Not: Kıymetli okuyucularımız; Nurhayat Eryılmaz Hanımefendi ile yaptığımız uzun röportajımıza kısa bir ara veriyoruz. Devamını, inşâallah Temmuz sayımızda neşredeceğiz. Bu sayımızda Ramazan iklimine çok uygun başka bir röportaja başlıyoruz. Hayır ve hidayetlere vesile olması duâlarımızla…
“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes…
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”
Merhum Necip Fâzıl Kısakürek’in mısralarında bahsettiği surlarda mukaddes gedikler açılmaya devam ediyor. 1990 yılında kutlu bir el uzandı Azerbaycan’a… Komünizm’in kirlettiği her bir kalbi, mâhir bir madenci gibi çakıl taşları arasından seçti aldı. Gönlündeki îman ve merhametin tezahürü olan hizmetle yıkadı onları... Köklerinde var olan îman incilerini çıkardı gün yüzüne… O’nun gelişi ile Azerbaycan çiçek açtı.
İşte o mâhir elde yetişmiş ilk hizmet neferlerinden olan Solmaz Özkul Hanımefendi, bugün röportaj sayfalarımızın konuğu... Kıymetli, Hak âşığı, firâsetli bir babanın sadaka-i câriyesi olan kardeşimize birçok hizmetin ilk tohumlarını atmak nasip olmuş. Önce Azerbaycan, sonra Afrika kıtasının ortasındaki Tanzanya, ardında Türkiye, şimdi de Suriye’de muhterem beyi Talha Özkul ile beraber hizmetleri devam ediyor.
Azerbaycan’da konservatuvar okurken bir anda hayatı değişen, kemanı ile şarkılar bestelerken ilâhiler bestelemeye başlayan, Solmaz kardeşimin hayat ve hizmet yolculuğunu okurken gözyaşlarınız hiç dinmeyecek; hizmet ve îman aşkınız tazelenecek. Dinlerken ağladım, yazarken ağladım.
“-Gönüllerimiz, gözyaşlarımız ve dualarımız birbirine karışsın!” diyerek buyurun başlayalım.
Efendim, bize kendinizden, âilenizden, Azerbaycan’da İslâm’dan habersiz geçen yıllarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Ben Azerbaycan’ın en güzel şehirlerinden biri olan Şeki’de doğmuşum. Âilem ziyâlı (aydın, okumuş, münevver) bir âiledir. Babam doktor, annem ise öğretmendi. Hâlbuki annemin gençlik zamanlarında kız çocukları pek okumazmış. Ama âilesi şuurlu bir âile oldukları için kendisini okutmuşlar.
Anne ve babamın ilimle meşgul olması, tabi bizim terbiyemiz üzerinde de çok etkili oldu. Güzel, örnek bir âileydik. Ama biliyorsunuz, Azerbaycan halkı, Rusya’ya bağlıyken yetmiş yıl komünizmin baskısını yaşamış bir millet… Bu sebeple ne bizim âilemizde ne de halkımızda dînimiz İslâm’la ilgili hiçbir bilgi veya İslâm’ı yaşama alâmeti kalmamıştı. Sadece adımız müslümandı. Câmi ve medreseler ya yıkılmış ya müze olmuş ya da kütüphane olarak kullanılıyordu. Hiç kimsenin evinde Kur’ân dahî yoktu. Müslüman olduğumuzu da dedelerimizden duymuştuk.
Dedem, gizli gizli evde namaz kılardı. Ama ne evlâtlarına ne de bize hiç öğretemedi korkusundan... Son zamanlar dedem gizli de olsa, az çok İslâm’dan bahsetmeye başlamıştı. Dedemin dayısı, Dağıstan âlimlerindenmiş. Az da olsa dedemde İslâm’dan kırıntılar kalmış. Dayısından öğrendiği Kur’ân’ı okurdu. Çok güzel ve serî bir Kur’ân okuyuşu vardı.
Dedeciğim, bazen Rus komünist askerlerin baskın yapıp bütün evlerden Kur’ân’ları ve din kitaplarını toplayıp yaktıklarını, namaz kılan ve Kur’ân’ı bilen herkesin idam edildiğini, dîni bilen hiçbir âlim bırakılmadığını anlatırdı. Bu, öyle bir baskı imiş ki, İslâm adına hiçbir eser veya İslâm’ı hatırlatacak hiçbir şey kalmayana kadar devam etmiş. Yetmiş yıl süren bir zulüm…
O kadar dînimizden habersizdik ki, ne gusül abdesti, ne namaz abdesti, ne Ramazan Ayı, ne oruç, ne de kurban… Bunların hiçbirinden haberimiz yoktu. Babam çok îmanlı-inançlı bir insandı, fakat namaz kılmayı bilmiyordu. Çünkü dedemiz, askerler gelip basacak korkusu ile hiç öğretememiş. Bu yüzden babam, namazı kırk beş yaşında öğrenip başlayabildi.
Peki, din adına neler vardı hayatınızda?
-Sadece bid’atler vardı. Meselâ köylerde pîr mezarları ziyaret edilir, adak adanır. Onun için kurban kesilir. O pîrden istenir. Düğün yapan, çocuğu olmayan herkes orayı ziyaret eder, orada kurban keserdi. İslâm’ın Kurban Bayramı’ndan haberimiz yoktu ama... Hattâ az da olsa bunlar şimdi yine de var. Bir de cenaze arkasında yas merasimleri vardı. Din yok, bolca âdet ve görenekler vardı. Rus âdetleri okullarda öğretilirdi. Yılbaşı kutlardık. Bunlar, hayatımıza o kadar yer etmişti ki, hiç yabancılık çekmiyorduk.
Babacığım, sadece yüreğini doldura doldura bir sevinçle:
“-Biz müslümanız!” derdi.
Babam, bilmediği İslâmiyet’i aşılayamadıkça bizi ilimle doldurmaya çalıştı. Kendisi çok iyi bir hekim olmanın yanında, edebiyata düşkün, ince ruhlu bir insandı. Bize bunu aşılamaya gayret ediyordu. Hepimizin ilim ve edebiyatla yoğrulup insanlığa faydalı olmamız için nasihat eder ve bunun için çok gayret gösterirdi.
Bu gayretlerinin neticesinde ağabeyim ve erkek kardeşim doktor oldular. Benim yolumu ise, onlardan farklı çizdi, beni sanata yönlendirdi. Ben konservatuvar mezunuyum. Piyanoyu çok severdim. Azerbaycan’da piyano çok yaygındır. Piyano çalmayı öğrenmek istediğim zaman babam:
“-Ben piyano istemem! O Rus âleti... Sen Azerbaycan’ın millî çalgı âleti olan kemençeye (kemana) yönel, kendi bestelerini yap.” demişti.
Sekiz sene konservatuvar okudum.
Tam yetmiş sene sonra, Rabbimiz bize tekrar İslâm’ı ve müslümanlığı nasip etti. Bu yüzden biz çok şanslı bir nesiliz. Bizi bu gaflet uykusundan uyandıran kıymetli üstâdımız Osman Nûri Topbaş Efendi’nin gayretleri oldu. Rabbim, kendilerine uzun ve sağlıklı ömürler nasip etsin. Onun yurt dışı olarak ilk tohum attığı yer, Azerbaycan’dır. Bugün mübarek elleri, kıtalar ötesine kadar uzanıyor, elhamdülillâh!..
Osman Hocamız’ın Azerbaycan’dan haberdar olma hikâyesinden de bahsedebilir misiniz?
1990 yılında Sovyetler Birliği yıkılınca Azerbaycan, Rusya’dan ayrılıp bağımsızlığına kavuştu, sınırlar açıldı. O zamanki Şeki müftüsü Selim Efendi, Allah kendisine rahmet eylesin, hemen Türkiye’ye gelmiş. Bir kuruma giderek:
“-Ben Azerbaycan’dan geldim. Biz çok açız!.. Bize yardım edin, bize İslâm’ı anlatacak hocalar gönderin!” demiş.
Oradaki yetkililer:
“-Biz seni Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’na yönlendirelim. Onlar cömert insanlardır, size yardım ederler!” deyip Hüdâyî Vakfı’na göndermişler.
Selim Efendi, Hüdâyî Vakfına gelmiş:
“-Ben Azerbaycan’dan geldim. Şeki’nin müftüsüyüm. Peygamber Efendimiz, «Komşusu açken tok yatan bizden değildir!» buyuruyor.[1] Biz yetmiş senedir açız. Bize yardım edin!” deyince, ona:
“-Tamam, istediğiniz kadar erzak, gıda ve kıyafet gönderelim!” demişler. Müftü Selim Efendi de:
“-Biz öyle aç değiliz! Bizim yemeğimiz, içeceğimiz var. Biz Kur’ân’ın ve İslâm’ın açlığını çekiyoruz.” deyince onu Osman Efendimiz’e yönlendirmişler.
Osman Efendimiz’e her şeyi anlatmış ve onu İslâm’ı anlatmak üzere Azerbaycan’a davet etmişti. İşte o gün, orada Azerbaycan’ın kaderi değişmiş, yeniden İslâm’a kavuşması için ilk tohumlar atılmış.
Bir ay sonra bizzat Osman Efendimiz Azerbaycan’a geldi. Onun gelmesi ile Azerbaycan âdeta çiçek açtı ve Azerbaycan yeniden doğdu. Tabî, bu açlığı hisseden çok az insan vardı Azerbaycan’da… Çünkü halkın çoğunluğu dîni hiç bilmiyor. Bizim dedemiz olmasaydı, gizli olarak da olsa namaz kılan kimseyi biz de hiç görmeyecek; belki müslüman olduğumuzu bile unutacaktık.
Osman Efendimiz’in bu ilk gelişinde Şeki’de onu karşılayan üç kişiden birisi babamdır. Daha sonra Osman Efendimiz, Türkiye’ye döner dönmez babamı İstanbul’a davet etmiş. Babam da zaten Türkiye-İstanbul âşığı… Hemen gitti. Bir ay Osman Efendimiz’in misafiri oldu.
Azerbaycan’da ilk hizmet tohumları atılırken merhum babanız Efendi Doktor’un da ismi çok geçer. Biraz da babanızdan bahsedebilir misiniz?
Babam İstanbul’a gidince merhum Mûsâ Topbaş Efendimiz’le tanışmış, ona hayran kalmış, hemen bende olmuş. O günlerden itibaren Osman Hocamızla çok samimî dostlukları başlıyor. Hocamıza:
“-Osman Abim!” derdi. Osman Hocamız da babacığıma:
“-Doktor Abi!” diye hitap ederdi.
Osman Hocamız, bu arada Türkiye’den Azerbaycan’a gidip hizmet etmek üzere beş tane hocahanım hazırlamış ve Azerbaycan’a göndermiş. Babam bize İstanbul’dan telefon açtı:
“-Türkiye’den beş tane hocahanım gelecek, onları karşılayın, güzelce misafir edin!” dedi.
Başlarında Muammer Hoca, hanımıyla… Onların yanında da dört hanım Kur’ân hocası... Biz ev ayarladık. Misafirlerimizi getiren araba, bahçeye girdi. Misafirlerimiz inince annem, ben ve yanımızdaki insanlar öyle şaşırdık ki anlatamam.
“-Bu insanlar nasıl giyinmiş?!” diye fısıldaşıyoruz.
Hayatımızda ilk defa tesettürlü insanlar görmüştük. Üzerlerinde siyah çarşaf falan da yok! Çok güzel beyaz pardösü ve beyaz başörtüsü... Diğer hocahanımlar da renkli başörtüler takmışlardı. Ama bize sanki onlar başka bir dünyadan gelmiş gibi görünüyorlardı, o kadar şaşkındık. Onlar sonra bir câmide hemen vazifeye başladılar.
Hocalar gelince siz insanlara duyuru yaptınız. Peki, halktan bu ilk dâvete nasıl bir rağbet oldu?
İnsanlar öyle büyük bir aşkla câmilere koştular ki, câmiler cıvıl cıvıl çocuklarla, gençlerle dolup taştı.
Tekrar babamı anlatmaya dönecek olursak… Babam da Türkiye’den geldi, ama tamamen bambaşka bir insan olarak geldi. Biz âilesi olarak âdeta onu tanıyamıyorduk. Ben hayatımda bir insanın bu kadar kısa sürede, bu denli değişebileceğine ilk defa şâhit oluyordum.
Babam gelir gelmez bütün Şeki halkına faydası olacak şekilde hizmet mekânları açtı Allah ondan râzı olsun, mekânını Cennet eylesin! Pek çok insan, babamın vesîlesi ile îmâna geldi. Kendisini o kadar din hizmetine adadı ki, bir keresinde annem, babama:
“-Sen doktorluğu bıraktın mı?” diye sormuştu.
Gözüne ne muâyenehâne, ne hastahâne görünüyor; oralara çok az uğruyordu. Hemşireler, doktor arkadaşları, babamı çok sever, çok saygı duyarlardı. Onu kaybetmek istemiyorlardı. Hastahâneye gelmesi için dâvet ederlerdi. Babam gittiği her yerde, gelen hastalarını tedavî ederken bile İslâm’ı anlatırdı. Hastaları:
“-Biz senin sohbetinle şifâ buluyoruz.” derlerdi.
Etrafındaki doktor arkadaşları, akrabalarımızın çoğunluğu, babamın sohbetleri ile İslâm’a geldi, elhamdülillâh! Babamın artık dilinden dökülen sadece İslâm’a dair sözler, kaleminden kâğıda akan şiirleri de hep Allah-Peygamber aşkıydı. Kâinat mûcizesini, âyetler ve bilim ışığında anlatan ilmî seviyesi yüksek bir kitabı çıktı. Birçok kitap çalışması da vardı, yarım kaldı. Ömrü vefâ etmedi. Bana, “Tamamla!” diye vasiyet etti, ama ben onun kitabını tamamlayacak seviyede görmüyorum kendimi…
Babam eskiden yorgun olarak hastahâneden gelir, dinlenmek için:
“-Kızım, hadi kemanını al, çal biraz, ben dinleneyim!” derdi.
Beni, kendi bestelerimi yapmam için teşvik eder, bestelediklerimi zevkle dinler:
“-Sen çok başarılı olacak, güzel besteler yapacaksın!” derdi.
İşte beni bu kadar müziğe teşvik eden babam gitmiş, Türkiye’den bambaşka birisi gelmişti.
“-Gel keman çal!” demek şöyle dursun, “Kemanın nerede?” diye bile sormadı.
Ben üzülüyorum tabi, “Babama ne oldu?” diye…
Gelirken İstanbul’dan birçok ilâhî kasetleri getirmiş. Bunları teybe koydu, hep beraber dinlemeye başladık ve bir şok daha yaşadık. Çünkü şarkılarda, “Allah” adı geçiyor ve Allah için şarkılar yazılmış diye şaşırıyoruz. “İlâhi nedir?” bilmiyoruz tabi... Ama âilece zevk ala ala dinlemeye başladık. Ninem, “Allah adı, Peygamber adı geçiyor bu şarkılarda!” diye dinlerken eriyordu âdeta... Babam bu ilâhi kasetlerini dinlerken bana:
“-Kızım, bak! Bu hayatta her şey boş. Azerbaycan’ın ilk ilâhîlerini sen bestelemelisin.” dedi.
Yanında gelirken Yûnus Emre’nin şiirlerinin bulunduğu “Güldeste” isimli kitabı bana hediye getirmiş.
“-Bak, burada Yûnus Emre’nin şiirleri var. Al, bunları bestele... Azerbaycan’da ilk ol, hem şarkı yerine bu ilâhileri söylersen Allah katında yücelirsin!” teşvikleri ile aslında beni yumuşak yumuşak müzikten ilâhiye doğru yönlendiriyordu. Bana direkt:
“-Müziği bırak!” deseydi, belki bırakmazdım.
Ben her zaman bir şeyin “ilkini yapmayı” çok severdim. Beni buradan yakaladı. Ben bu teşvikle ilk defa Yûnus Emre’nin “Araya araya bulsam izini” şiirini besteledim. Babam dinleyince, yaptığı iltifatlarla beni göklere uçurdu. Böyle böyle yirmi tane ilâhi besteledim. Az önce de ifade ettiğim gibi, babam edebî zevki olan ince ruhlu bir insandı. Anlatamadığı her duygusunu şiir yazarak anlatırdı. Osman Hocamıza olan muhabbetinin bir nişânesi olarak bir şiir yazdı:
Allah, Sana şükür olsun, gördük asıl müslüman!
Kalpte îman, yüzünde nûr, ameli düz bir insan…
O, Osmanlı evlâdıdır; adı dahî Nûr Osman!
Bir Allâh’a sevgisinden nûra döndü kalbimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabul eyle, Rabbimiz!..
Rasûlullah toprağından, babasından nûr almış.
Meslekini, vücudunu bu nûr ile boyamış.
O dünyanın cennetini, bu dünyada kazanmış.
Bu insanın amelinden ışıklandı dinimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabûl eyle Rabbimiz!
Siz geldiniz kendinizle bize îman getirdiz.
Dilinizde Peygamberin kelâmını yetirdiz.
Gönlümüzden karanlığı o nûr ile itirdiz.
Sizle birge namaz kılmak olaydı kısmetimiz.
Rasûlullah hürmetine Kâbemizde, Rabbimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabul eyle Rabbimiz!
Düşünmeyin, bu sevgimiz dilimizde, yüzdedir.
Bu saygılar tâ kadîmden hücremizde, gendedir.
Rasûlullah ümmetiyiz, birliğimiz dindedir.
Bu birlikten asılıdır, bizim her zaferimiz.
Osman Hocam, kuvvet versin işinize Rabbimiz.
Biz de ona duâcıyız, kabul eyle Rabbimiz!
Siz de bilirsiniz, bu bestelediğim şiiri… Âzerî öğrenciler, Cuma akşamları kursta hep söylerdi. Babam:
“-Kızım, bu besteni Osman Abim Azerbaycan’a gelince ona da söylersiniz!” dedi.
Ben de komşularımızın çocuklarından bir koro oluşturdum, iki ilâhiye çalıştırdım. Daha sonra Osman Hocamız, Azerbaycan’a geldiklerinde bizim eve de misafir oldular. Evimizin kocaman salonu, Bakü’den de gelen misafirlerle dolup taştı.
Babam çok heyecanlı… Tabi, hazırlıklara üç gün önce başlandı. Akrabalar, komşular koca koca tencerelerde yemekler hazırladı. Sanki bir düğün, bir bayram havası… Yukarıda yemekler yendi.
Ben babamın İstanbul’dan hediye getirdiği oyalı tülbenti başıma bağladım. Elimde kemanım, küçük çocuklardan oluşan korom da yanımda… Ben de heyecanlıyım, ilk defa Hocamızı görüp tanıyacağım. Babam, Hocamıza:
“-Kızımızın size hazırladığı küçük bir sürprizi var. Kızım keman çalacak!” demiş.
Hocamız da gülümsemiş. Biz çıktık. Herkes de şaşkın, kimse de bir şey diyemedi. Belki bizi korkutmak istemediler. Ben kemanımı çalıyorum, korodaki çocuklar bestelediğim ilâhileri söylüyor. Sıra, Hocamız için yazılan “Nûr Osman” ilâhîsine gelince, dinleyenler de Hocamız da çok duygulandılar, gözleri doldu. Ertesi gün Osman Hocamız, babama:
“-Türkiye’de eğitim görmesi için Şeki’den dört kızımızı alacağız. Solmaz kızımız da kemanıyla gelsin, Türkiye’de kızlarımıza keman çalsın!” demiş.
Ben burada hocamızın büyük bir kerametini görüyorum. “Kemanı bırak, Türkiye’de eğitime gel!” deseler, büyük ihtimal gitmezdim. Çünkü okulumu da kemanımı da çok seviyordum. Ama “Kemanı ile gelsin!” deyince ben de:
“-Bir yıl üniversiteyi dondurayım, hem Türkiye’yi göreyim!” dedim.
Konservatuvardaki hocam beni hiç göndermek istemedi:
“-Sen çok kabiliyetlisin. Gitme, senin başını örtüp molla yaparlar!” dedi.
Ben bir yıl sonra tekrar konservatuvara döneceğim diye okulu dondurup, kısa bir zaman sonra kemanımla kursa geldim. Dolabımın üstüne kemanı bıraktım. Bir sene Türkiye’de Azîz Mahmud Hüdâyî Kursu’nda eğitim gördüm, ama neredeyse kemanımı dolabın üstünden indirip hiç açmadım.
Üniversitede konservatuvar okurken âniden yatılı kursa geldiniz, uyum sağlayabildiniz mi?
Açıkçası hemen uyum sağlayamadım; ne hayat tarzımla, ne meşguliyet alanımla hiç ilgisi olmayan bir yer olduğu için zorlandım. Fakat her hafta Hocamızın gelişi ve o derslerden aldığımız lezzet, bütün zorlukları unutturuyordu. Âdeta şarj oluyorduk. Eğer Osman Hocamız gelmeseydi, bizi o kursa bıraksaydı, dönüp bize hiç bakmasaydı; bugünkü Azerbaycan hizmetlerinde yetişen hocalar olmayabilirdi. Hocamız Âzerî öğrencilerle çok özel ilgileniyordu. Hocalarımız ve Türk öğrenciler bize gıpta ederdi:
“-Ne kadar şanslısınız! Hocamız’ın bu kadar ilgi ve iltifatına mazhar oluyorsunuz.” derlerdi.
Her hafta köşke, Mûsâ Efendimiz’in sohbetlerine katılırdık. Babamın, Peygamber Efendimiz’e yazdığı bir şiiri vardı:
“Ey Allâh’ın en sevgili Habîbi
İnsanların gözün nûru, tabîbi:
Rasûlullâh! Yalvarırım, yâ Rabbi,
Geleydi uykuma görem ne ola…”
Hiçbir yıldız senin gibi parlamır.
Bin dört yüz yıl nûrun gelib azalmır.
Yazık o kestir, bu nurdan pay almır.
Geleydin uykuma görem ne ola!
Ben bu şiiri de bestelemiştim. Mûsâ Efendimiz bunu duyduklarında ismimi sordular:
“-Solmaz” dedim. Onlar da:
“-Solmaz kızım, hiç solmayasın!” diye duâ etmişlerdi. Bir de Mûsâ Efendimiz için çok güzel bir şiiri vardı. Onu da paylaşayım:
Kâdir Allah, nîmetine bin şükür,
Kısmet etti bize ihsân, Efendim…
Gördüm o gül cemâlini, ne mutlu,
Melek misiz, yoksa insan, Efendim…
Evliyalar tahtındasız Efendim!
Ruhsuz candım, kırılmıştı kanadım.
Sohbetinde Hakk’ı buldum, anladım.
Hak âşığı, nur çelengi Üstâdım…
Rûha gıda, kalbe îmân efendim.
Evliyalar tahtındasız Efendim!
Şeyh Şâmil’siz Kafkas yetim kalandı.
Zirvesi kar, dereleri dumandı.
Ruhun geldi, dağlarımız oyandı.
Amelinle Kafkas’dasın Efendim.
Evliyalar tahtındasız Efendim!
Hazret-i Mûsâ’dır, bizim şeyhimiz!
Daima azîz tutsun sizi Rabbimiz
Hazret-i Sâmî’ye “Sâdık Dânemiz”
Doktor Efendi de size hayran, Efendim…
Evliyalar tahtındasız Efendim!
(Devam edecek)
Röp: Halime DEMİREŞİK
[1] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, 167.
YORUMLAR