“Çocuklarla 7 yaşına kadar oynayın, şakalaşın. 7-15 yaş arası arkadaş olun.
15 yaşından sonra kararlarınızla ilgili onlarla istişare edin.”
(Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh-)
Kur’ân, hadis ya da sahâbe hayatlarını okurken; “Hayatıma nasıl tatbik edebilirim? Hayatım İslâm’la nasıl güzelleşir?” şuurunda olmamız gerekir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanları nasıl irşâd etmiş; düşünelim biraz, ne dersiniz?
Ashâb-ı kirâmdan bahsederken onları zihnimizde genellikle yetmişli yaşlarda, saçı sakalı ağarmış bir nesil olarak tasavvur ediyoruz herhâlde… Büyüklüklerine, şanlarına, olgunluklarına yaraşan budur diye muhtemelen… Ancak durum pek öyle değil!
Enes -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye geldi. Ashâb içinde Hazret-i Ebûbekir’den başka saç ve sakalında beyazlıklar olan kimse yoktu.”[1]
En güzel çağında îman edip tebliğ yapan, cihad için yarışan bir nesil! Nasıl fethedilmişti ki gönülleri, bu yüce din onların o pâk gönülleri ile dünyaya yayılmıştı?
Peki, âhir zaman nesli olan gençliğin dinle bağlarının “gergin” ya da “gevşek” olmasının sebebi ne ola?
Çocuk ve gencin dilini yakalamanın en güzel yolu; onu dinlemek, gündemini meşgul eden konuyu anlamaktır. Başkasının yanında yapılan nasihat, eleştiri gibi incitici olabilir. Nasihatin de bir üslûbu var elbet… Bir gönlün nasihate açık ve alıcı olabilmesi için o gönlün önce fethedilmesi gerekir.
Farklı algılarla ve hassasiyetlerle varlığını ispat etmeye çalışan gençleri kim yetiştirdi? Âileleri değil mi? Öyleyse görüntü ve fikir dünyası olarak bu kadar uçurum nasıl oluştu acaba?
“-Ben gönlümce (nefsime göre) yapamadım/yaşayamadım; çocuğum yapsın, o daha genç! Hevesini alsın, sonra düzelir!” fikri, nefsin ve şeytanın ortaklığı ile kurulmuş kocaman bir kandırmacadır, büyük bir tuzaktır. Zira her nefis, dîninin, kültürünün, yaşadığı toplumun değerleri ile belirlenmiş bir sınır ister. Sınır yoksa, haddi aşmak kaçınılmazdır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliyenin en karanlık zamanında Güneş misâli doğmuştur. Ancak yeni dînin prensiplerini baskıcı ve zorlayıcı bir üslûpla değil, tedrîcen ve iknâ yoluyla öğreterek yerleştirmiştir. 23 yılda ikmâl edilen din, hayata ilmek ilmek işlenmiştir. O hâlde çocukların da gelişim süreci buna göre yapılandırılmalıdır. İbn-i Haldun’a;
“-Efendim çocuklarımızı nasıl terbiye edelim?” diye sorarlar.
“-Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Zira zaten size benzeyeceklerdir. Kendinizi terbiye edin yeter!” der.
Yani önce “rol model” olmalı. Çocuk namazın otokontrol sistemi olduğunu anne/babada görebilmeli. Çocuğun gözünde namaz, dünyanın bütün işini bir kenara itip:
“-Sana geldim Rabbim!” diyecek kadar öncelikli ve mühim bir sevdâ olmalı.
Oruç; açlığın ötesinde, ahlâkî bir arınma ve kendini başkasının yerine koyma (empati) yeteneği geliştirmeli. Nîmete şükür şuurunu oturtmalı. Her ibadet, davranışlara güzellik katmalı. Meselâ; çocuğun yanında acımasızca şunu-bunu çekiştiren bir ebeveyn, “Din, güzel ahlâktır!” diye anlatsa da, bu söz havada kalır, anne-babanın yaptıkları çocuğa tesir eder.
Hikâye bu ya! Dört tavuk, bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çalar. Yumurtayı kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşünürler. Zamanla yumurtayı getirenler de gerçeği unutur. Onlar da yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğuna inanmaya başlarlar.
Yetim yumurtaya bir anne bulunur, kuluçka başlar. Kısa zamanda yumurta kırılır, içinden simsiyah, kanatlı, ilginç gagalı tuhaf bir tavuk(!) çıkar. Herkes mutludur. Böylesini ilk kez görmüşlerdir çünkü… Anne tavuk, yavrusuna ders vermeye başlar:
“-Bak yavrum, yerden bulduğun böceği şöyle ye; arpayı, buğdayı böyle…”
Anne tavuk, her gün yeni şeyler öğretir yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söylediğini yapar. Anne tehlikelere karşı da nasıl davranacağını öğretir yavrusuna…
Büyük tavuk büyüdükçe güzelleşir. Oldukça uzun kanatlara sahiptir. Ara sıra diğer tavuklar, kanatlarına bakmaya gelirler.
Bir gün anne tavuk, yavrusuna, havadan gelen tehlikelere karşı kendisini nasıl savunacağını anlatırken, büyük tavuğun gözü, gökyüzünden süzülerek geçiş yapan bir canlıya ilişir.
“-Anneee! Bu ne?” diye sorar.
“-O kartal yavrum, kuşların padişahı!”
“-Ne de güzel uçuyor.”
“-Evet yavrum. Ama sen ona bakma, özenme. Senden önce baban, deden, amcan da özendi; ama hiçbiri onun gibi uçamadı. Sen tavuksun ve öyle yaşamalısın.” der.
O günden sonra büyük tavuğun ömrü, arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyerek geçer. Her seferinde “Keşke ben de bir kartal olup uçabilseydim!” der.
Yine bir gün siyah kanatlı, büyük tavuk(!), ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gider. Onu bir tavuk gibi defnederler. Hakikatte ise ölen bir kartaldır.
Müslüman genç, dîninin dinamiklerini, dîninin hayat tarzı olduğunu idrak edemeyince, başka akımlara yöneliyor. “Şunlar hayvan sever, bunlar insana değer verir, yogayla rahatladım, meditasyonla aydınlandım!” der durur.
Dînimiz zaten ahlâk üzerine inşâ edilmiş; Yaratıcı’sından dolayı yaratılanı sevmeyi tavsiye etmiştir. Yani kartal olduğunu bilse tavuk gibi yaşamaya uğraşmaz!
Peki, ne yapalım? Öncelikle kartal yuvasına girip yumurta çalacaklara kapıyı kapatmalı. Nasıl mı? Hayatımızı Kur’ân ve Sünnet ışığında şekillendirip inancımızla bağdaşmayan şeyleri hayatımıza dâhil etmeyerek! Misafir olarak bile evimize almayacağımız kimseleri (dizileri, filmleri, yarışmaları vb); evimizin baş köşesinde ağırlamaktan vazgeçmek, ilk adım...
Nurettin Topçu’nun dediği gibi; “İnsan kötüyü iki sebepten dolayı bilmemelidir. Bir; bilirse yapar. İki; yapmasa bile yapmamak için enerji sarf eder ve iyiliğe gücü kalmaz.”
Bu zamanda bilmemek mümkün mü? Elimizdeki telefonla, bir tıkla dünya önümüzde... Önemli olan; her alanda, sarsılmaz bir şahsiyetle İslâm kimliğini muhafaza edebilmek …
Yine ebeveynler, küçük yaşlardan itibaren, çocukları için sosyal çevre oluştururken, dînî hassasiyetleri göz önünde bulundurmalı, bu hassasiyetler üzerine çocuklarına fikirleri sorulmalı, yargılamadan dinleyip zihnindeki sorulara cevap bulması sağlanmalı…
Gençken, kan deli deli akarken, eğlenceli bir hayat cazip gelebilir. Çocuklara bu sebeple “Helâl daire, keyfe kâfidir!” düsturu ile seçenekler sunulmalı. Meşrû şartlar içinde başarılar, hicrî yılbaşı ve kandiller kutlanmalı ki, özenme ihtimali ortadan kalksın.
Yine İslâmî değerlerin temel olduğu gençlik merkezlerindeki faaliyetlerle helâl sınırlar içinde keyifli zamanların tadına varması sağlanmalı. Din; yasaklayan, monoton, katı diye negatif lanse edilmeye çalışılırken, çocuk âilesinde dînin huzur limanı, temiz ve helâlinden bir hayat tarzı olduğunu görerek büyürse, rûhen iki dünya arasında gidip gelmez.
Aslında karmaşa şöyle ortaya çıkıyor. Çocuk taklîdî îmâna sahip, inanç var. Hayat tarzındaki yamalı kısımlar dinle bağdaşmıyor. Diğer yandan da zihninde yapmak istediği, ama dîne aykırı olduğunu bildiği şeyler dolaşıyor. Amel, kalp, zihin ayrı tellerden çalınca, kaos meydana geliyor. Oysa îman; kalbin ve zihnin kabûlünün amele yansımasıdır.
Kıymet verdiğim bir hocamın şahit olduğum tutumunu örnek olması açısından paylaşmak isterim:
“-Seni mescitte göremiyorum, bu ara yavrum!” dedi gence. Aramızdaki muhabbete binâen:
“-Kulağından tutup götürün hocam!” dedim. Gülüştük biraz. Hocam gence sımsıkı sarılıp:
“-Yoook, ben onu ancak gönlünden tutarım!” dedi.
İşte tam da beklediğim cevaptı bu. Gönül fethedilirse, kalp şehrinin anahtarı kendiliğinden ikram edilirdi Fâtih’e çünkü…
Yâ Rabbi; kalbimizi îman nûru ile aydınlat, zihnimizi îman ile arındır ve amelimizi îman etmiş mü’mine yaraşır hâle getir! Âmin.
[1] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45.
YORUMLAR