Türkiye’de ne kadar eğitim gördünüz ve döndükten sonra hizmete hemen başladınız mı?
Biz ilk gelen grup, bir yıl kaldık. Sonra hemen döndük. Çünkü devir, îman kurtarma devri idi. Daha fazla kalıp ilim almak, bizim için çok fazla lüks olabilirdi. Halkımız gusül abdestini bile bilmiyordu. Bu, toplumumuzun faciâsıydı bence…
Bizi yetiştiren hocalarımızdan Allah râzı olsun! Bir sene içinde, bize iki-üç senelik eğitimi vermişlerdi. Biz altı-yedi arkadaş, Türkiye’den dönünce her yerde hizmet edecek yeterli bir mescid ve kurs binası yoktu. Babam ilk fedakârlığı yine kendisi yaparak evimizin bahçesindeki muâyenehânesinin bir odasını, “Allah rızâsı için veriyorum!” diyerek bağışladı. Yine insanların kolayca ulaşabilmesi için Şeki’nin çeşitli bölgelerine de kurslar açılması için çok gayret ettiler.
Daha sonra büyüklerimizin önayak olması ile Türk bir hoca olan Talha beyle izdivâcınız oldu. Böylece yine ilklerden birine imza atmış oldunuz, değil mi?
Evet, elhamdülillâh öyle oldu. Normalde âilem, bırakın başka ülkeyi, başka şehre bile kız vermez. Bu, bizim için mümkün olmayan bir şeydi. Ben evin tek kızıydım, bu da çok önemli bir faktör tabi... Ama Osman Hocamız:
“-Biz Talha Bey’e de âilesine de kefiliz. Ben kızımın bu evliliğine râzıyım!” deyince babam:
“-Tamam. Solmaz sizin kızınız! Siz râzıysanız biz de râzıyız.” dediler. Böylece bulunduğumuz şehirde bir Azerbaycan kızı ile bir Türk evlenmiş oldu. Aslında vakıf çevresinde o sıralarda bir-iki evlilik olmuştu, ama bizimki de bu ilk düğünlerden biri sayılır.
Bu evlilikle dünyanın dört bir yanına ulaşan hizmet mâceranız da başlamış oldu, öyle mi?
Evet. Bizim evliliğimiz, sizin de ifade ettiğiniz üzere, hizmet üzere başladı, öyle de devam ediyor, elhamdülillâh! Önce on sekiz sene Azerbaycan hizmetimiz oldu. Daha sonra Afrika kıtasında Tanzanya’da hizmetimiz oldu. Sonra Türkiye’ye geldik. Yaklaşık yedi sene Azîz Mahmud Hüdâyî kursunda hizmet ettik. Şimdi de Suriye hizmetimiz için Azez bölgesine taşındık.
Azerbaycan hizmetinizi yaparken hiç zorluklarla karşılaştınız mı?
Güzellikler de zorluklar da yaşadık. Önce güzelliklerden bahsedeyim:
Azerbaycan’da ilk hizmete başladığımda yaşlı bir öğrencim vardı. Yetmiş yaşında, “Senober Teyze” derlerdi. Kendisi çok ünlü bir molla idi.
Ölenin arkasından tertip edilen yas merasimlerinde Kur’ân okuyan kimselere, Azerbaycan’da “molla” denir. Senober Teyze, benim yanıma ilk geldiğinde şöyle bir itirafta bulunmuştu:
“-Solmaz Hocam! Ben bilirem ki, benim okuduğum Kur’ân, Kur’ân değildir! Sadece sesim güzeldir. Bu yüzden bana molla derler. Bana doğru Kur’ân’ı öğret! Şimdi kimse benim Kur’ân’ı bilmediğimi bilmiyor. Ama Allah bana soracak!.. Bu yüzden bana sen doğru bir şekilde Kur’ân’ı öğret!” dedi.
Ben de içimden “Allâh’ım, ben okuması-yazması olmayan, kulağı bile iyi duymayan, yetmiş yaşındaki bir kadına nasıl Kur’ân öğreteceğim!” dedim.
Fakat Senober Teyze beni mahcup etti. Her gün hâlis niyetle kursa geldi ve iki ayda Kur’ân-ı Kerîm’i öğrendi. Ve Kur’ân’ı yavaş yavaş da olsa beraberce hatmettik.
Solmaz Hocam, burada Kur’ân’ın mûcizesini görmüşsünüz. Rabbim, bu kelâmı isteyen herkese öğretiyor.
Gerçekten Halime Hocam… Ben orada bu mûcizeyi bizzat yaşadım. Bu hâdiseden ders çıkardım ve kendi kendime dedim ki:
“-Bundan sonra yediden yetmişe gelen herkese öğreteceğim. Niyeti hâlis olan herkesin kalbini de zihnini de Rabbimiz açar.”
Bir Perşembe günü Senober Teyze derse geldi:
“-Hocam, dersimi hemen vereyim, yasa gideceğim!” dedi. Ben de:
“-Senober Hala, Ramazan ayındayız, orucuz. Yasta yemek verirler. Nasıl olacak bu iş?” dedim.
“-Hocam, ben orada yemek yemezsem kimse yemez. Bugün ben orucumu yiyeyim, yarın devam ederim yine!..” dedi.
Yani Ramazan’ı da orucu da hiç bilmeyen bir toplumduk. İlk öğrenirken böyle traji-komik hâller de yaşıyorduk. İşte halkımız, İslâm’dan bu kadar koparılmıştı. Tabi, öğrendikçe bunlar hep düzeldi, elhamdülillâh...
Daha sonra evlenince Şeki’nin merkezinden ev tutmuştuk. Orada talebelerimin çoğunluğu üniversite öğrencileri idi. İki odalı apartman dairesinde seksen kadar öğrencim vardı. Oğlum doğmuş, henüz kırk günlükken beşiği sınıfın köşesine koymuştum. Öyle hizmete devam ediyorduk. Osman Hocamız, sık sık Azerbaycan’daki hizmet mekânlarını ziyarete gelirdi. Bir defa geldiklerinde:
“-Kızım, bu daire size yetmiyor. Artık komşularınız da sizin kalabalığınızdan rahatsız olurlar. Daha müsait, bahçeli bir yer bulalım.” dedi.
Biz de iki katlı, bahçeli bir yer bulduk. Tabi, sayımız da üç katına çıktı. Yanıma üç-dört yardımcı hocahanım geldi. Orada sayımız artınca, çok zorluklar görmeye başladık. Etrafımızdaki bazı câhil komşularımız bize çok hakaret ediyorlardı:
“-Kur’ân okumayın, Kur’ân sesi evlerimize gelmesin!” diyorlardı.
Bir gün kursun bahçesine çıktım. Yanımda biri beş, diğeri üç yaşında çocuklarım da var. Bizim bahçeye taş atmaya başladılar. Öyle küçük bir taş da değil! Büyük büyük taşlar, isabet etse bir çocuğu öldürebilirdi. O zaman çok ağlamıştım. (Anlatırken ağlıyor.)
O an Peygamber Efendimiz’in de müşrikler tarafından taşlandığı aklıma geldi. Yeniden bir güç geldi içime.
“-Hiç durmayacağım, bu zorluklarla yılmayacağım!” dedim.
Buna benzer zorluklar yaşadıkça, Rabbim sanki bana daha fazla bir güç veriyordu. Bunu iliklerime kadar hissediyordum. Bu yüzden hiç ümitsiz olmadım. Zorluk artıkça hizmetin lezzeti de artıyordu. Daha sonra Osman Hocamız:
“-Kendi kursumuzu alalım. Bu kiralık yerde sizi rahat bırakmayacaklar!” dedi.
Biz tekrar kapı kapı dolaşıp bir yer bulduk. Orayı da âdeta dişimizle tırnağımızla her şeyini tamamladık. Temizliğini, boyasını, aklınıza hangi ayrıntısı gelirse hepsini yaptık, çok şükür!.. İlkleri yapmanın sevincini ve huzurunu yaşıyordum. Çünkü:
“Kim bir hayrı başlatırsa, arkasından aynı hayrı yapanların sevabından da alır.”1 buyuruluyor ya… İnşâallâh o kurs da bizim sadaka-i câriyemiz olur. Bu yüzden Azerbaycan hizmeti, benim ilk hizmet aşkım, heyecanım olduğu için onun lezzetini hiç unutamıyorum.
Daha sonra Afrika hizmetiniz oldu. Ama onunla ilgili dergimizde bir yazınız çıkmıştı.2 Suriye hizmetinize geçmeden evvel, kısaca üzerinden geçelim mi?
Afrika’daki hizmetimiz de şöyle olmuştu: Osman Hocamız, Azerbaycan’a geldiklerinde vakfın Afrika hizmetlerinden bahsetmişti. Bir sözünü hiç unutmam:
“-Kızım, Afrika’ya gidip döndükten sonra musluğu her açtığımda Afrika aklıma geliyor. Bazen «Acaba bizim iki kap yemek yememiz câiz mi?» diye düşünüyorum.” dedi.
Bende o günden sonra Afrika’da hizmet etme hayali başladı. Azerbaycan hizmetimizin 18. senesindeydik artık… Biz ikinci nesle Kur’ân öğretiyorduk. Bir yenilik de arzulayarak Osman Hocamıza:
“-Efendim, ben Afrika’da hizmet etmek istiyorum.” dedim.
Mübareğin yüzü ay gibi parladı:
“-Yok kızım, siz Şeki’de lâzımsınız. Burada kalın!” dediler.
O sıralar eşim Talha Bey, kurban organizasyonu için on günlüğüne Afrika’ya gidecekti:
“-İstersen sen de gel!” dedi. Ben de:
“-Tamam.” dedim.
On beş günlüğüne gittik. Köy köy gezdik. Hiç kurs-mescit yok. Her hususta, her şeye çok ihtiyaç var. Son döneceğimiz akşam, eşim bana dedi ki:
“-Solmaz, buraları gördün, bak ne kadar çok ihtiyaç var! Azerbaycan’da hizmetler yerine oturdu. Biz olmasak da yerimizi dolduracak mutlaka birileri oluyor. Asıl hizmet burada. Buranın taşı-toprağı hizmet… İster misin, gelelim mi?” Ben de:
“-Tabi ki gelirim.” dedim.
Böylece bir buçuk yıllık Afrika hizmetimiz başladı. Afrika kıtasının tam ortasında, Tanzanya’da güzel hizmetlerimiz oldu. Bugün oraya gitsem, kapısını çalıp evinde misafir olacağım en az elli kapımız var, elhamdülillah! Hâlâ irtibatımız kopmadı, görüştüğümüz güzel dostlarımız var orada…
Daha sonra Türkiye’ye hizmete geldiniz.
Zorlu Azerbaycan ve Afrika hizmetinden sonra, Rabbim bize hediye olarak, bir zamanlar öğrencisi olduğum güzel Azîz Mahmud Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’nda hizmet de nasip etti. Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Hüdâyî Kursu’nda bulunmak, bence öğrenci olarak da, hoca olarak da çok büyük bir nimet… Bunu sizler de bilirsiniz. Bence Hüdâyî kursu bir marka, bir akademi... Bizim baba ocağımızdır, Hüdâyî...
Ben bir zamanlar sınıf hocam olan Ayşe Durmaz hocamla hizmet ettim. Bizi yıllar evvel vatanımıza uğurlarken:
“-Siz benim Azerbaycan’a gönderdiğim ilk fidanlarımsınız!” demişti ağlayarak... Ayrıca “Dostum, kardeşim!” dediğim Halime Demireşik’le beraber hizmet etmek, benim için büyük bir lûtuf..
Bilmukâbele kardeşim. Biz de seninle omuz omuza hizmet sancağının altında gölgelendiğimiz için bahtiyarız.
Ama bir müddet sonra ben yeni hizmet alanlarına yönelmeyi istedim. Çünkü Hüdâyî Kursu öyle bir yer ki, ilim adına, hizmet adına her şey düşünülmüş ve tıkır tıkır işliyor. Benim oraya katacağım yeni bir şey yok! Ben ise, “ilki yapmayı”, bir hizmeti “yeni baştan kurmayı” seviyorum. Yani ben Hüdâyî’de olsam da olur, olmasam da olur diyordum içimden…
Mahrumiyet bölgelerinde sıfırdan hizmete başlayıp onların benim birer sadaka-i câriyem olması duygusunu tattığım için buralarda o duygunun hasreti içinde hep duâ ediyordum.
O sıralarda Osman Hocamızla istişare ettik. Beni Ümraniye bölgesindeki Suriye okulu ve Suriyelilere yardım faaliyetlerinin yapıldığı birimimize yönlendirdi. Eşim de son bir yıldır erkeklerin Suriye okulunda hizmet ediyordu. Şimdi buradan bakınca, sanki Hocamız bizi Suriye bölgesine göndermeden evvel oralarda tâlime almış. Buraya gelmeden Suriyelileri, kültürünü, ihtiyaçlarını yavaş yavaş tanımaya başlamıştık. Altı aylık bu hazırlıktan sonra asıl Suriye hizmetimiz başladı.
Şimdi de Suriye hizmetinizden bahsedelim. Nasıl başladı bu hizmet?
Suriye ve İdlib bölgesinde Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfımızın önderliğinde briket ev, câmi, okul vs. işleri başlamıştı. Eşim Talha Bey, önceden Azerbaycan’da ve diğer bölgelerde de bu hizmet faaliyetlerine katılmıştı. Osman Hocamız Suriye bölgesinde yapılan inşaatların kontrolünü de Talha Bey’e verdi. Bu sebeple ara ara gidiyor, bir hafta, on beş gün, son dönemlerde de bir-iki ay oralarda kalıp bu inşaat faaliyetlerinin takibini yapıyordu. Bu durum, altı ay kadar devam etti. Sonra Osman Hocamız bir gün Talha Bey’le görüşmüş, bizim o bölgeye âilece taşınmamızı ve beraberce hizmet etmemizi istemiş. Talha Bey de:
“-Tamam Efendim!” demiş. Çıkışta beni aradı:
“-Hocamızla görüştüm. Bizim Suriye ve Türkiye’deki mültecî kamplarında âilece hizmet etmemizi istiyor. O bölgenin sorumluluğu bize verildi. Şimdi düşün, hayatının kararını ver!” dedi. Ben zaten telefonu ilk açtığında anlamıştım, sanki içime doğmuştu. Talha Bey eve gelince de:
“-Hocamız, çocukların gideceği okula, kalacağımız eve kadar her şeyi düşünmüş. Benim, «Bu eksik kalmış, bunu da yapalım.» diyeceğim hiçbir eksiklik kalmamış. Hocamız seni de arayıp konuşacak.” dedi.
Hocamız ertesi gün beni aradı:
“-Kızım, Suriye tam senin hizmet edeceğin yer! Seni buralardaki hizmet pek mutlu etmedi. Sen Suriye’de gönlünce hizmet edeceksin!” dediler. Ben de:
“-Tamam Efendim.” dedim.
Tabi, duyan herkes beni korkutmaya başlıyordu:
“-Senin orada ne işin var? Savaş bölgesi orası… Bombalar patlıyor! Çocukların ne olacak?” diyordu.
Ama büyüklerimizin duâsı benim içimi ferahlatmıştı. Sonra Kilis’e geldik. Buradan araba ile on beş dakikada gümrükten Suriye’ye geçiyoruz. Hafta sonları da dâhil, her gün o bölgede hizmetimize başladık, elhamdülillâh!
Suriye bölgesine girip, ilk defa mültecî kamplarını gördüğünüzde neler hissettiniz? Nasıl bir manzara bekliyordunuz, nelerle karşılaştınız?
Açıkçası buraya gelmeden evvel Osman Hocamızın bir cümlesi beni buraya hazırlamıştı.
“-Kızım, bu bölge, Afrika’dan daha zor ve daha önemli!” demişti.
Ben de Afrika’dan “daha zor” ve “daha önemli” nasıl olur, onu anlayamıyordum. Çünkü Afrika’daki yokluğu ve çaresizliği görmüş, bir insan olarak bundan daha öte bir yokluk ve çaresizliği tahayyül edemiyordum.
Biz ilk gümrükten geçince gördüklerime inanamadım. Gözümün gördüğü son noktaya kadar, hattâ daha da ötesi çadır... Hiç bitmeyen bir çadır ve çaresiz insanlar… Ben zannediyordum ki, Suriye’ye geçince bir bölgeye gideceğiz, sadece orası, mültecî çadırları var ve biz onlara yardım edeceğiz. Orada ağzımdan çıkan ilk söz:
“-Yâ Rabbî, biz bu insanların hepsine nasıl yetişeceğiz?” oldu.
Afrika’da insanlar, o hayat şartlarının içine doğuyor ve ister istemez o hayat tarzına alışarak büyüyorlar. Hayatı, o toprak evden ibaret zannediyorlar. Ötesini görmemişler, bu yüzden hayalleri de olmuyor. Ama burada öyle değil!.., Bu insanların daha önce yaşadığı normal bir hayatları vardı; evleri, okulları, yiyecekleri, âileleri… Bizim gibiydiler yani…
Sonra savaşın en acı yüzünü görmüşler; kimisi sakat kalmış, kimisi hasta… Çoğunluk annesini, babasını, eşini, çocuğunu veya bütün yakınlarını kaybetmiş. Bazıları hikâyelerini anlatırken:
“-Villalarımızı, arabalarımızı bırakıp kaçtık buraya!..” diyorlar.
Varlıktan yokluğun en dibine düşmüşler. İşte bunları görünce Osman Hocamız’ın ne demek istediğini anlamış oldum. Meselâ günlük hayatımızda bir eşyamız kaybolduğunda, durmadan gözümüz onu arıyor. Benim Azerbaycan’da bir evim yanmıştı, hatırladıkça hâlâ içim sızlar. Üstelik sonradan daha iyisine kavuşmuş olduğum hâlde…
Bir de bu kardeşlerimizi düşünelim; her şeylerini kaybetmişler, hattâ hayallerini bile… Bu insanın psikolojisini, Afrika’daki ile dahî bağdaştıramazsınız. O çadırları görünce:
“-Keşke sayabilecek kadar olsalardı, sivil toplum örgütleri ile paylaşırdık.” dedim.
Ama öyle çok ki, bütün sivil toplum kuruluşları gayret hâlinde olduğu hâlde yetişemiyoruz. Düşünün, bir defa yardım götürdüğümüz çadıra, ikinci defa götüremiyoruz, çünkü sıra gelmiyor. Çadırlarına davet ediyorlar:
“-Gel, otur! Bize hiç kimse gelmedi yardıma…” diyorlar.
Sohbet edecek, dertlerini anlatacak bir dost, gözyaşlarını silecek bir el, bazen de problem çözülmese de onları dinleyen ve anlayan bir mü’min kardeşlerinin varlığını hissetmek istiyorlar.
90-95 yaşlarında bir teyzenin çadırına ikinci defa gittik. Çünkü yalnız, hiç yardım edeni yok! Benim tekrar geldiğimi görünce elimi öpmek istedi, nasıl sarılıp sevinç gözyaşı döküyor, anlatamam.
“-Hep seni bekledim, nerde kaldın?!” diyor.
İçeri davet etti, girdim. Buz gibi içerisi…
“-Teyze, sen burada üşümüyor musun?” dedim.
“-Sen soba, yakacak getirmiştin. Ama yakacaklar hemen bitti. O yüzden çok soğuk!..” diyor.
Baktım, erzakları da bitmiş. Tekrar verdik, ama bir daha oraya sıra gelecek mi, tekrar o yaşlı teyzeyi görebilecek miyim, bilemiyorum.
Kadınlar ve yetim kalmış çocuklar, savaşın en çok kaybedeni değil mi? Biraz da onlardan bahsetsek… Onlar için neler yapılıyor?
Biz burada Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nın çatısı altında, Bereket Derneği’ni kurduk. Vakfımız, Bereket Derneği kadın kolları başkanlığı vazifesini bana verdi. Kadınların ve yetim çocukların ihtiyacını, saha içinde görüp yardım etmemiz için… Rabbim, hakkıyla yapmayı nasip eylesin!
Sizin de ifade ettiğiniz gibi, savaşın en çok kaybedeni kadınlar… Babasını, erkek kardeşini, eşini ve çocuğunu şehid vermiş; dul kalmış, çocukları ile yapayalnız kalmış o kadar çok kadın var ki… Beş çocuğu ile kalmış kadın, çocuklarını kesinlikle yetimhaneye vermiyor. Her türlü zorluğuna rağmen kendisi bakıyor. Akrabalık bağları çok fazla… Kendi yetimlerine, başka kardeşlerinin yetimlerine, hattâ kumasının yetimlerine bakan kadınlar var. Meselâ yaşlı kadın kalmış, kendine bakacak mecâli yok, ama yetim kalan akraba çocuklarını sahiplenmiş, vermiyor yetimhâneye…
Solmaz Hocam, güvenemedikleri için de veremiyorlardır. Organ mafyaları ve kötü niyetli insanlar, savaşlarda çok çocuk kaçırıyor. Bu yüzden de vermiyor olabilirler.
Evet, Halime Hocam, en büyük sebep bu, güvenemiyorlar. Suriye’nin içinde de kamplar var. Fakat o kadar karışık ki, kime güvenip teslim etsinler. Biz haberlere bakarak savaş bitti zannediyoruz. Savaş bitmedi, hâlâ devam ediyor. Hâlâ bombalar patlıyor.
Biz bazı kamplara askerî koruma altında girebiliyoruz. Allah ordumuzdan da râzı olsun. Onlar da çok gayret ediyorlar. Bizim tercümanımız Hatice Hanım:
“-Türk askerleri gelmeden önce burada huzur yoktu. Her an bomba atılıyordu. Bomba seslerinden korkup ayakları felç olan çocuklar çoktu. Türk askeri gelince huzur geldi.” demişti.
Kadın ve çocuklara dönecek olursak, burada şunu ifade etmek istiyorum. Bizim Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfımızı, diğer STK’lardan ayıran en büyük özelliğimiz şudur:
Diğer STK’lar gidiyor, yardımı, çadır muhtarı gibi vazifelilere verip geri dönüyorlar. Biz öyle yapmıyoruz. Biz tek tek çadırlara giriyoruz. Yanlarına oturuyoruz. Beş dakika da olsa dertlerini dinliyoruz. Çünkü buna özellikle kadınların o kadar ihtiyaçları var ki…
Hüdâyî Vakfımız, 350 tane briket ev inşa etmişti. Biz buralara öncelikle hasta, yaşlı, sakat ve dul hanımları yerleştirdik. Ama iş burada bitmiyor. Bu evlerde sobasının yanması için sürekli yakacak götürmek gerekiyor. Bitince götürmezsen yine aynı... Tek şansları, başlarına yağmur, kar değmiyor. Ama ihtiyaç, aynı hızla devam ediyor. Geçen haftalarda başka bir dernek, gıda yardımı yaparken çıkan kavgada bir kişi vefat etmiş. Açlık insanı ne hâllere koyuyor! Bizim vakfımız böyle kargaşa olmasın diye ihtiyaç sahiplerini önceden tespit edip kart dağıtıyor, kartı ile gelen herkes, sırası ile ihtiyacını karşılamış oluyor. (Devam edecek)
1 Müslim, Zekât, 69.
2 Şebnem Dergisi, Solmaz Özkul, “Siyah Ülke Afrika, İçimizi Yaktı”, sayı: 83 (Ocak, 2012), sh: 36-37.
YORUMLAR