonla arayıp:

“-Kızımı namaza alıştırın, İslâmî terbiyeyi verin!” diye emrediyor. Ben de:

“-Son nefesinde de kelime-i şehâdeti onun yerine ben getireyim mi?” dedim.

Evlâdının terbiyesini, eğitimini başkasına tamamen yükleyemezsin. Bu iş başkasına bırakılmayacak kadar özel ve kıymetli… Biz bir zamanlar bu terbiye işini FETÖ yapılanmasına bıraktık, ne oldu? Sonunda o evlâdın sana silah doğrulttu.

Biz konforu sevdik. Çünkü uğraşmayı, emek vermeyi sevmedik. Bunları parayla satın almak istedik. Bugün biz yavrularımıza hakkıyla din anlatabilsek, âileler hakkıyla örnek olsa; inanın içlerinden ne Allah dostları, ne âlimler çıkar.

Tıp fakültesi öğrencilerine Mesnevî dersine gidiyorum. Birisi:

“-Hocam, sizin anlattığınız dinle biz Allâh’ı sevdik!” diyorlar.

Ben başka bir din mi anlatıyorum, tevbe yâ Rabbi! Ama o, ilk defa duyuyor, muhtemelen! Gençlerimiz Allâh’ı sevmek istiyor, en büyük ihtiyaçları bu! Bir hatasında hemen onu Allâh’a havâle ediyoruz, anne ve babalar olarak… Allah’tan o çocuğumuzu cezalandırmasını, bize ettiğini buldurmasını, evlâdımızın yanında avazımız çıktığı kadar bağırarak duâ ediyoruz. Şimdi iyi düşünelim, böyle bir durum çocuğumuzda nasıl bir Allah düşüncesi oluşturur.

“-Allah seni bildiği gibi yapsın!” veya daha kötüsü, Allah adıyla belâ okursanız, bu çocuk Allâh’a nasıl yaklaşsın? Herkesin inanmaya, sevgiye, üçüncü olarak ilgiye ihtiyacı var. Bu üç ihtiyacı, komünist karşılarsa onun peşinden gider, sen karşılarsan senin peşinden gelir.

Anne ve babalar, Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne kendilerini koyarlarsa kaybederler. Bu ne demek… “Ben istiyorum?”, “ Benim için yap!”

Neden senin için olsun, yavruna “Allah için yapmayı” öğret!.

“-Benim hatırım için yemeğini ye!” diyor. “Bak, şimdi ağlayacağım!” vs… diyerek yavrularımıza doğru olan bir şeyleri yaptırmaya çalışıyoruz. Hâlbuki “Allah hatırı için yavrum!” demeli…

Unutmayalım, “At, sahibine göre kişner!” diye bir söz var. Bizim çok bilen veya bildiğini zanneden annelere değil, yaşayan ve duâ eden, ihlâslı annelere ihtiyacımız var.

“-Yavrum, Rabbim üzerine hayırlar yağdırsın. Karşına sâlih kimseler çıkarsın!” diye duâ eden annelere ihtiyacımız var.

Meselâ Hazret-i Yâkub’un on iki evlâdı vardı. On evlâdı kâtil ruhluydu; Yûsuf’u öldürmek için neler neler yaptılar? Hem de Yâkub -aleyhisselâm-’ın en sevdiği oğlunu… Yâkub -aleyhisselâm- onların cürmünü bildiği hâlde onlardan uzaklaşmadı ve onları da yanından uzaklaştırmadı. Devamlı onlar için duâ ve istiğfâr etti. Hazret-i Yâkub, her Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece, ağlaya ağlaya hâcet namazı kılıp duâ edermiş. Biz her gün yapmaya gayret edelim. Meselâ bir evde bir çocuk kötü ise, evin bütün fertleri onun için istiğfar edip duâ etmelidir. Çünkü nûr, bizden ona akacak inşâallah...

 

Yeni evlenecek gençlerimize kuracakları âile hayatı hakkında neler söylemek istersiniz?

Nefs-i emmâre ile kurulan bir evlilik yürümez. İstediğiniz kadar güzel olun, becerikli olun; bu bir yerden sonra yetmez. Evlilik, ölü gibi olmayı gerektirir. İki kişi diri olursa, yürümez. Bazen biri ölü gibi, biri diri olmalıdır. Yani duruma göre bir taraf susmayı bilmelidir.

Kadınlar, dindar bile olsa, eşitliğe inanıyorlar. Bir kere “kavvâm”ın yerini bileceğiz. Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Fâtıma’ya yaptığı nasihat, aslında hepimizedir:

“-Sen ona câriye olursan, o sana köle olur.”

Bir de herkes sevilmek istiyor, sevmenin önemini kavrayamadık. Hâlbuki en kıymetli şey, sevmektir. Herkes nefs-i emmâresinden, egosundan sadece kendi sevilsin istiyor. Sevmeye tâlip olan yok!..

Nefs-i emmâreden veya egodan nasıl törpülenecek bu yeni nesil çiftler? Bir bilezik eksik yapıldı diye bozulan nişanlar, istediği elbise alınmadı diye ortalığı yıkanlar var, maalesef! Bizim annelerimiz:

“-Biz ezildik, siz ezilmeyin. İsterseniz boşanın, gelin!” dedi.

Bizim nesil, boşanmanın zorluğunu gördü. Bu nesil, kendisinden sonra gelecek neslin yuvasının bozulmaması için çok çabalayacak... Bazıları da:

“-Bunun anne-babası ayrıymış. Bu kız alınmaz veya bu oğlana kız verilmez!” diyor.

Bir genç, anne-babası ayrıldığı için kendi evliliğinde de bunu yaşayacak diye bir şey yok!.. Allah, kimseye aynı kaderi yazmaz. Herkesin kaderi, kendine özel…

Evliliklerde mutlaka fırtınalar olabilir. Böyle durumlarda hakkı ve sabrı tavsiye eden bir ekibe ihtiyacımız var.

Ben evlilikleri Cenâb-ı Allâh’ın yardımının götürdüğüne inanıyorum. Bu yardımı alabilmeniz, Allah’la irtibatınızın, yani kulluğunuzun güçlü olmasına bağlı… Bazıları:

“-Ben evlâtlarım için bu evliliğe katlanıyorum!” der.

Evlâdınız için evliliğe katlanılmaz. Yalnız Allâh’ın rızâsı için katlanılır. Allâh’ın rızâsı yoksa, hiçbir şey yok.

“-Hocam, biz kocamızın kölesi miyiz?” diyorlar. Ben de onlara diyorum ki:

“-Siz sadece kocanızın kölesisiniz… Eşleriniz neyin kölesi? Düşünün, şimdi Korona’dan dolayı adamlar can tehlikesini göze alarak birçoğu evinin rızkı için patronuna kölelik yapıyor. Siz evde oturuyorsunuz!..” diyorum.

Erkeklere de şu tavsiyede bulunuyorum: Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl bir kocaymış, okusunlar veya internetten Kur’ân ve sünnet çizgisinde bir âlimden dinlesinler. Kur’ân-ı Kerîm’de âileyi ilgilendiren âyetleri, tefsirleriyle ve hadis eşliğinde öğrensinler. Peygamber Efendimiz nasıl bir eşti, onun şefaatine ermek için nasıl bir eş olmalıyım diye araştırsınlar. Karısını defalarca boşuyor, ama adamın talâktan haberi yok!

Erkekler “kavvâm”sa, kavvâmlığını bilecek! Bir arkadaş anlatmıştı. Evlerine gece hırsız girmiş. Kocası kadının eline silahı vermiş:

“-Evi bir dolaş, bakalım birisi var mı?” demiş.

Kadıncağız da can havliyle dolaşmış. Kadının sonra aklı başına gelmiş. Yatak odasına, kocasının yanına varıp silahı kocasının başına dayamış:

“-Bir daha bu silahı benim elime verip de kendin korkak korkak burada beklerken, «Evi bir kolaçan et!» dersen, önce seni vururum!” demiş.

Bugün birçok kadın, sırtını yaslayacak güçlü, kavvâm bir eşin hasretiyle yanıyor. Erkek, yapması gereken birçok şeyi, pısırıklığı sebebiyle kadına yüklüyor. Konuşması gereken yerde susuyor, kadın konuşmak zorunda kalıyor. Erkeğin bunlara fırsat vermemesi, kavvâmlığın hakkını yerine getirmesi lâzım.

 

Kur’ân, tefsir, Mesnevî ve Fusûsu’l-Hikem üzerine çalışıyor; buralardan besleniyorsunuz. Okuyucularımıza beslenmeleri gereken kaynaklar hususunda tavsiyelerinizi alabilir miyiz?

Âcizâne tavsiyem, iyi bir Siyer-i Nebî ve İslâm tarihi öğrensinler. Hadîs-i şerîfleri okumaya ve yaşamaya odaklansınlar. Ben hadîs-i şerîflerin, peygamber yardımı olarak kişiye ulaştığına inanıyorum. Bütün ilâhiyat fakültelerine bakın; gerçek hadis profesörleri, ahlâkı ile, insanlığı ile bambaşkadırlar.

Erkam Yayınları’ndan çıkan Riyâzü’s-Sâlihîn’i mutlaka bitirmelerini tavsiye ederim. Ardından mutlaka ilmihal bilgilerini, bir de akâid bilgilerini gözden geçirsinler. Güvenilir bir müfessirin tefsirini okumaya gayret etsinler. Daha sonra tasavvufu zevk etsinler. Allah dostlarını sevsin, onların hayatlarını öğrenmeye gayret etsinler, hayatları bereketlenecektir.

 

Dergimiz yazarı olarak okuyucularımıza ne mesaj iletmek istersiniz?

Şunu söylemek isterim. Bize konular veriliyor, ben yazıyı yazarken en büyük endişem şu oluyor: Okuyucularımda bu konunun yaraları nelerdir? Ben yazdıklarımla onlara merhem olabiliyor muyum?

Benim tek isteğim, Cenâb-ı Hak lütfetsin, ihtiyacı görüp tedavi edecek yazılar yazmayı nasip etsin! Âmin.

Kardeşlerimiz dergimizi seviyor, okuyor. Her ay yazılarımıza ait güzel maillerle dönüş yapıyorlar. Ama hangi yarayı sardığımızı bilemediğimden, onlara karşı mahcûbum! Hep duâlarımda, “Allâh’ım, ne ihtiyaç varsa, onu yazdır!” diyorum.

En önemlisi mağfiret ve rahmet talep ettiğimiz kadar mârifet ve muhabbet diliyorum Mevlâ’mdan…. Çünkü Rabbimizi bilirsek, seversek ona göre amel ederiz; böylece gören gözümüz, işiten kulağımız, tutan elimiz Rabbimiz olacak inşâallâh. En büyük dileğim, hem okuyucularım hem kendim için budur… Mârifetullah…

Mânâ âlemi, maddeden daha mühim… Herkesin önce rûhuna ağırlık vermesi lâzım… Modern dervişlere ihtiyacımız var. Osmanlı, birçok yeri kılıçla fethetmedi; oralara dürüst ticaret ehli, İslâm ahlâkını yaşayan insanları yerleştirerek İslâm’ı taşıdı. Bu diyarın sâkinleri, bu güzel ahlâka hayran olup müslüman oldular. Allah cümlemize, ahlâkımızla fetihlere vesîle olmayı nasip etsin. Bütün okuyucularımızın yuvasını şen etsin! Allâh’a kul, Peygamber’ine ümmet eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle